İslâm inancına göre Tenâsüh doğru mudur?

En ibtidâî cemaatler arasında dahi, tenâsüh akîdesine rastlamak mümkündür. Ancak, inanç, millî kültür ve muhit farklılığı itibarıyla, o da farklı görünümlerde olmuştur. Bir Mısır tenâsüh anlayışıyla, Ganj’ın ebediyetle büyülenmiş insanının tenâsüh anlayışı arasında ciddî farklılıklar vardır. Hele Atinalı filozofların zengin ve rengin ifadelerinde, bambaşka bir hüviyet kazanır. Tenâsüh, çeşitli metapsişik tecrübelerin yaygınlaştırıldığı günümüzde de bir

EKREM ERDEM 10 Eylül 2021 BLOG

En ibtidâî cemaatler arasında dahi, tenâsüh akîdesine rastlamak mümkündür. Ancak, inanç, millî kültür ve muhit farklılığı itibarıyla, o da farklı görünümlerde olmuştur. Bir Mısır tenâsüh anlayışıyla, Ganj’ın ebediyetle büyülenmiş insanının tenâsüh anlayışı arasında ciddî farklılıklar vardır. Hele Atinalı filozofların zengin ve rengin ifadelerinde, bambaşka bir hüviyet kazanır.

Tenâsüh, çeşitli metapsişik tecrübelerin yaygınlaştırıldığı günümüzde de bir hayli meşhurdur. Ancak o, bugün, ruhların muhâceretini bir inanç sistemi hâline getiren mezhep gibidir. Hususîyle sosyete mahfillerinde maddenin yetersizliğine bir reaksiyon olarak, bu türlü hâdiselere o kadar ciddî bir alâka vardır ki; nerede birkaç kişi bir araya gelirse hep, ruhların temessülünden, rehberliklerinden; anti-fizik’in fiziğe ve onun kanunlarına tesirinden; hatta bir kısım ruhların ikaz ve irşatlarından veyahut aksine, baştan çıkarma ve saptırmalarından bahisler açılır ve söz edilir.

Sadedinde bulunduğumuz soru-cevap mevzûu, ne bütün bir tenâsüh tarihine, ne de günümüzün metapsişik ve parapsişik vak’alarını anlatmaya aktarmaya yetmeyeceğinden, soruda mevzû edilen tenâsühün menşelerine işaret ederek asıl meseleye geçmek istiyorum.

Bir kısım çevreler, tenâsüh akidesinin çok köklü ve kadîm olduğu kanaatindedirler. Hatta, bunun için bir sürü tarihî üstûreye baş vurulmakta, Herodot’un naklettiği -çoğu yalan- hikayelere birer hakikat nazarıyla bakılmakta ve hatta, “Ovide’in” eserlerindeki rengin ve zengin masallar bu işe mesnet yapılmağa çalışılmaktadır. Bu arada, bir kısım kimseler bu “ruhlar seyr-ü seferi”nin sadece insanlar arasında cereyan etmekle kalmayıp, hayvanlara, hatta otlara kadar uzayıp gittiğini iddia etmektedirler. “Camkitinüma” şârihinin beyanına göre: Tenâsühcüler, ruhların bütün bir varlık âlemini içine alacak şekilde muhâceret mecbûriyetinde olduğu kanaatindedirler. Bir alay ruh, insanların bedenlerinden hayvanlara, onlardan nebat âlemine, cansızlara ve madenlere.. böyle karalardan denizlere, denizlerden karalara bitip tükenme bilmeyen cebrî bir sevkiyât ile devam eder durur. Ruhun bir insan bedeninden diğer insan bedenine intikaline “nesh”, kendine münasip bir hayvan bedenine geçmesine “mesh”, ot ve ağaçlara girmesine “resh”, madenlere hülûluna ise “fesh” derler.

Bu anlayışta âlemşümûl bir ruh telâkkisinin kabul edilmesinin tesiri var mıdır? Hülûl ve ittihatla alâkası ne kadardır? Mevzûu dağıtmadan hemen arz edeyim ki; inhiraf etmiş bu iki düşüncenin tenâsühe menşe olduğunu kabul etmemek oldukça güçtür. Hatta Taylor, tenâsüh anlayışının, ruh’un müstakillen bekâsıyla çok alâkadar bulunduğunu söyler. Bu anlayışa göre uzun asırlar, evlât ve torunların atalarına benzemesini de tenâsühle izâha kalkışmışlardı ki, bugün pek âlâ verâset kanunuyla izâh edilebilmektedir.

Tenâsühün, evvelâ Nil havzasında geliştiği söylenir ki, mumyaların sevimsiz çehrelerinde, ehramların esrarengiz bina edilişlerinde, hemen hemen bu sezilmektedir. Mısır’dan Hindistan’a ve oradan da Yunanistan’a götürülen bu düşünce, bir tarafta filozofların sehhâr beyanları, beri tarafta da, Ganj ve Send havzasının sonsuzluk fikriyle büyülenmiş insanın nağmeleri arasında, ebediyet isteyen insan gönlünün ümit ve tesellisi haline getirilmiştir. Bir kısım Kabbalistler tarafından daha sonraki dinlere ve hatta kelâmcıların bütün reddedici gayretlerine rağmen bir kısım mutasavvifeye de bulaştırılmış oluyordu. Ve bu arada, her iddiacı ortaya attığı şeyi ispat etmek için, bir kısım deliller de getiriyordu. Meselâ: Kabbalistler Tevrat’taki Niobe’nin mermer olmasını ve Hz. Lût’un zevcesinin tozdan bir heykel hâline gelmesini, daha sonrakilerin ise, Yahudilerin bir kısmının maymuna ve bir kısmının da hınzıra dönüşmesini zikrettikleri gibi.. bir kısım kimseler de hayvanlardaki sevk-i ilâhîyi ve nebât âlemindeki baş döndürücü nizam ve âhengi, ağaçlaşmış veya hayvanlaşmış birer insan ruhu ile idare edildiklerini kabullenecek kadar, işi ileriye götürüyor ve her şeye bir ruh kesip biçiyordu.

Aslında, aceleden verilmiş böyle bir hükmün, değil cansızlar ve nebat âlemine tamimi, insanlık âlemi için bahis mevzû edilişi dahi, o kadar tekellüflüdür ki, az bir düşünce ile öyle olmayacağı hemen anlaşılır.

Cansızlar ve nebatlar için bir program ve kaderîliğin bahis-mevzûu olduğunda şüphe yoktur. Ancak onlardaki nizam ve ölçüyü, onların içinde eskiden yaşamış tecrübeli ruhlarda aramak oldukça gülünç ve o kadar da mesnetsizdir. Vâkıa ağaç ve otların birer hayat-i nebâtiyeleri vardır, fakat bu hiçbir zaman alçalmış bir insan ruhu olmadığı gibi, yükselmeye hazırlanan ve insan olmaya namzet bulunan bir ruh da değildir.

Bu kadar umumî araştırmalara rağmen, hiçbir nebattan, kendisini idare eden tecrübeli bir insan ruhu’nun mevcudiyetine dair bir mesaj alınamadığı gibi, şu anda insanlık devresini sürdürdüğü kabul edilen, hiçbir ruhtan da, onun nebatî ve hayvanî hayatına dair bir hâtıranın tespit edildiği gösterilememiştir. Hâlbuki, bu husustaki iddialar arasında, eski mâlûmat ve müktesebâtın intikali de, mühim bir esas olarak üzerinde durulan meselelerdendir. Ne var ki, şu âna kadar bir iki akıl hastasının hezeyanından başka ve bir iki sansasyonel haberden gayri bir şey de bilmemekteyiz.

Tevrat’ta mevzû edilen Niobe’nin mermer ve Hz. Lût’un zevcesi Edithe’nin tozdan bir heykel hâline gelmesi, hiçbir zaman tenâsühe delil sayılmaz. Müsamahalı davranıp böyle bir şeyi kabul etsek bile, ruh kabzedilmiş, ceset ve mâruz kaldığı belânın keyfiyetine göre, ya yakıcı bir atmosferle toz toprak olmuş veya lâvlar altında kalan cansız cesetler gibi taşlaşmış demektir. Nitekim, dünyanın her yöresinde karşılaşılan bu kabil fosiller sayılmayacak kadar çoktur. Pompei’nin, Vezüv’ün püskürttüğü lâvlarla bir kül yığını hâline gelmesinden asırlarca sonra yapılan kazılar, karşımıza bir sürü mermerleşmiş Niobe çıkardı. Bugün sayfa sayfa bu enkaz yığınlarını çevirip dururken, ibretle seyrettiğimiz nâpak alınlarda utanç ve hacâlet dolu bir hayatın, insanı kudurtmuşluğu hissedilmekte ve ilâhî gazabın eserleri görülmektedir. İbret alınsın diye istikbâlin koruyucu sinesine teslim edilen bu etnoğrafik materyali tenâsühle tefsir etmek, hiçbir mesnede dayanmadan ortaya atılmış bir iddia ve işi hafife almaktan ibarettir.

Tenâsüh, vefat eden insanların ruhlarının başka cesetlere girip seyr-ü seyahatından ibaret ise, burada hangi ruh hangi cesede girmiştir. Belki pek çoğu itibarıyla mücrim bir topluluğun ruhları kabzedilmiş, arkadan gelenlere bir ders ve ibret olsun diye, cesetleri de taş haline getirilmiştir.

Mısır’da, Yunan’da ve Ganj havzasında tenâsüh akidesi su-i istimal edilmiş bir âhiret inancına ve ruhun bekası arzusuna dayalı olarak gelişmiştir. Ne “Ahen-Aten”in Mısır’ında, ne de “Pythagore’un “Yunanistan”ında tahriflerin doğurduğu tenâsühü kimse bilmiyordu. Aten’e göre, insanın yerdeki hayatının sona ermesiyle, semavî bir hayat başlar. Buna göre insan ölür ölmez ruhu yükseklerdeki “mahkeme-i kübra”ya varmak üzere yola çıkar ve yüksele yüksele Osiris’in huzuruna ulaşır. Huzura ulaşan her ruh, şu şekilde hesap verir: “Huzuruna günahsız geldim, ve hayatımda rabbanîleri hoşnut edecek her şeyi yaptım. Kan dökmedim, hırsızlık etmedim, fesat çıkarmadım ve huysuzluk yapmadım. Zinâ irtikabında bulunmadım…” Bunları söyleyen Osiris’in cemaatine katılır. Söylemeyen ve terazisi ağır basmayan, Cehennem’e atılır ve orada zebânîler tarafından parça parça edilir.

Yine, Aten dinine ait imanî hakikatleri aksettiren kitabelerde şu saf ve dupduru inanışı görüyoruz: “Senin yaptıkların pek çok ve çoğunu da gözümüz görmez. Ey biricik ilâh ki, senin kuvvetine kimse mâlik değildir. Sen bu arzı istediğin gibi yarattın ve sen yalnızdın. İnsanlar ve büyük-küçük yer yüzünde ayaklarıyla yürüyen bütün hayvanlar ve yükseklerde kanatlarıyla uçan bütün kuşlar, hepsine lâyık olduğu yeri sen seçersin ve bütün ihtiyaçlarını da sen görürsün… Bütün güzellikler senin sayende şekil alır ve bütün gözler bunlardan seni görür. Sen benim kalbimdesin…”[1] Hiçbir şey ilâve etmeden kaydettiğim şu mülâhazalar, takriben bundan dört bin sene evvel Mısır’da birer büyük hakikat olarak kabul edilen şeylerdi.

Yunan’da da, haşir ve bekâ-i ruh akîdesi oldukça sağlamdı. Büyük filozof Pythagore, cesetten ayrılan ruhun kendine mahsus bir hayatı olacağını ve esasen ruh, arza inmezden evvel bu hayata mazhar bulunduğunu ve yeryüzüne bir kısım mükellefiyetlerle geldiğini ve burada yapacağı fenalıklara karşı cehenneme atılacağını ve zebânîler tarafından parçalanacağını; bunun aksine iyilikler yaptığı zaman da yüksek mertebeler ve mesût bir hayata mazhar olacağını ifade etmektedir ki, aktarmalarla karıştırılan bir kısım aksaklıkların olabileceğini peşinen kabul edip, sonra anlatılanlara bakacak olursak, doğruya çok yakın bir haşir akidesinin rengin bir edâ ile ele alınmış olduğunu görürüz. Eflâtun’un “Cumhuriyet” kitabındaki beyanatı da bundan farksızdır. Eflâtun’a göre “Bedenden ayrılan ruh, cismanî hayatı büsbütün unutur ve yalnız hakikatin tefekkürüyle meşgul kalır. Bu hâliyle o, kendine münasip bir âleme, hikmet ve ebediyetle doygun lâhûtî bir âleme yükselerek, orada noksanlıklardan, hatalardan, korkulardan hatta maddî hayatta onu kıvrandıran muhabbetlerden, aşklardan.. hâsılı, beşer tabiatının gereği gibi bütün fenalıklardan âzâde olarak yüksek bir saadete ve rabbânîlerle içli-dışlı bir hayata nâil olur.”

Aslında düşünce sistemleri böyle olan milletlerin akîdelerinde tenâsühvâri şeyler göze çarpacak olursa, artık bunun tahrif mahsûlü olmasından şüphe etmemek gerektir.

Mısır’da kök salan tenâsüh akîdesi, bir baştan bir başa bütün Nil havzasında türkülere ve destanlara mevzû olduktan sonra, Yunan filozoflarının velût dimağlarıyla daha rengin, daha hayalî kisvelere bürünerek masallara girdi ve topyekün yeryüzünün ustûresi hâline geldi.

Bu anlayışın esiri Hintli, maddeyi Brahman’ın son tecellîsi saymakta ve ruh ile cesedin birleşmesini bir düşüş ve bir şer telâkki etmektedir. Buna mukâbil, ölümü beşerî kusurlardan tecerrüt; vecd ve istiğrâka yükselmelere vesile ve gerçeğe visâl saymaktadır. Hinduizmin en mühim kitabı olan “Vedanta”da ruh, Brahman’ın bir cüz’ü, bir şeraresi tasavvur edilmekte ve bunun kalıptan kalıba intikal ederek, aslına avdet edeceği âna kadar, ızdıraptan kurtulamayacağı anlatılmaktadır. Ruh, maksadı olan “Marifet-i Mukaddese”yi benlikten ve ona ait bütün kötülüklerden sıyrılarak, bir nehrin denize koşması gibi, Mâbud-û Mutlak olan Allah’a koşmakla elde eder. Vuslat olunca da, Budizm’in Nirvana’sı gibi mutlak sükûn ve huzur hâsıl olur. Ne var ki, Budizm’le bir durgunlaşma ve hareketsizlik hüküm-ferma olmasına karşılık, Brahmanizm’de aktif bir ruh vardır.

Tenâsüh akidesi daha sonraları bazı Yahudilerce de benimsenmiştir. Kabbalistler tarafından İskenderiye kilisesi gibi bir kısım manastırlara sokulan tenâsüh düşüncesi, Gulât-ı Şiâ tarafından ehl-i İslâm arasına az dahi olsa girebilmiştir. Tenâsühe kâil olan eski-yeni bütün milletlerde, ortak bir düşünce göze çarpmaktadır. O da; hulûl ve ittihat. Atenizm’de Ahen-Aten, Brahmanizm’de Brahman, Yahudilik’te Uzeyr (as), Hıristiyanlık’ta Hz. Mesih (as) ve Gulât-ı Şiâ’da ise Hz. Ali (ra) hep aynı şey olarak kabul edilmek suretiyle, âlemşümûl bir hata işlenmiş ve aynı inhiraf çizgisinde birleşilmiştir. Bunun dışında, bir kısım mutasavvifenin beyanlarında tenâsühü iş’âr eden sözler ise, ya garazlı kimselerin karıştırmaları veya tevile tâbi tutulması gerekli olan remizlerdendir. Ehl-i Sünnet ulemâsı; hadisçisinden fıkıhçısına, ondan tefsir ve kelâmcısına kadar, bu anlayışın, İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunda ittifak hâlindedirler. Her ferdin kendi kaderiyle yaşaması, kendi kaderiyle ölmesi ve kendi serencâmesiyle haşrolması; sonra imtihan hakikatinin muayyen ferde bakması, muayyen muhatabın kendi sevap veya günahıyla aynı muayyeniyet içinde hesaba çekilmesi gibi hususlardan ötürü, tenâsüh akîdesini merdut görmüşlerdir.

Bu meseleyi vâzıhan intikal ettirebilmek için, gelecek hususların serdedilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz! Evet, aşağıda anlatılan şeyler muvâcehesinde, tenâsüh akîdesini kabul etmek mümkün değildir:

1) Haşir akidesi açısından, her ferdin hesabı, kendi hayatının girinti ve çıkıntılarına göre olacaktır. Buna göre, binlerce cesede girmiş-çıkmış bir ruh, hangi şahsiyetiyle haşrolacak ve hangi durumuna göre ceza veya mükâfat görecektir.

2) Bu dünya imtihan için açılmıştır. İmtihan da gaybe iman esası üzerine cereyan etmektedir. Yaptığı kötülüklerin cezasını aşağı bir mahlûk suretinde yaşayan bir ruh, ikinci bir cesede girme fırsatını bulunca, hem mesele gaybîlikten çıkacak, hem de görüp tattığı ızdıraplardan ötürü, sürekli beden değiştirme işini sona erdirebileceği bir yola girecektir ki, bu da tenâsüh düşüncesinin kendi kendini nakzetmesi, kendi kendini yıkması demektir.

3) Her ferdin mutlak saadete namzet olabilmesi için böyle çok ızdıraplı bir ruhlar muhâceretine lüzum görüldüğü takdirde, Allah’ın zalimlere ceza, iyi kimselere de, mükâfat va’di abes olacaktır. Bu ise Zât-ı Ulûhiyet hakkında muhâldir, bâtıldır.

4) Kur’ân ve sâir semavî kitapların, günahların affedileceğine dair olan beyanları, affedilebilmek için ruhların ızdıraplı ve uzun seyahatlerini fuzûlî ve mânâsız göstermektedir. Rahmeti Sonsuz olana şâyeste olan da budur. Buda, bir sükûnet ve bir atâlet olan “Nirvana”sını bu meşakkatli yolculuktan daha huzur verici bulmuş olacak ki, Brahmanizm muzdariplerini daha huzurlu bulduğu bu ufka davet etmektedir.

Bizde ise, affedilmeyecek günah yoktur. Ve Allah (cc) tevbe eden herkesin günahını bağışlayacağını vadetmektedir. Bu hususta günahının azlığına çokluğuna bakılmadığı gibi, son dakikalara kadar ferdin günah içinde bulunmasına da bakılmayacaktır. Bütün hayatı isyanla geçmiş bir mücrim, bir tek saatlik nezih hayatıyla, Allah’ın rahmetine mazhar olabilir…

5) Kezâ tenâsüh devr-i dâim yücelebilmek için, uzun ve yorucu seyahat, Cenâb-ı Hakk’ın hususî iltifat ve rahmetine zıttır. Zira, o istediği zaman erâcif içinde aldığı en pesbayağı şeyleri dahi som altın hâline getirir ve en kıymetli yapar. Bu da onun, hususî atâyâsı, husûsi ihsânıdır.

6) Peygamberlere uyan kimseler arasında; ilk hayatları itibarıyla çok şerli kimseler de bulunuyordu. Bu insanlar, uzun, kirli bir geçmişten sonra, velîleri çok geride bırakacak kadar muallâ bir mevkiye yükselmeleri o kadar vâkidir ki, aksine fikir beyan etmek âdeta imkânsızdır. Böyle, bir hamlede ve bir nefhada olgunluğun zirvesine yükselmek, Allah’ın lûtfunu ifade ettiği gibi terakkî için umûmi bir muhâceretin yersizliğine de parmak basmaktadır.

7) Her ceset için ayrı bir ruh kabul etmek, Kudreti Sonsuz olan Allah’ın sonsuz yaratıcılığına imanın ifadesidir. Bunun yerine bir tabur ruhu bütün cesetlere sokup çıkarmak, Kudreti Sonsuza âcizlik isnadını işmâm eder. Bu noktada dahi tenâsüh akîdesinin akla mülâyim gelmediği açık ve vâzıhdır.

8) Bundan başka yeryüzünde yaşayan dört milyar insanın hiç olmazsa birkaç milyonunda, başka cesetteki sergüzeşt-i hayatlarına dair bir kısım emâreler bulunmalı değil miydi? Hiç olmazsa, bazı kimselerde, birkaç kere dünyaya gelip gitmiş olmadan birikmiş umumî bir kültür olamaz mıydı? Bunun dünya nüfusuna göre binde bir olması dahi, ne büyük rakamlara ulaşacağı düşünülecek olursa, her yerde böyle birkaç insanla karşılaşma zarureti, kendiliğinden ortaya çıkmaz mı? Hâlbuki nerede!?.

9) Bir de, toplumun hemen her kesiminde eski bir ruh taşıyan her fert, 3-4 yaşına girer girmez, bütün eski müktesebatıyla görünmesi gerekmez miydi? Bu hususta şimdiye kadar kaydedilmiş tek vak’a gösterilebilir mi? Bazı dâhi ve ilhama mazhar kimselerde bir kısım hârikalar görülse bile bu, hazır bir malûmâtın kullanılmasından daha çok, ya semâvî desteklenme veya yüce fetânetin eşya ve hâdiseleri kavramasından ibarettir.

Şimdiye kadar bir-iki akıl hastasının hezeyanıyla yine bir-iki gazetenin neşrettiği sansasyonel haberden başka, herhangi bir cesedin başkasına ait bir ruhla yaşadığını gösterir, müdellel bir şeyden bahsetmek mümkün değildir.

10) Sâir canlılarda insanî fonksiyonları gösterir, herhangi bir emâre keşfedilmemiştir. Hâlbuki, daha evvelki cesette kazanılmış bir kısım hususiyetleri taşıyan ruh, ne denli aşağı bir hayat yaşarsa yaşasın, fıtratın sınırlarını zorlayacak bir kısım infiâlleri olacaktı. Botanik çalışmaları çok ilerlemiş olmasına rağmen, bugüne kadar tenâsühü işmam eder herhangi bir garabete rastlanmamıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki, tenâsüh akîdesi, eski toplumlar arasında bir inanç inhirafı olarak yaşadığı gibi, günümüzün insanında da, habis ruhların aldatmacalığından ve şeytanların, bazı bünyelere girip hâkim olmasından öteye herhangi bir hakikati yoktur. Evet, En Doğru Sözlü’nün beyanıyla, şeytanın kan damarları içinde dolaştığını,[2] kalb ve kafayı tesir altına aldığını öğreniyor, tenâsüh denen hezeyanın iç yüzüne biraz daha muttali olabiliyoruz.

Zaten hiçbir tecrübeye dayanmayan ve aklî mesnedi bulunmayan ve hele vahye müstenit olmayan böyle bir hurafeye, yaratılış itibarıyla çok şerefli olan insanın inanması asla düşünülemez. İşin doğrusunu O bilir.

                                 * * *

 Editör: EKREM ERDEM