Rüyalar

Rüyalar

Rüyalar da, ruha ait bir hassa olmaları itibariyle telesteziye dahildirler. Bu cihetle de madde ve fizik ötesi alemlerin ve o alemlere ait varlıkların mevcudiyetine delil teşkil ederler.

PANORAMA - NEWS 12 Kasım 2023 BLOG

Rüya, hakikat alemine açılan pencerelerden, olmuş ve olacak hadiselerin aynen veya bir kısım sembollerle müşahade edilmesinden ibarettir. İnsan zihni, değişik baskı ve şartlanmalardan uzak kaldığı ölçüde her bir rüya, ötelerden birer ışık, birer işaret gibi insanın önündeki karanlıkları aydınlatıp ona yol gösterebilir. Rüyalarda, göze, maddeye ve ışığa ihtiyaç duyulmadığı, görülen şeyler basiret ve ruhun idrakiyle sezildiği içindir ki, rüyalar çok defa insana tasavvur edemeyeceği kadar güzel ve geniş şeyler de anlatabilirler. Bir tek rüya ile dün, bugün ve yarına dair, kitaplara sığmayacak kadar geniş malumatın verildiği hiç de az değildir. Rüya görmeyen insan yok gibidir. Bu itibarla da ona, ruhun tabii müşahadesi diyebiliriz. Bu müşahadeyle insan, cismaniyet çeperinin dışında ve tamamen ayrı bir buudda yaşayabileceği gibi, aynı kuşakta kadere ait çok sırları sezebilir…

Aynıyla ortaya çıkan rüyalar o kadar çoktur ki, eğer her şahıs gördüğü rüyalardan sadece tabiri çıkanları tesbit edebilseydi, bundan kocaman kitaplar meydana gelirdi.

Öteki alemden insanın müşahade ufkuna sarkmış ve her temiz ruhun istidadına göre, gördüğü nice rüyalar vardır ki, gönül o rüyalara girip tenezzüh eder.. her biri birer gül bahçesi sayılan o bahçelerdeki kevser çeşmelerine varıp kana kana içer ve sonsuzluğa açılan o gizli menfezlerden, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve ruhların tasavvurundan aciz bulunduğu manzaraların müşahadesiyle kendinden geçer.

Rüyalar sayesindedir ki, kalb ve basiret gibi iki ayrı hassamızın olduğunu idrak eder ve cismin üç buudlu mahbesinden kurtuluruz. Vâkıa, hakikatle bütünleşmiş yüksek ruhlar için, öteleri müşahedede rüyalara ihtiyaç yoktur. Onlar her zaman, orayı ve burayı birarada görür ve sonsuza ait güzelliklerle mest-u mahmur olarak yaşarlar. Ne var ki bu kapı, herkese açık değildir; açılanlara da çok ciddî mücâhede ve ruhî tecrübelerden sonra açılabilmektedir. İnsan zihnini, en pes şeylerin içiçe bulunduğu bir mezbelelik görenler veya bu mevzudaki tesbitlerini hayvanî duyguların bulanık dünyalarında takip edenler, binbir ilham esintisinin üfül üfül esip durduğu rüyaları, şuuraltı hortlaklarının karnavalı görüp göstermelerine karşılık, ilk ilhamlarını onlardan alan binlerce mucit ve binlerce Hakk dostu, misal aleminin bu feyyaz ve bereketli iklimine hep minnet duymaya devam edeceklerdir.

Dünyayı aydınlığa boğan En Yüksek Ruh, rüyalarla yelken attığı marifet denizlerinde seyrederken bile, yer yer bu ilk kutlu basamağa dönmüş ve peygamberliğin kırk şu kadar şubesinden bir parça sayılan bu mübarek meşcereliğe dikkati çekmiştir.

  1. A) Rüya İle Gelen Mesajlar

Doğru ve sadık rüyalarda ilham ve irşat yüklü mesajlar vardır. Onun içindir ki nice büyük keşifler rüyalar sayesinde elde edilebilmiş ve niceleri de fert ve milletlerin kaderini tayine vesile olmuştur. Kitaplar bunların binlerce misaliyle doludur. Biz, bunlardan sadece bir kaçını arz edeceğiz:

1) Hz. Yusuf, belli bir yaştan sonra adeta hep rüyasının tabirini yaşamıştır. Neticede de gördüğü rüya aynen tahakkuk etmiştir.

2) Hapishane arkadaşlarının rüyalarına dair yaptığı tabir, melikin rüyasına getirdiği yorum da aynen vaki olmuştur ki, adeta bu rüyaların tabirlerinde -bir ölçüde- fert, cemiyet ve milletin kaderi resmedilmektedir. Yusuf Sûresi, bu mevzuda, hassasiyetle üzerinde durulması gereken bir hazinedir.

3) Firavun gördüğü rüya ile o uğursuz akibetini açık-seçik görmüştü ve bunu değiştirebilmek uğruna başvurduğu hiçbir çare de fayda vermemişti.. evet onun için de kaderin hükmü aynen gerçekleşmişti.

4) Dördüncü Mehmed’in sadrazamı, Tarhuncu Ahmed Paşa, bir Nevruz günü padişah tarafından idam olunacağını, müneccimbaşı Hasan Bahâî Efendi’den öğrenmişti.

5) Devrin vakanüvistinin anlattığına göre: Mehmet Efendi adında dindar bir kimse varmış, bir gece rüyasında sadrazamı görmüş, önüne bir mendil yaymış, halk başına üşüşmüş, her gelen mendile bir kızıl filorin bırakırmış. Mehmed Efendi de bir altın bırakmış ve kendisinden bir memuriyet istemeye niyetlenmiş. Tam o sırada bir derviş gelip mendile, ortasından kesilmiş bir yarım altın bırakmış, sonra tekrar geri almış… Sadrazam da oturduğu yerden inerek gözden kaybolmuş. Bu rüyasını bir rüya tabircisine anlatan Mehmet Efendi’ye bunu şöyle tabir etmişler: ‘Sedir makamdır. Akçe, dedikodu, sözdür. Yayılmış olan mendil sadrazamın mevkiindeki hal ve şanıdır. Sedirden inip gitmesi makamdan azli, gözden kaybolması, alem-i şuhuttan (madde aleminden, dünyadan) gitmesi; derviş, kaptan paşadır ki, adı derviştir; akçesini geri alması, kendi zevaline dahi alamettir.’

6) Bir rüya da Ahmet Paşa bizzat kendisi görmüştü. Peygamberimiz: -Ahmet, seni istemezler, yeter durduğun, şimdiden sonra bize gel, diye mübarek elleriyle işaret ve davet etmiş… Yakınlarının anlattıklarına göre Ahmet Paşa, ölümü kendisi için muhakkak bilip, kayıtsız ve laübali hareket edermiş. 1653 Nevruzu’nda Salı günü divana geldiği vakit üzerinde, âşikâr bir vahşet varmış, vüzeraya selam verdikten sonra: – Paşa karındaşlar, bugün son divana gelişimizdir, ahiret hakkını helal edin diye veda etmiştir. İki gün sonra perşembe günü de idam olunmuştur.

7) Dördüncü Mehmet’in en küçük kızı ‘Kaya Sultan’ bir korku ile uyanır ve gördüğü rüyayı kocası Melek Ahmet Paşa’ya: -Bu gece rüyamda dedem Sultan Ahmed’i gördüm. Bana Cennette oturduğu sarayı gezdirdi. ‘Kaya’m’ dedi. Yeni Camii yaptırırken işçilerin arasına karışarak eteğimle taş ve toprak taşımış ve ‘Ulu Allah’ım, Ahmet kulunun hizmetini kabul eyle’ diye yalvarmıştım. O da kabul ederek beni Cennete aldı. Şimdi gel Kaya’m, sen de benim gibi Cennette sefa eyle. Fakat solunda duran büyük amcam Mustafa: ‘Kardeşim, Kaya için bu kadar acele etme. Melek Ahmet’ten bir kızı olsun, ondan sonra Cennetimize gelsin’ deyince dedem bu niyetle ‘Elfatiha’ diyerek elini yüzüne sürdü. Elime baktım sağ eline kan bulaştı. Korkudan uyandım’ diye anlatır. Paşa her ne kadar rüyayı iyi bir şekilde tabir edip Sultan’ı teselli etmeye çalışırsa da diğer taraftan Evliya Çelebi’ye: -Bu eser-i Hüdâdır, sende Allah emaneti olsun, bu sırrı kimseye açıklama, Allahu âlem bizim Sultan doğururken kanı akar, şehid olur, diyerek ağlar ve belki de kaderini düzeltir düşüncesi ile hazinesinden beşbin dörtyüz kese getirtip, Sultan’ın eliyle fukaraya ve saraydaki adamlara dağıttırır. Hatta bundan, Evliya Çelebi’ye üçyüz, kızkardeşine de yüz altın düşer. Filhakika Kaya Sultan, ikinci kızını doğurduğu sırada (son) denen kısım içerde kaldığından, ebelerin üç gün süren türlü müdahaleleri neticesinde rahim zedelenir ve Sultan da kan kaybederek ölür.

8) Amerika’nın eski cumhurbaşkanlarından Abraham Lincoln, 1856 yılının l4 Nisan gecesi gördüğü garip bir rüya ile sıçrayarak uyandı. Rüyanın verdiği sıkıntıdan sırılsıklam terlemişti. Kalktı, çamaşır değiştirdi. Bir süre kitap okudu. Tekrar uzandığında, sanki aynı rüya kendisini yatağın içinde bekliyormuş gibi rahatsızlık duydu. Tekrar uykuya dalabilmesi bir kaç saatini aldı. Sabah olduğunda rüyasını eşine ve yakınlarına anlattı. Hatta o günkü kabine toplantısında bile bahsetmek lüzumunu hissetti. Rüyasında, Beyaz Saray’ın hizmetkârları telaşla koşup geliyorlar ve cumhurbaşkanının öldürüldüğünü kendisine haber veriyorlardı. Abraham Lincoln’ün yakınları bunu hayra yorarak, ömrünün uzayacağını söylediler. Aynı günün akşamı Lincoln ve karısı dostlarıyla birlikte tiyatroya gittiler. Kötü rüya Lincoln’ü manen sarsmıştı. Bir önsezi ile olacak hadiseleri hissediyormuşcasına konuşuyor, yakınlarının teskin edici telkinlerine rağmen ruhunu saran karanlıktan sıyrılamıyordu. Temsilin heyecanlı bir sahnesinde Lincol’ün oturduğu loca kapısı yavaşça aralandı. Sahneden akseden ışıkla elindeki tabancası parlayan genç bir adam içeridekilerin hareketine fırsat vermeden kurşunları boşalttı. Amerika’nın 16. Cumhurbaşkanı, beynine dolan kurşunlarla koltuğuna cansız yığılıverdi. Henüz gördüğü rüyanın üzerinden yirmi dört saat bile geçmemişti. Böylece, rüyanın gelecekten haber veren işareti ile bir ülkenin devlet başkanı tarihe karışmış oluyordu.

9) Çanakkale Harbi’nde İtilaf Devletleri Kumandanı Sir Jan Hamilton, 21 Eylül 1911’de gördüğü bir rüyayı şöyle anlatıyor: ‘Dün gece korkunç bir rüya gördüm. İmroz’da çadırımın içindeki küçük portatif karyolamda yatmaktaydım. Birdenbire kendimi buz gibi sulara gömülmüş buldum. Birisi beni denizin dibine doğru çekiyordu. Boğuluyordum. İki kuvvetli elin boğazımı sıktığını hissediyordum. Bu iki el, beni hem boğuyor hem de denizin derinliklerine sürüklüyordu. Nefesim kesiliyordu.

Dehşetli bir mücadeleyle kendimi bu iki elden kurtarmaya çalıştım. Bu, o kadar sıkıntılı bir boğuşmaydı ki, yatağımda güçlükle gözlerimi açtığım zaman, bütün vücudum zangır zangır titremekteydi. Baştan aşağıya kan ter içinde kalmıştım. Boğazımı sıkan iki kuvvetli pençeyi görür gibi oldum. Çadırımın içinde sanki bir hayalet vardı. Fakat yüzü karanlıkta seçilmiyordu. Bu hayal yavaş yavaş gözden silinip kayboldu. Boğazım ferahladı. Rahat nefes almaya başladım.

Çadıra bir düşman mı girmişti? Ömrümde bu kadar korkunç bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum.

Uyandıktan sonra saatlerce bu korkunç rüyanın dehşeti içinde kaldım ve bir türlü kafamdaki acayip düşünceleri atamadım: Çanakkale tekin değildi. Üzerimize kaçınılmaz bir tehlike çökmüştü. Hepimizi meş’um (uğursuz) bir akibet beklemektedir’. Ve Hamilton’un beklediği akibet aynen vaki olmuştur.

Rüyalar ve Bazı Keşifler

1) Mühendis Elias Howe, uzun çalışmalar sonunda dikiş makinası yapmayı başardı. İlk yaptığı iğnelerde delik, iğnenin ortasında idi. Fakat, iğne üzerindeki deliğin uygun yere açılmayışı istenilen neticeyi vermiyor, tabii olarak dikiş dikmek mümkün olmuyordu. Bu ise Howe’u derin derin düşündürüyordu. Beyni gece gündüz, hatta uykuda bile bununla meşguldü.

Bir gece rüyasında vahşi kabilelere esir düştüğünü gördü. Kabile reisinin önünde iğnesiz bir dikiş makinası durmaktaydı.

-Elias Howe! diye kükredi kabile reisi. Sana makinayı derhal tamamlamanı emrediyorum. Aksi halde öleceksin!

Zavallı Elias’ın dizlerinin bağı çözüldü, elleri titremeye başladı ve yüzünden soğuk bir ter boşandı. Düşünüyor, taşınıyor, makinenin bu parçasındaki eksikliği bir türlü gideremiyordu. Bütün bunlar, ona o kadar gerçek gibi gözüküyordu ki uykusunda avazı çıktığı kadar bağırdı.

Boyalar sürünmüş, esmer tenli cengaverler etrafını sardılar ve onu ölüm meydanına doğru götürmeye başladılar.

Çevresinde ateşlerin yandığı daire şeklindeki meydanlığa geldiklerinde kan ter içinde kalan Howe, dikiş makinesini unutmuş can derdine düşmüştü.

Yere çakılı, insan boyunu aşan ve kalın gövdeli bir kazığa sıkıca bağlanan Howe, her şeyin bittiğini anladı. Ölüme hazırlanmaktan başka yapılacak bir şey yoktu. Titreyen dudaklarıyla kendisinin de anlayamadığı bir takım dualar mırıldanmaya başladı.

Sonra, gök gürültüsünü andıran kabile reisinin emri, kulaklarında yankılandı.

-Öldürün!

Yerli muhafızların mızrakları gövdesine saplanmak üzere havaya kalkmıştı ki, Howe birden bir şey fark etti. Mızrakların ucunda bulunan göz şeklindeki delikler, düşünüp de bir türlü keşfine muvaffak olamadığı dikiş iğnesinin ta kendisiydi. Mızraklar tam göğsüne saplanırken sıçrayarak uyandı.

Kalbinin heyecanlı çarpışına ve sırtından süzülen tere aldırmadan yataktan fırladığı gibi laboratuarına koştu. Rüyadaki mızrağın ucundaki deliğin benzerini, iğne üzerinde açarak eserini tamamladı.

2) 19. Asrın ortalarında ilim adamlarını hayrete düşüren bir olayın hikayesi, bilim tarihinin sayfalarında yerini aldı. Bu olay, kimya ilminde büyük bir adımın atılmasına yol açan, Alman kimyacı Friedrich August Kekule’un rüyasıydı.

1850 yıllarında İngiltere’nin, sisi eksik olmayan şehri Londra’da çalışmalarını sürdüren Kekule, yorgun argın laboratuardan oteline dönerken otobüste uyuyakaldı. Tabii biraz sonra da rüya görmeye başladı. Rüyasında atomlar zıplayıp oynayarak karşısında dans ediyorlar, bazıları da elele verip zincir şeklinde bir halka meydana getiriyorlardı.

Arabanın fren yapmasıyla Kekule uyandı. Fakat rüyası ona çok şeyler öğretmişti. Gördüklerini formül haline getirip defterine kaydetti. Rüyadan istifade ederek ortaya attığı teori ile meşhur oldu ve kimya ilminde de büyük bir hamlenin öncülüğünü yaptı.

Aradan 15 sene geçti. Bir kış günü Kekule, çalışma odasının şöminesinde yanan odunların çıtırtısını dinlerken uyuyakaldı. Pek tabii rüya görmeye başladı. Yine rüyasında atomların hoplayıp zıplayarak raks etmekte olduğunu ve onları birbirine kenetleyen zincirlerin de birer yılana benzediğini gördü. Sonra yılanlardan biri aniden dönerek kendi kuyruğunu ısırdı. Bu esnada Kekule uyanıverdi.

Böylece karbon atomlarının zincirler şeklinde halkalar meydana getirebileceğini, rüya sayesinde farkedebilmişti. Bunun neticesi olarak iç yapısı çözümlenemeyen ‘Benzen’in mahiyeti anlaşıldı.

                                                                                                                                                           * * *

Editör: EKREM ERDEM