Savaş Veya Barış

Veya hayatta kalma gayretimiz. Başarma, üstün gelme isteğimizin acı meyveleri. En masum olanı da kendimizi arama, bizim gibi düşünenleri…

SEDAT İLHAN 24 Mart 2024 YAZARLAR

Seyrettiğim bir filmin etkisi altındayım hala. Hissiyatım kasırga olmuş esiyor yüreğimde. Kelimeler dökülmüyor klayvemden. Belimin ağrısı, git uzan biraz, diyor. İlkbaharın gelişini muştalayan güneş, kendisine çağırıyor. Kabul edilesi, dostça davetler…

Tezatlarımı düşünüyorum. Çünkü, kendime bile geçmiyor nazım. Tüm insanlara duyurmak istercesine büyüttüğüm sessiz çığlığım. Ve yalnızlığım…

Dün iki tane derneğe uğradım. Kadınlar günü nedeniyle ilki çok dolu idi. Bir masa kapabilmiş olmanın huzuru ile siparişlerini vermeye çalışanların telaşı… Ruhum sıkıldı. Ayrıldım oradan. Kapıda rastladığım dostuma „İnsan yok!“ dedim. Bu sözüm tabii ki bana bakar, bakış açıma. Komşularının ateşinde mangal yapıyorlar da diyebilirim, bir nefes alıp problemlerini anlık dahi olsa unutmaya çalışıyorlar da…

İkinci dernek daha sakindi. Akşamın hazırlığı, sahne kurulma çalışmaları, yeni gelenlerin haftalık hal hatır sorma faslı… Zorlamak istedim duygularımı, tüm isyanlarımı bastırmak. Orada kalmak istedim. Herne ile olursa olsun, mutlu olan yüreklerin heyecanını hissetmek, onlarla birlikte ritim tutmak. Herne kadar yapılanların itilen, kakılan, değersizleştirilen, cinsel obje olarak görülen kadınlara zerre fayda sağlamayacağına inansam da. Ama yapamadım.

Eve döndüm. Bir film seyrettim. İkinci dünya savaşında bir Yahudi’nin hayatta kalabilmek için yapmak zorunda hissettikleri ve sonrasında çektiği vicdan azabı konu edilmiş. Savaşlar, savaşlar, savaşlar… Kendimizden uzak gördüğümüz realitelerimiz. Veya kendi mahallemizden olduğunda kutsadığımız.

Bir dost fetih kavramını sorgulamıştı bir zamanlar. Neden fethedilmek istendi? Başkalarının toprakları, malları, mülkleri ellerinden alındı? Canlara kıyıldı, öksüz, yetim, kocasız, korumasız bırakıldı binler, milyonlar… Bence haklı. Zaten herkes haklı. Nasrettin Hoca misali, şikayet eden de haklı, edilen de hatta hanımı da…

Ancak şu da unutulmamalı ki, barış için tüm gerekler yerine getirilmiş olsa bile savaş yine de kaçınılmaz bir sondur. Fetih kavramı bu aşamada anlamlı. Aksi cinayet, felaket, vahşet…

Korkuyorum. Kendi yapabileceklerimize odaklanmadan başkalarının hatalarını bilmeyi marifet sanmalarımız beni korkutuyor. Doğrularımızın neden kabul görmediğini sorgulamadan muhataplarımızı suçlamalarımızın sonucu ne olabilir… Fetih veya savaş çığırtkanlığı yapanların bu kavramlara yükledikleri anlamları merak ediyorum. Ölmek neden kutsanır ki, hem de başkalarının ölümleri…

Bir dost kadınlar günü gösterilerine katılmış. İzlenimlerini paylaştı. İlgi ile okudum, anlamaya, anlamlandırmaya çalışarak… Takdir etmemek mümkün değil. Ortada bir emek var çünkü. Kanayan yaramız. Herşey göze alınarak çıkılan meydan. Bir yudum anlayışa susamış yürekler. Bir ümit mi yoksa ümitsizlik midir bunu yaptıran. Veya bir inat… Bilinmez.

Yaklaşık iki saat süren filmin senaryosunun büyük bir kısmı erkek oyuncuya ayrılmış. Gelgitleri okunabilmekte. Unutulamayan pişmanlıkları, korkuları, travmaları, sadakatı, özlemi… Belki ümit kestiği için evleniyor, belki de evlenmek istediği için ümidini kesiyor artık. Kadın evlendiği gün arkadaşının hayatta olduğunu gazetelerden okuyor. Yıllar sonra bir araya geliyorlar. Ve kadın, kampta yaşadıkları karşısında, içinde taşıdığı sevgi ve sevildiğine inancı ile hayatta kaldığını belirtiyor.

Yoksa biz sevgiyi çok mu küçümsüyoruz? Veya sevilmeyi beklemeden sevmeyi eksiklik olarak mı görüyoruz. Herkes sevilmeyi beklerken seveni nereden bulacağız ki? Savaşın bir parçası olmak gibi bir riske rağmen sevmek için neden aramak niye…