Kalu-belâ ne demektir?

Kalu-belâ ne demektir?

Bu sözler, Yaradan’ın yarattıklarıyla; hususiyle insanla olan mukavelesine ait bir kısım sözlerdir ki, bu mukavelede: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorulur. Karşılığında da: “Evet, Rabbimizsin.”(A’raf sûresi, 7/172) cevabı alınır. Bu meselenin iki yönü vardır: Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur? Ne zaman sorulmuştur? Birinci şık itibarıyla, birkaç mülâhaza arz edilebilir. 1) İnsan henüz hiçbir şey

EKREM ERDEM 10 Ocak 2023 BLOG

Bu sözler, Yaradan’ın yarattıklarıyla; hususiyle insanla olan mukavelesine ait bir kısım sözlerdir ki, bu mukavelede: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorulur. Karşılığında da: “Evet, Rabbimizsin.”(A’raf sûresi, 7/172) cevabı alınır.

Bu meselenin iki yönü vardır:

  • Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur?
  • Ne zaman sorulmuştur?

Birinci şık itibarıyla, birkaç mülâhaza arz edilebilir.

1) İnsan henüz hiçbir şey değilken “var olma” emrini alması ve onun da bu emre, “evet” demesi ki; tekvînî mahiyette bir soru-cevap ve bir mukavele sayılır.

2) İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, her şeyi bir kemâle doğru sevk edip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette onlardan bir söz ve mîsâk almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatinin çok üstünde, Kafdağı’ndan ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin “varetme” teklifine “evet” demesinden ibaret sayılabilir.

Bu iki şekilde cereyan eden “soru-cevap” veya “teklif ve kabul” söz ve beyanla değil gibidir. Buna binâen, bir kısım tefsirciler bu mukaveleye istiâre-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukavele nazarıyla bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevap verilmiş ve öyle hukûkî kıymeti hâiz bir sözleşme kabul edilmiş; yoksa, beyanla ve yazışma ile yapılmış bir akit değildir.

Aslında, bin bir çeşit hitap ve bin bir çeşit cevap sahibi Rabbin, “hitap ve cevap” indeksini nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüften sâlim olamaz. Yeri gelince ona da temas edeceğiz.

3) Bu türlü bir ikrar isteği ve şehâdette bulunma sözleşmesi, insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka bir şey olmadığını anlamasından ibaret, bir nefis mârifeti, bir “Nefsini bilen Rabbini bilir.” (1) hakikatini temsil; bir mahiyet âyinesini seyre koyulma ve bu yolla şuuruna akseden rengârenk hakikatlerin petekleşmesine şâhit olma ve bu şehâdeti ilân etmektir. Ne var ki, bu icâp ve kabul; bu söz verip-söz alma, bu duyma ve duyurma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok ikaz ve tenbihlerle duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşâdın ehemmiyeti de, bu noktadan ileri gelmektedir.

İnsana emanet edilen nefis veya benlik “ego”, Yaratıcı’nın yüce varlığını bilmek ve itiraf etmek için ona verilmiştir. Zaten onun varlığının gâyesi de bu bilme ve itiraftan ibarettir. Binâenaleyh, insan, varlığıyla O’nun varlığını, sıfatıyla O’nun sıfatlarını gösterdiği gibi, kusurlarıyla O’nun kemâlini, ihtiyaçlarıyla O’nun servet ve gınâsını, aczi ve fakrıyla O’nun iktidar ve ihsanlarını gösterir. Bu bir ilk mevhibe ve ilk ihsandır. Bu ilk ihsana terettüp eden idrak ve irfan ise, her varlıkta onun varlığını; her ziyâda O’nun nurunu hissettiği yüce Yaratıcı’yı, ilân ve itiraftır. Bu ise “elestü” ve “belâ” mukavelesi demektir.

Bu sözleşme, kudret ve iradenin yazdığı muhteşem kitabın mânâsını anlama ve hâdisat satırlarının sırlarını kavrama neticesinde, âdeta bir “icâp ve kabul” gibidir.

4) Bu sözleşme ve sözleşme içindeki sual-cevap, cismâniyete göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (cc) bütün varlıklara, kendi mahiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlûkattan yükselen sesleri, sadâları dinler.. anlar ve yerine göre onları is’âf eder, yerine getirir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle meramını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (cc), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anlatır; insan ve kâinatı şerh eder; yarattıklarından sözler alır, mîsâklar yapar ve mukavelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi “kelâm-ı lâfzî” cümlesindendir. Bir de, bize göre kelâm ve beyan olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitap tarzına kadar, Hakk’ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, “kelâm-ı nefsî”nin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir.

Allah’ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dairede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dairenin “alma-verme” keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dairelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka daireye göre ne duymak, ne de tespit etmek mümkün değildir.

Aslında bizlerin, her şeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir. Zira, bugün artık anlamış bulunuyoruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak, milyonda birkaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak, o kadarını görebilmekteyiz. Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve görmediğimiz âlemlere nispeten hiç hükmündedir.

Bu itibarla, Cenâb-ı Hakk’ın zerrelerle konuşması, sistemlere emirler vermesi, terkipler, tahliller yapması, çok yüce buutlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tespit edilmesi mümkün olmayacaktır.

Allah (cc) zerrelerle mukavele yapacak, moleküllerle mukavele yapacak, hücrelerle mukavele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukavele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tespit edemeyeceğiz.

Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhta bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa…

İnsan ruhu, müstakil bir varlıktır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vuzûha kavuşmuştur. Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mevzûu hâline getirdi ki, ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mehâfil kalmadı… Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzû teşkil eden ruhun üzerinde başka zaman durduğumuz için, şimdilik mevzûumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz.

Ruh, insan bedeninden evvel ve bir bakıma zamanüstü mahiyete sahip bulunduğundan, mîsâkla alâkalı icâp ve kabul onunla yapıldığı takdirde, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız kat’iyen mümkün olmayacaktır. Evet, o rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekilde konuşuyor, telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhâbere temin edip anlaşabiliyor ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, komunizmin hakim olduğu dönemde Sovyetler Birliği’nde dahi -materyalist bir dünya olması itibarıyla çok mânidârdır- alâka görüyorsa, ruhun kendine mahsus konuşması kabul ediliyor demektir. Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitâbetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev’i şahsına mahsus tedâileriyle ortaya çıkacaktır.

Binâenaleyh, “elest” bezminde de ruhlar Rab’le mukaveleye çağrıldılar. Cismâniyet berzâhı arada olmadığı için, her şeyi ayan beyan gördüler ve “evet” diyerek böyle bir mukaveleye imza attılar. (A’râf, 7/172) Ancak günümüzde çokça bulunduğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve mîsâka rastlamadılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü ne o âleme bir bakışları, ne de o âlemle ilgili bir araştırmaları olmuştu. Aslında, Kant’ın; Yaratıcıyı tarif istikametinde yazılan bütün kitapları arkaya atarak, Bergson’un, umum kâinata sırt çevirerek dinlemek istedikleri sessiz kitap da işte bu idi… Ruh dinlenilecek; ruhun ilhamlarına kulak verilecek; vicdanın dilini anlama lâboratuvarları tesis edilecek ve şuura akseden indekste hakikatin çehresi görülmeye çalışılacak…

Bu kitap başlı başına yüce hakikatin en yanılmaz şâhidi ve mukaveleye imza atan âkittir; ama, böyle bir dili öğrenme cehdinden mahrum olanlara bunu anlatmak çok da kolay olmayacaktır.

Şayet kafalar şartlanmışlıktan arınabilseydi, insan, vicdanının bu ilk mîsâka “evet” dediğini duyacak ve görecekti. Aslında âfakî ve enfüsî tefekkür ve araştırmalardan maksat da budur: Zihin kendi saplantılarından kurtarılacak; mefkûreye hürriyet kazandırılacak ve serbest düşünce adesesiyle vicdandaki bu ince yazılar okunmağa çalışılacak… Bu yolla kalbin derinliklerine bakmağa kendini alıştırmış nice kimseler vardır ki, iç müşâhede ve iç duygularıyla, elde ettikleri vâridatı, hiçbir kitapta görmeleri mümkün değildir. İlâhî kitapların remiz ve işaretleri dahi, ancak bu adese altında kendilerine has renklilikleriyle zuhur ederler. Bu ufku göremeyen ve kendini aşamayanlar ise, bundan hiçbir zaman, hiçbir şey anlayamayacaklardır.

Şimdi, gelelim meselenin ikinci yönüne. Acaba bu mukavele ne zaman yapıldı? Hemen arz edeyim ki; bu mevzûda, âyet ve hadis olarak bir şeyin gösterilmesi oldukça güçtür. Ancak bir kısım tefsircilerin, bir kısım beyanlarından bahsetmek mümkündür.

Bu icâp ve kabul, spermin dölyatağına seyahâti esnasında olmuştur. Ceninin insan şeklini iktisap ettiği zaman olmuştur. Veyahut, çocuğun rüşde erdiği, kendini bildiği zaman olmuştur… ilh.

Bütün mütalâaların kendilerine göre müdâfaa yol ve usûlleri de vardır. Ne var ki, bunlardan birini diğerine tercih ettirecek; hatta bunlardan başka bir diğer hususu râcih kılacak ciddî bir sebep göstermek de bir hayli zordur.

Bu mîsâk ruhlar âleminde olabildiği gibi, ruhun kendi atomlarıyla münasebete geçtiği başka bir âlemde de olabilir. Embriyolojik safhaların herhangi bir devresinde olduğu gibi, rüşde erileceği âna kadar geçen herhangi bir devrede de olabilir…

Düne, bugünle beraber seslenen ve dünü bugünle beraber duyan ve dinleyen Allah (cc) bütün bu devrelerin hepsinde de, bu mîsâkı almış olabilir. Bizler, vicdanlarımızın derinliklerinden gelen böyle bir sesi duymakta ve kalbimizin bu bezme şehâdetine muttali bulunmaktayız.

Ne var ki, mide, açlığını kendine has diliyle anlattığı, vücut, elem ve acılarını kendi kelimeleriyle dile getirdiği gibi, vicdan da kendi dilini kullanarak, kendi terminolojisine sadık kalarak sözleşmelerden bahisler açıyor, duyduğu acı ve ızdıraplar için inliyor; verdiği sözde sadık kalmak için çırpınıyor ve muttasıl bir dalgalanma hâlinde heyecanlarını sürdürüyor. Bir çocuk gibi, iniltileriyle dikkati çektiğinde, kendini mes’ut ve talihli sayıyor; hâlini anlatamadığı, derdine nigehbân bulamadığı zamanlarda da inkisar içinde kıvranıp duruyor.

En yüce hakikate pırıl pırıl bir ayna olan gönül, ne zengin bir kütüphâne, ne muhteşem bir kayıt defteri, ne âlî bir mahfazadır ama; ondan anlayan mütalâacının nazarında!..

* * *

Editör: EKREM ERDEM