Yükselme alçalma dönemleri ve temizliği koruyabilmek

Arayışlardan asla vazgeçmeyiz. Ama tüm arayışlarımızın sonunda başladığımız yere geri dönmüş oluruz. Ve orayı yeniden keşfetmeye başlarız. T.S. Eliot Oyunun sonu oyundan öncedir. Herberger Gezegenimizde yaşayan en gizemli tür: İnsan; biyopsikososyoruhsal1 bir varlıktır. Bu en üstün özelliklerle donatılmış ayrıcalıklı varlık canlı cansız diğer varlıklarla sürekli ilişki ve iletişim halindedir ve Rabb’iyle bilinçli ve iradi iletişim

DR. HULİSİ YAVAŞ 04 Ağustos 2019 TOPLUM-SAĞLIK

Arayışlardan asla vazgeçmeyiz. Ama tüm arayışlarımızın sonunda başladığımız yere geri dönmüş oluruz. Ve orayı yeniden keşfetmeye başlarız.

T.S. Eliot

Oyunun sonu oyundan öncedir.

  1. Herberger

Gezegenimizde yaşayan en gizemli tür: İnsan; biyopsikososyoruhsal1 bir varlıktır. Bu en üstün özelliklerle donatılmış ayrıcalıklı varlık canlı cansız diğer varlıklarla sürekli ilişki ve iletişim halindedir ve Rabb’iyle bilinçli ve iradi iletişim kurma kapasitesi eşsizdir.

Yeryüzündeki iyi insanlar inançlarına uygun hareket etseler bütün dünyaya yeniden yön verebilirler!

Evet, ben, iyi insanların inançlarının gereklerini yerine getirmeleri ve inançları ölçüsünde bir duruş sergilemeleri halinde dünyada çok şeylerin değişeceğine inanıyorum. Eğer şu anda bu değişiklik olmuyorsa, bunun başlıca nedenleri iyi insanların düşüncelerini temsil etme konusunda yaşadıkları boşluklar ve özümüzde var olan duruluğun, temizliğin ne yazık ki kaybedilmesidir.

İç temizliğin kaybedilmesinin en önemli sebepleriyse içimizde var olan karışıklık, uyuşmazlık ve ikilemlerdir.

Bu nedenle, günümüzde ve gelecekte iç karışıklık, uyuşmazlık ve ikiliklere neden olabilecek iç ve dış kaynaklı plan ve programlara karşı uyanık olmak zorundayız. İçimizde nefis ve mefisto2 dışımızdaysa nefsanileşmiş, mefistolaşmış insanlar kol gezmektedir.

Bozma ve bozulmalar çoğunlukla bilinçli olur. İrade felç geçirir, vicdanın üzeri kapatılır, alışkanlıklar kökleşir, yobazlık cirit atar, moda destek verir, gaflet her yanı sarar, tenperverlik hâkimiyetini kurar, nefis şaha kalkar, mefisto çiftetelli oynar. Mefisto ve nefsin taraftarları olayları akla uygun hale getirdikten sonraysa olan olur: İnsan yenilir, kale düşer.

Nefis ve mefisto, “Başka inanç ve düşünceler ya bizim dediğimiz gibi olur ya da var olmaya hakları yoktur; yıkılmaya, yok edilmeye mahkûmdur.” zihniyetine, bakışına sahiptir. İşte bu yaklaşımın sonucunda insandaki karışıklık meydana gelir.

İnsan her şeyi bırakıp özüne, kendine dönmeli ve üzerine düşeni yapmalı. Nedir insanın üzerine düşen şeyler? En genel manada; rehavete3 düşmemek, zevk ve sefaya dalmamak, yaşatma zevkiyle yaşamayı hayatın gayesi haline getirmek, hiç değilse alışkanlıklarımızı gözden geçirivermek…

İnsan, alışkanlık sebebiyle gerekli olmayan şeylere önce mecburi damgasını vurur, ardından onların esiri olur. Alışkanlıklar ciddi enerji kaybına yol açarken, asli görev dediğimiz konularda gevşeklikler devreye girer. Bu sebeple insan alışkanlıklarını gözden geçirmeli, evrensel ve güzel insani değerler çizgisinde onları yeni baştan düzenlemelidir.

Bizim yaşamaktaki gayemiz iyilik ve başkaları için yaşamak olmalıdır. Yaşamanın manası aslında budur. Bu düşünce ve inanca sahip insan kendini, makam ve rütbesini ikinci derecede düşünür.

Böyle inanan ve hayatını buna göre dizayn edenin önünü ise kimse kesemez. “Yürü, top senin çevgan4 senin!” derler ona. Kütüphanelerde, laboratuvarlarda bilgiler akar o insanın kafasına; ticaret ile uğraşıyor ise sular seller gibi dökülür bütün olanaklar önüne.

Aksi halde, insan kendi ruhundan uzaklaşır, içte kadavralaşmaya, karbonlaşmaya girer, karbonali olur. Zorbalaşarak, gücünü zorla hükmetme, dayatma aracı olarak kullanır. Akli ve mantıki temeli olmayan maceralara girer ve etrafındakileri de kendisiyle birlikte bilinmezlere sürükler. Belki gün gelir azgın bir güce kavuşur; kavuşur ama gün gelir o azgın güç onu da yer bitirir.

Bir kalp üstadı “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal!” demiştir. Yani eski yaşantısını beğenmeyen bu zat, “Eski hale dönüş boş ve imkânsız. Ya yeni hal ya bozulup gitmek, perişan olmak, yok olmak.” demiştir. Evet, eski döneme ait değerleri aynıyla yaşatmak mümkün değildir. Onun için üstadın dediği gibi bir yenilenme, bir değişim şarttır.

İnsan yeniden dirilmeli, yaraların üzerindeki ölü dokunun kaldırılmasının iyileşme sürecini hızlandırması gibi üzerindeki ölü toprağını atmalı, karbonlaşmış parçalarını temizlemeli, yeni bir insan meydana getirmelidir. Bu gereklidir gerekli olmasına ama kime nasip kime kısmet…

Evet, sistemi geriye işletip değiştiremezsiniz. Geçen geçmiştir. Yenilenmeli,geleceğe bakmalı ama başlangıçta ve sonrasında sıkı durulmalıdır. Meselenin rahata ve rehavet düşkünlüğüne hiç tahammülü yoktur. Bakın tarihe, koca devletleri tenperverlik, rahat tutkusu, çalım caka yıkmıştır. Osmanlı Devleti bunun bir örneğidir.

Belli bir devreden sonra orduların önünde liderlik eden kimse kalmamış, büyük komutanlar cepheyi terk etmiştir. Sanki onlar ölüp gitse dünya yıkılacak!  Asıl, boğaz kenarındaki yalılarda köşe kapmacalarla, lale bahçelerinde zevk ve sefa ile geçirilen yıllar yıkmıştır koskoca devleti.

Kadavralaşma dönemimize ait utandıran fotoğraflardır bunlar. Hâlbuki Alparslan’dan Selahattin’e, Murad Hüdavendigar’dan Yavuz’a kadar herkes cephededir. Askerlerinin önünde, ölüm kuşağında düşmanla karşı karşıyadır.

Kadavralaşmamak için işi sıkı tutmak, beslenme kaynaklarını şuurluca okumak, beyin fırtınası yapmak, olan biteni tartışarak değerlendirmek şarttır. “Neredeyim? Yaşamımda nereye geldim?

Bundan sonra nereye gideceğim? Her şey yolunda mı? Değilse ne yapmalıyım?” sorularının doğru cevaplarını bulmamız gerekir. Hata olmasa bile gereksiz alışkanlıkları çıkarıp atmak, kapıdan kovmak ayrı bir gerekliliktir. Bir ölçüde kendi hayatını daraltmak demektir bu. Ama yaşatmak için başka çare yok!

Öncekiler de hep böyle davranmamış mı?..

Sav köyünde bin kalem  eserleri yazıyor, teksir ediyordu. Elleri saban, pulluk, yaba, orak tutan bu insanlar boş zamanlarında ellerine kâğıt kalem alıyor, önlerine koydukları şablona bakıp bakıp yazıyorlardı.

Evet, bin kalem onların ellerinde hayat buluyor, eserler yazılıp teksir ediliyordu. Ne güzel bir azim, bir kararlılık, bir heyecan, bir aşk bu. Katışıksız, dupduru bir saflık ve temizlik… Sahabe dönemi ile karşılaştırılınca belki yarı saffet dönemi.

Yarı saffet ama merkezkaç hareketin hızının kesilmediği, üstadın suya attığı taşın oluşturduğu halkaların dalga dalga yayıldığı, zor şartların yaşandığı bir dönem!.. Kapıların önünde sürekli polislerin gezdiği, bu yetmiyormuş gibi karşı caddelerden evlerin kiralanıp ajanların yerleştirildiği, haftada bir baskınlarla herkesin derdest edilip götürüldüğü bir dönem…

Sonuç olarak “Allah bize insan olmayı nasip etsin. İç kargaşalardan korusun. Alışkanlıklarına esir olanlar gibi değil de saffet dönemi insanları gibi bir hayat yaşamayı nasip etsin.” dileğinde bulunalım ve bunun gerçekleşmesi için şunlara dikkat edelim:

1- İyiliği temsil eden her insan, inancının gereklerini yerine getirirse dünyada çok şeyler değişecektir.

2- Geçmişi geçmişte bırakıp tecrübelerden alınan derslerle geleceği planlayarak ve anı en güzel şekilde değerlendirerek hayatımızı bir dantela gibi iyiliklerle donatabiliriz. İnsan dünyada iyi bir görevi olduğuna inanmalı! Kendimize düşen bu görevi bulursak yaşamımızın bir değeri olur. Unutmamak lazım ki; dünyadaki görevimiz düşündüğümüzden de büyüktür.

3- Alışkanlıklarımızı gözden geçirip evrensel ve hakiki insani değerler çizgisinde onları ve kendimizi yeni baştan düzenlemeliyiz.

Devlet-i Aliye’nin5 kurucusu Osman Gazi ruhunu çadırda teslim etmişti. Söğüt’e yerleşeli kırk seneden fazla olmuştu; ama vefatı sırasında onun hâlâ evi yoktu. İnanması zor bir gerçek ama Osmanlı Devleti’ni kuran insanın sabit bir evi yoktu. Onlar at sırtındaydı. Zaruret dışında evi olanlara örnek olsun…

Bilecik’te oğlu Orhan Gazi’nin emri altında Bursa’yı fethe uğraşırken uzaktan Bursa’nın ışıklarını görüyor ve “Beni oraya defnedin.” diyordu. Etraftaki tekfurlardan elde ettiği mal mülkle o zaman bile Topkapı Sarayı’nı kurabilirdi; ama o çadırında yaşıyor ve orada vefat ediyordu.

Zira o derin bir saflık, samimiyet ve adanmışlık ruhunun adamıydı. Bu fotoğrafı alır, sahabeninyanına koyarsanız aralarında bir fark bulamazsınız. İlk Padişah Osman Gazi ile Büyük Komutan Halid b. Velid’i yan yana getirseniz seçmekte zorlanır, “Acaba bu mu, yoksa öbürü mü Halid?” dersiniz.

Bildiğiniz gibi; Büyük Komutan Halid vefat ederken geride hiçbir şey bırakmamıştı. Bir arkadaşı diyor ki: “Halid, herkesin övdüğü bir kumandan olarak yaşadı, güzelliklerin bir yitiği olarak gitti… Gitti ve geride sadece atını ve kılıcını bıraktı.” İşte nefsine, mefistoya ve kendine yenilmeyen insanlar. Alçalıyor gibi görünürken yükselenler. Yükselirken daha çok yükselenler.

Büyük Komutan Halid b. Velid, iki imparatorluğu yerle bir etmişti; ama mal mülk edinmemişti. O gönlünü dünyaya kaptırmamış, mala mülke, makama, rütbeye değil sadece bağlanılması lazım gelene; Allah’a bağlanmıştı.

İnsanın ancak tek bir yere bağlanmaya gücü ve zamanı yeter. Âdemoğlu, iki şeye aynı ölçüde aynı kuvvette gönül veremez. Bir kalpte iki sevgi; bir yerde iki ben olmaz. Bağlanılacak tek varlık Yaratıcı olursa insan yanılmaz ve üzülmez. Allah tek güvenilecek mercidir! Bir de Allah ahlakı ile ahlaklananlara benzenebilir, güvenilebilir.

İşte onlar evrensel insani değerlerin herkese ulaşmasından başka bir şey istemiyordu. İstiyorlardı ki; herkes güzel sosyal ilişkilerin olduğu bir toplumda insanca yaşasın, insanlar, toplumlarının evrensel değerleri savunan gerçek peygamberleri ile tanışsın.

Bilge insanlar gece gündüz “Bu kocaman dünyaya nasıl insanlığı anlatırız?” diye düşünüyorlar. Sadece bu düşünceye bile baksanız, bilgelerin amaç ve gayelerinin ne denli büyük olduğunu, ne ile dertlendiklerini görürsünüz.

Hedef gösterme mi anlarsınız müjde mi bilemem; ama bir gün “Güzelliklerin sahibinin isimleri güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.” Onlar, bunu bir görev bilmişler ve hep bu vazifeyi yerine getirme gayretiyle yaşamışlardı.

Dünyadaki güzel insanların tarihçesi bu kutlu görevi yapma eylemleri ile doludur. Onları örnek alarak herkesin ölümcül hastalıklara tutulduğu yerde “Biz ümit olmalıyız.” deyip ayakta kalmasını bilmeli ve bu şuurla yaşamalıyız.

Bu kitap yükselirken alçalanların gerçek, yaşanmış öykülerini anlatır. İnsanlar yaşlı dünyanın bu son günlerinde inanılmaz ekonomik güçlere kavuşacaklar. Kimileri kule kule gökdelenleri dikecek. Belki yola başlarken saflık içerisinde olacaklar ama kendi ruhlarını beslemedikleri takdirde zamanla maddi yönden yükselirken manevi yönden alçalacaklar.

Bu kitapta düşüyormuş gibi görünürken yükselenlerin öyküleri de anlatılmıştır. Her düşüş zannedilenin aslında bir düşme olmadığını, her cefanın ardında bir hikmetin bulunduğunu, eza ve cefaların bir fırlatma rampası, bir yükselme aracı olduğunu  göreceksiniz.

Bu kitapta, aldanan insanın ayağını kaydıran handikapları ve kayma çukurlarını da göreceksiniz. Her insan çok büyük iç kapasitelerine sahiptir, özündeki bu büyük kapasiteye rağmen bu potansiyeller yerinde değerlendirmediği takdirde, melekleşebilecek bir insan bir canavara dönüşür.

Siz, yuvarlanıp giden zamanın içinde gafletler kuşağında zamanını ve gençliğini harcayan insanlar! Bu kitapta, Nemrutların, Firavunların hikâyelerini dinlerken yanılgı noktalarını izleyeceksiniz. Aziz ve azizelerin, salih ve temiz insanların hikâyelerinde yükselme rampalarını keşfedeceksiniz. Bu kitapla, hep birlikte ruhumuzu ve taşlaşmış, yontulmamış kalbimizin içindeki melek heykelinin varlığını fark edeceksiniz.

Son nefesimizi illa bir gün vereceğiz. Önümüzde uzun yıllar olsa bile ömrümüz bir gün bitecek… Son nefesimizi verdiğimizde akıbetimiz “Ve insan aldandı…” olmasın. “Allah bizden razı, Biz Allah’tan razı” olarak nefesimizi teslim edelim. Ne güzel olur, değil mi?

  1. Biyopsikososyoruhsal: Biyolojik, psikolojik,sosyal, ruhsal.
  2. Mefisto: Şeytan ve kötülükler.
  3. Rehavet: Tembellik, gevşeklik, ihmalkârlık.
  4. Çevgan: Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları değnek.
  5. Devlet-i Aliye: Osmanlı Devleti.
  6. Sahabe: Efendimiz’in (s.a.v) dostları.