Kâlû-belâ ne demektir? Kalu Beladan beri ne anlama gelir?

 Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur? Ne zaman sorulmuştur? 1) İnsan henüz hiçbir şey değilken “var olma” emrini alması ve onun da bu emre, “evet” demesi ki; tekvînî mahiyette bir soru-cevap ve bir mukavele sayılır. 2) İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, her şeyi bir kemale doğru sevk edip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan

EKREM ERDEM 14 Mayıs 2021 BLOG

 Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur? Ne zaman sorulmuştur?

1) İnsan henüz hiçbir şey değilken “var olma” emrini alması ve onun da bu emre, “evet” demesi ki; tekvînî mahiyette bir soru-cevap ve bir mukavele sayılır.

2) İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, her şeyi bir kemale doğru sevk edip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette onlardan bir söz ve misak almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatinin çok üstünde, Kafdağı ‘ndan ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin “var etme” teklifine “evet” demesinden ibaret sayılabilir.

Bu iki şekilde cereyan eden “soru-cevap” veya ” teklif ve kabul”, söz ve beyanla değil gibidir. Buna binaen bir kısım tefsirciler bu mukaveleye istiare-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukavele nazarıyla bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevap verilmiş ve öyle hukukî kıymeti haiz bir sözleşme kabul edilmiş; yoksa, beyanla ve yazışma ile yapılmış bir akit değildir.

Aslında, bin bir çeşit hitap ve bin bir çeşit cevap sahibi Rabbin, “hitap ve cevap” indeksini nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüften sâlim olamaz. Yeri gelince ona da temas edeceğiz.

3) Bu türlü bir ikrar isteği ve şehadette bulunma sözleşmesi, insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka bir şey olmadığını anlamasından ibaret, bir nefis mârifeti, bir “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hakikatini temsil; bir mahiyet âyinesini seyre koyulma ve bu yolla şuuruna akseden rengârenk hakikatlerin petekleşmesine şahit olma ve bu şehadeti ilân etmektir. Ne var ki, bu icap ve kabul ; bu söz ve rip-söz alma, bu duyma ve duyurma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok ikaz ve tenbihlerle duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşadın ehemmiyeti de bu noktadan ileri gelmektedir.

İnsana emanet edilen nefis veya benlik (ego ), Yaratıcı’nın yüce varlığını bilmek ve itiraf etmek için ona verilmiştir. Zaten onun varlığının gayesi de bu bilme ve itiraftan ibarettir. Binaenaleyh, insan , varlığıyla O’nun varlığını, sıfâtıyla O’nun sıfatlarını gösterdiği gibi, kusurlarıyla O’nun kemalini, ihtiyaç larıyla O’nun servet ve gınâsını, aczi ve fakrıyla O’nun iktidar ve ihsanlarını gösterir. Bu bir ilk mevhibe ve ilk ihsandır. Bu ilk ihsana terettüp eden idrak ve irfan ise, her varlıkta onun varlığını; her ziyada O’nun nurunu hissettiği Yüce Yaratıcı’yı, ilân ve itiraftır. Bu ise “elestü” ve “belâ” mukavelesi demek tir.

Bu sözleşme, kudret ve iradenin yazdığı muhteşem kitabın mânâsını anlama ve hâdisât satırlarının sırlarını kavrama neticesinde, âdeta bir “icap ve kabul” gibidir.

4) Bu sözleşme ve sözleşme içindeki sual-cevap, cismaniyete göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (celle celâluhu) bütün varlıklara, kendi mahiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlukattan yükselen sesleri, sadâ ları dinler.. anlar ve yerine göre onları is’âf eder, yerine geti rir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle meramını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (celle celâluhu), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anla tır; insan ve kâinatı şerh eder; yarattıklarından sözler alır, mi saklar yapar ve mukavelelerde bulunur ki, lafzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi “kelâm-ı lafzî ” cümlesindendir. Bir de, bize göre kelâm ve beyan olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilham dan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitap tarzına kadar, Hakk’ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, “kelâm-ı nefsî “nin ayrı bir tezahür ve tecellîsidir.

Allah’ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dairede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dairenin “alma-verme” keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dairelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka daireye göre ne duymak, ne de tespit etmek mümkün değildir.

Aslında bizlerin, her şeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir. Zira bugün artık anlamış bulunuyo ruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak mil yonda birkaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak o kadarını görebilmekteyiz. Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve gör mediğimiz âlemlere nispeten hiç hükmündedir.

Bu itibarla, Cenâb-ı Hakk ‘ın zerrelerle konuşması, sistemlere emirler vermesi, terkipler, tahliller yapması, çok yüce buudlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tespit edilmesi mümkün olmayacaktır.

Allah (celle celâluhu) zerrelerle mukavele yapacak, moleküllerle mukavele yapacak, hücrelerle mukavele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukavele ya pacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tespit edemeyeceğiz.

Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhta bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa…

İnsan ruhu , müstakil bir varlıktır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vuzuha kavuşmuştur. Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mev zuu hâline getirdi ki, ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mehâfil kalmadı… Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu teşkil eden ruhun üzerinde başka zaman durduğumuz için, şimdilik mevzumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz.

Ruh, insan bedeninden evvel ve bir bakıma zaman üstü mahiyete sahip bulunduğundan, misakla alâkalı icap ve kabul onunla yapıldığı takdirde, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız kat’iyen mümkün olmayacaktır. Evet, o rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekilde konuşuyor, telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhabere temin edip anlaşabiliyor ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, komünizmin hâkim olduğu dönemde Sovyetler Birliği’nde dahi – materyalist bir dünya olması itibarıyla çok mânidârdır- alâka görüyorsa, ruhun kendine mahsus konuşması kabul ediliyor demektir. Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitabetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev’i şah sına mahsus tedâileriyle ortaya çıkacaktır.

Binaenaleyh, “elest” bezmi nde de ruhlar Rab’le mukaveleye çağrıldılar. Cismaniyet berzahı arada olmadığı için, her şeyi ayan beyan gördüler ve “evet” diyerek böyle bir mukaveleye imza attılar. Ancak günümüzde çokça bulun duğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve misaka rastla madılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü ne o âleme bir bakışları, ne de o âlemle ilgili bir araştırmaları olmuştu. Aslında, Kant ‘ın; Yaratıcıyı tarif istikametinde yazılan bütün kitapları arkaya atarak, Bergson ‘un, umum kâinata sırt çevi rerek dinlemek istedikleri sessiz kitap da işte bu idi… Ruh dinlenilecek; ruhun ilhamlarına kulak verilecek; vicdanın di lini anlama laboratuvar ları tesis edilecek ve şuura akseden indekste hakikatin çehresi görülmeye çalışılacak…

Bu kitap başlı başına yüce hakikatin en yanılmaz şahidi ve mukaveleye imza atan âkittir; ama, böyle bir dili öğrenme cehdinden mahrum olanlara bunu anlatmak çok da kolay olmayacaktır.

Şayet kafalar şartlanmışlıktan arınabilseydi, insan , vicdanının bu ilk misak a “evet” dediğini duyacak ve görecekti.

Aslında âfâkî ve enfüsî tefekkür ve araştırmalardan maksat da budur: Zihin kendi saplantılarından kurtarılacak; mefkûreye hürriyet kazandırılacak ve serbest düşünce adesesiyle vic dandaki bu ince yazılar okunmağa çalışılacak… Bu yolla kal bin derinliklerine bakmağa kendini alıştırmış nice kimseler vardır ki, iç müşâhede ve iç duygularıyla, elde ettikleri vâridâtı, hiçbir kitapta görmeleri mümkün değildir. İlâhî kitapların remiz ve işaretleri dahi, ancak bu adese altında kendilerine has renklilikleriyle zuhur ederler. Bu ufku göremeyen ve kendini aşamayanlar ise, bundan hiçbir zaman, hiçbir şey anlayamayacaklardır.

Şimdi, gelelim meselenin ikinci yönüne. Acaba bu mukavele ne zaman yapıldı? Hemen arz edeyim ki; bu mevzuda, âyet ve hadis olarak bir şeyin gösterilmesi oldukça güçtür. Ancak bir kısım tefsircilerin, bir kısım beyanlarından bah setmek mümkündür.

Bu icap ve kabul , spermin dölyatağı na seyahati esnasında olmuştur. Cenin in insan şeklini iktisap ettiği zaman olmuştur. Veyahut, çocuğun rüşde erdiği, kendini bildiği zaman olmuştur… ilh.

Bütün mütalâaların kendilerine göre müdafaa yol ve usûlleri de vardır. Ne var ki, bunlardan birini diğerine tercih ettirecek; hatta bunlardan başka bir diğer hususu râcih kılacak ciddî bir sebep göstermek de bir hayli zordur.

Bu misak ruhlar âleminde olabildiği gibi, ruhun kendi atomlarıyla münasebete geçtiği başka bir âlemde de olabilir. Embriyolojik safhaların herhangi bir devresinde olduğu gibi, rüşde erileceği ana kadar geçen herhangi bir devrede de olabilir…

Düne bugünle beraber seslenen ve dünü bugünle beraber duyan ve dinleyen Allah (celle celâluhu) bütün bu devrelerin hep sinde de bu mîsâkı almış olabilir. Bizler, vicdanlarımızın de rinliklerinden gelen böyle bir sesi duymakta ve kalbimizin bu bezme şehadetine muttali bulunmaktayız.

Ne var ki, mide, açlığını kendine has diliyle anlattığı, vücut, elem ve acılarını kendi kelimeleriyle dile getirdiği gibi, vicdan da kendi dilini kullanarak, kendi terminolojisine sadık kalarak sözleşmelerden bahisler açıyor, duyduğu acı ve ızdıraplar için inliyor; verdiği sözde sadık kalmak için çırpınıyor ve muttasıl bir dalgalanma hâlinde heyecanlarını sürdürüyor. Bir çocuk gibi, iniltileriyle dikkati çektiğinde, kendini mesut ve talihli sayıyor; hâlini anlatamadığı, derdine nigehbân bulamadığı zamanlarda da inkisar içinde kıvranıp duruyor.

En yüce hakikate pırıl pırıl bir ayna olan gönül, ne zen gin bir kütüphane, ne muhteşem bir kayıt defteri, ne âlî bir mahfazadır ama; ondan anlayan mütalâacının nazarında!..

* * *

Editör: EKREM ERDEM