Kentleşme ve yağmalanan çocukluğumuz

Çocukluğum ve gençliğim Ankara Yenimahalle’de geçti… Kiracıydık, Esentepe Mahallesi’nde dört ayrı evde oturduk... 1980’li yıllarda Yenimahalle evleri çoğunlukla iki katlıydı… Önlerinde ve arkalarında bahçeleri olurdu… Arka bahçeleri daha uzun ve büyüktü… Ön bahçelerde gül, kadife çiçeği ve aslan ağzı en çok bulunan çiçeklerdi… Kokuları hala burnumda tüter… Meyve ağaçları daha çok arka bahçelerdeydi… Can erik, kiraz, kayısı ve daha niceleri… Ağaçların dalları çatılara ulaşır, sonbaharda meyveleri yerlere dökülürdü… Bazı evlerin önünde asma olurdu; duvarlarını, kapı çevrelerini sarmaşıklar sarardı…

SEDAT LAÇİNER 30 Temmuz 2023 YAZARLAR

O yıllarda hususi otomobil pek azdı; bizim sokakta bakkalın ‘steyşın reno’su vardı… Öğretmen-hemşire çift de daha yeni bir otomobil almışlardı, sanırım Tofaş’tı…

Yollar bizimdi, dilediğimizce top peşinde koştururduk… O günlerde internet, i-pad vs. yoktu… renkli televizyon bile yeni yeni evlere girmeye başlamıştı… Sokaklar biz çocuklarındı…

Mahalle camisinin etrafında çok geniş bir yeşil alan vardı, bugün olsa ‘millet bahçesi’ muamelesi yapılırdı, o kadar genişti… Şadırvanın yanında ulu bir ıhlamur ağacı yükselirdi, neredeyse tüm mahalleli buradan kışlık ıhlamur ihtiyacını giderirdi de ağaç banamısın demezdi…

Okul yolumuz boyunca hemen her çeşit meyve ağacını, özenle bakılmış çiçekleri görürdüm… Çitlerin çevresini sarmış sarmaşıklardan hangisinin yaprağı yenir, hangisi zehirli bilirdik… Mayıs aylarında öğretmenimize leylakları yol boyundan toplardık… Anneler gününde papatyalarımızı çevredeki geniş arazilerden derlerdik… Ankara’nın şehir merkezine sadece 6 km mesafede olduğumuz halde tabiatın pek çok nimetiyle iç içe yaşardık…

Genelde iki katlı evlerin ön ve arka cephesinde balkonlar olurdu… Balkon kapatma furyası henüz başlamamıştı… Akşam üzerleri amcalar teyzeler o balkonlara konuşlanır, bir yandan çaylarını yudumlar, diğer taraftan biz çocukları uyarırlardı; “Sedat, o ağacın dalını kırma bakıyim”, “Cüneyt, arkadaşınla güzel oyna bakıyim”… Her ev, her balkon, anne babamız gibi biz çocukları gözetlerdi sanki, o dost ve babacan gözleri hep üzerimizde hissederdik… Bazen de o teyzeler o amcalar bizi çağırır, bakkaldan bir şeyler sipariş ederlerdi, biz siparişi teslim edince elimize sıcak bir poğaça tutuşturuverirlerdi…

Sonraki yıllarda “tu kaka” ilan edilecek olan “mahalle” kavramını en güzel şekilde yaşadım ben, ve bilirim “mahalle baskısı”nın o kadar da kötü bir şey olmadığını…

BAHÇELER, ÇAMLIKLAR VE MAHALLE KÜLTÜRÜ

Bakkalın önündeki duvarda ya da çamlığın ortasındaki trafonun etrafında otururduk… Bakkalın gazetesi elden ele gezerdi, bazen gazoz açar, çoğu zaman çekirdek çitlerdik… Mehmet Amca önümüzden geçtiyse bilirdik, birazdan ezan okunacak… Mehmet Amca’ya bakarak insan, saatini bile ayarlayabilirdi veya namaz vakitlerini takip edebilirdi. O kadar dakikti… Bu arada Mehmet Amca, mahallenin en ünlü CHP’lilerinden biriydi…

Sokakların arasında çamlıklar vardı… Zamanında belediye yapmış… Örneğin Esentepe Caddesi boyunca en az dört çamlık vardı, çocuk gözümle bana dev birer ormanmış gibi gelen… Bunların her birinde 20-30 çam ağacı olurdu. Sadece çam ağaçları da değil, kuşların meyvelerini keyifle yediği çalılar ve adını bilmediğim daha birçok bitki…

Sabahları erken kalkar, o ağaçların arasında tek başıma dolaşırdım… Ayrı bir kokusu vardı, sihirli bir ormandı sanki… Bugün olsa her birinin üzerine en az 5 apartman dikilirdi o çamlıkların…

Çam ağaçlarına çıkmak en büyük zevkimizdi… Meyvesiz ağaca çıkmaktan ne zevk alırdık bilmem… Bazı amcalar bizi dalda görünce kızardı, sonra sesleri yumuşar ağaçların da canı olduğunu, onlara iyi davranmamız gerektiğini anlatırlardı… Bazı komşularımız kovayla su getirir, o ağaçları sulardı… Çamlar evcil hayvanlarımız gibiydi, hem onlara bakardık hem onlarla oynardık…

Sadece çamlıklar da değil, belli bir ev sayısı gözetilerek Yenimahalle’nin dört bir yanına çocuk parkları serpiştirilmişti. Huzurlu yerlerdi çocuk parkları; çeşmeleri, kaydırakları, tahterevallileri, zincirleri… çok eğlenirdik… Bugün düşünüyorum da o çocuk parkları bugünküler gibi ruhsuz değildi, şimşirleri, ağaçları ve seçilmiş diğer bitkileriyle sanki çok iyi peyzaj mimarlarının ellerinden ama sevgiyle çıkmış gibiydiler… Türkiye’de o günlerde böyle bir bilgi birikimi, böyle bir vizyon var mıydı? Eğer var idiyse o insanlar şimdi nerede ya da neden bu kadar bozuldular?

***

Her evin keşfedilmeyi bekleyen çatı katları vardı… Geçmiş kiracılardan neler kalırdı bu çatı aralarında neler…

Evlerin birçoğu taş duvardandı, kalın duvarlar izolasyon sağlardı… Üst katlara merdivenle çıkılırdı, merdiven altları da bizim için ayrı birer oyun alanıydı… Bir seferinde o merdiven altında karagöz hacivat oynatmıştım… neredeyse yangın çıkaracaktım… çocukluk işte…

***

Oturduğumuz Ufuk Sokak’tan başımı kaldırdığımda gökyüzü her detayıyla görülürdü… Geceleri öğretmenimizin verdiği gökyüzü gözlemlerini bu sokaktan yapar, defterime geçirirdim… Sema hala açıktı, çatılar hala mütevazıydı, kaplamazdı ufkumuzu…

Bir de aklımda kalmış, bizim “arka dağ” dediğimiz geniş arazide tüm mahalleli eğlence düzenlemişti, sahnelenen tiyatro oyununda ben de küçük bir rol almıştım…

O “arka dağ”da az uçurtma uçurmadık… Babamın yaptığı ‘çıtalı’yı öyle bir salardım ki çıtalı Güzelevler üzerinde süzülürdü, belki Kasalar’a doğru uzanırdı…

Yıllar sonra uçaktan gördüğümde Yenimahalle’yi, her sokağının adeta cetvelle çizilmiş gibi durduğunu fark ettim… O kadar düzenli görünüyordu ki çevre mahallelerden hemen ayrılıyordu…

Yenimahalle’nin çarşısı bile bugünün evlerinden daha mütevazıydı, daha kendiyle barışıktı. 5. durak ve 6. durak çevresinde sıralanan mağazalar bir-iki katlıydı… İş Bankası ve Emlak Kredi Bankası binalarını hatırlıyorum da bugünkü yazlıklardan çok daha estetik, bahçeli, etrafı ağaçlı yapılardı…

YENİ KENTLEŞME YA DA KENTİN KATLEDİLMESİ

1990’lı yıllarda Ankara’da bir furya başladı, belediye ‘şehri dönüştürmek’ adı altında binaların kat iznini artırdı… İki katlı binalara önce üç, sonra dört, sonra beş kat izinleri verildi… Ankara’nın mühim bir kısmı engebelidir, tepeliktir, dolayısıyla pek çok binada kot farkları oluştu… Beş kat iznini cebine koyan ev sahipleri tepelerin yamaçlarında kot altına, ‘bodrum’ adı altında 2-3 kat daha eklediler… ‘Çatı katı’ bahanesiyle bir kat da çatıya ilave ettiler, böylece kağıt üzerinde en fazla 5 kat olması istenen binalar 8-9 kata çıktı… Kat sayısını belediye bir kat artırdıysa vatandaş toplam inşaat alanını yan yollarla bir misli daha artırdı… O da yetmedi balkonlar kaplatıldı, sığınma alanları ‘kapıcı dairesi’ adı altında meskene çevrilip kiraya verildi… Yeşil alanlar bitti… Proje dışına çıkıldı, belediye sözde cezalar kesti, cezalar ödendi, yasa dışı değişiklikler yasallaştı… Yasadışı yollarla yapılanları saymıyorum bile…

Sanki ‘yağma’ vardı, kimse geri kalmak istemedi bundan, herkes ganimet peşindeydi… Yağmaladıkları kendileriydi, kendi kentleriydi, sağlıklarıydı, sevdiklerinin sağlıkları, hatta hayatlarıydı, fark etmediler bile… Daha fazla para hırsıyla gözleri dönmüştü, duracak gibi değillerdi… Aldıkça daha fazlasını istediler, çocukluğumun Yenimahallesini kırk haramiler gibi adeta talan ettiler…

O zamanın yöneticilerine göre mevcut binaların kat iznini arttırmak dahiyane bir çözümdü, hatta fakir Türkiye için tek çareydi… Binalar ekiyordu, eski binalar parasız nasıl yenilenecekti… Gecekondular yıkılmalı yerlerine modern apartmanlar dikilmeliydi, finansmansız bu nasıl olacaktı?

‘Dahiyane yöntemleri’ sayesinde ne belediye ne de mülk sahipleri ek bir harcama yapmadan evlerini müteahhite verdiler, yerlerine sözde çok daha ‘lüksü’nü, çok daha büyüğünü yaptırabildiler, hatta üste bir de ilave para kazandılar… Eski evini veren üç daire aldı, birinde oturdu diğer ikisini sattı… Herkes sıfır emekle zengin oluyordu, bedavadan kent yenileniyordu… yapılan tam bir simyacılıktı, tam bir sihirbazlıktı… Sadece bir imza atarak “milyonlar yaratıldı”, elinde sadece eski bir evi olan kişiler bir gecede “zengin” oldular…

1990’lardan günümüze o furya devam etti, hala da ediyor… Sadece Ankara’da değil, diğer illerdeki kentsel dönüşüm/yenilenme uygulamalarına bakıyorumda düşük katlı binalar gidiyor, yerlerine 10-15 katlı, gökdelen gibi sözde meskenler geliyor… Bu binaların betonu, demiri ne kalitededir bilemem ama yenilenen mahalleler kesinlikle kent gibi görünmüyor, insani durmuyor…

YOK EDİLEN ANILARIMIZ, KİŞİLİĞİMİZ

2001 yılında, İngiltere’den döndükten sonra çocukluğumun geçtiği Yenimahalle’yi, Esentepe Caddesi’ni gördüğümde beynimden vurulmuşa dönmüştüm…

Bahçelerin hepsi gitmişti; ne ön bahçe ne arka bahçe, sadece heyula gibi devasa beton kütleleri… Binalar yola daha çok yaklaşmış, dairelerin metrekaresini büyütme sevdasıyla bina çıkmaları caddeye adeta abanmıştı…

Yasaya göre her binaya otopark zorunluluğu vardı ama “rüşvet gibi” sözde cezaları ödeyen herkes ne kapalı ne açık otopark yapmadan ruhsatını almış, bu sayede yer gök otomobil olmuştu… Belediyeler yapılmayan otoparklar için paraları toplamış ama o da otopark yapmamıştı… Hatırlıyorum, o gün kaldırımda yürümekte bile zorlandım, bırakınız sokakta top oynamayı, otomobil işgalinden yayalara yürüyecek yer kalmamıştı…

Çocukluğumun güzelim çamlıklarının kırpılarak kuşa döndüğünü görmekse beni çok ama çok üzdü… Bazı yerlerde eski çamlıklar tamamen yok edilmişti, yerlerinde yeller esiyordu…

Evlerin yüksekliği 2 misline, hatta 3 misline çıkmış, sokaklar aynı kaldığından yan yana dizilmiş evler Çin seddi gibi yol boyu surlara dönmüştü… Sokaklara rüzgar ve gün ışığı bile zor giriyordu. Ufuk Sokak’ın ortasında başımı kaldırdığımda gökyüzünü bir bütün olarak göremediğimi fark ettim, nereye baksam ufkum inşaatlarla gölgeleniyordu… İnsanlara kala kala bir dilim gökyüzü kalmıştı…

Camlara asılı ilanlarda dairelerin “yapılı ve lüks” olduğu yazıyordu… ancak eski Yenimahalle’yi bilen benim gibi biri için bu evler olsa olsa “lüks birer hapishane” olabilirdi…

Bakkal Süleyman çoktan gitmiş… Az önce ezan okunduğu halde Mehmet Amca’yı da sokakta göremedim… Balkonlarda çocukları gözleyen amcalar, teyzeler de yoktu, zaten balkonların hemen hepsi kapatılmış, içleri görünmüyordu…

Kısacası mahalle çoktan kaybolmuş… Geride kalan birkaç tanıdıkla konuştum, oturdukları apartmanda neredeyse hiç kimseyi tanımıyorlarmış… Binalara girip çıkanların suratları bir karış, hayatın tüm yükü sırtlarında, kimse kimseye selam vermiyor, gülümsemiyor, herkes yabancı…

Nefes alamadığımı hissettim…

Çocukluğumun yağmalandığını, yok edildiğini fark ettim…

Sadece bir şehir değil, anılarım da tarumar edilmişti… Böyle bir yerde üste para verseler oturmam zaten mümkün değildi…

Sonraki yıllarda yağma artarak devam etti; yapı yoğunluğunu arttırarak kaynak yaratma, sözde şehri yenileme tüm ülkeye yayılmış bir politikaya döndü… Bundan 7 yıl önce Yenimahalle, Karşıyaka ve Şentepe’ye bakınca kendimi sürreal bir tabloda gibi hissettim. Binaların yüksekliği, çirkinliği sanki bana saldırıyor gibiydi, o an oradan kaçmak hissi duydum…

Şentepe-Yenimahalle arası:

Bir zamanlar uçurtma uçurup

papatya topladığımız arazinin bugünkü hali

***

Bir şehri yenilemek için kat yüksekliğini değiştirerek, yapı yoğunluğunu arttırarak kaynak yarattığını düşünenler hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını, üretmek için emek ve kaynak gerektiğini anlamıyorlar… Girdikleri o kötü yollarda biraz para kazanınca yaptıkları kendilerine hoş görünüyor ve her hatayı meşrulaştırıyorlar… Ankara’yı ve Yenimahalle’yi bu hale getirenler eminim kendileriyle gurur duyuyorlardır… Şehri nasıl yenilediklerini vs. anlatıp duruyorlardı.

Oysaki onların gururla anlattıkları o kentte çocuklar daha çok astım oluyorlar, daha çok egzoz soluyorlar… Yenimahalle’nin yeni nesli, artık evlerinin önünde çiçek, ağaç göremiyor, çamlıklarda oynayamıyor… Gökyüzünü dahi istila eden inşaat çılgınlığımız yüzünden çocuklarımız daha az bulutla, daha az güneşle yetinmek zorunda… Evlere hapsettiğimiz, sosyal faaliyet olarak AVM’leri dayattığımız çocuklarımız kafese atılmış yaban hayvanları gibi daha agresif, daha gerginler…

Mahalle bitti… hayatımız artık daha kuru, daha renksiz… Üstelik yenilendi denilen şehirler, başta deprem olmak üzere hemen her konuda daha daha güvensiz, daha tekinsiz…

Ve bahçeli evlerini verip yerine üç beş daire alanlar… şimdi daha mı mutlusunuz? Daha mı sağlıklısınız veya daha mı huzurlu?

NOT: Bu makaleyi kentsel dönüşüme veya kentlerimizin gelişmesine karşı olduğum için yazmadım… Elbette kentlerimizin dönüşüme ihtiyacı var ama bunu geçmişimize, çevreye ve en önemlisi kendimize daha saygılı şekilde yapmalıyız… Sadece bunu hatırlatmak istedim…

ÖNE ÇIKANLAR