HABER ANALİZ – Almanya Dışişleri Bakanlığı Kültür Bölümü Başkanı Andreas Görgen, 20 Temmuz 2020 tarihinde Din ve Dış Politika Projesi (RfP, Religion und Außenpolitik, Religions for Peace)”ne Almanya Müslümanlar Merkez Konseyi (ZMD) Başkanvekili Avukat Nurhan Soykan’ın danışman olarak ataması yoğun tartışmalar yaratmıştı. Kamuoyundan gelen tepkiler üzerine Dışişleri Bakanlığı geri adım atarak, önümüzdeki günlerde yeni bir
Kamuoyundan gelen tepkiler üzerine Dışişleri Bakanlığı geri adım atarak, önümüzdeki günlerde yeni bir müzakere süreci başlatılacağını duyurmuştu. Hristiyan Demokrat Birlik’in (CDU) din politikaları uzmanı Christoph de Vries, Almanya Müslümanlar Merkez Konseyi adlı çatı kuruluşunun “sorunlu” bir örgüt olduğunu, söz konusu çatı kuruluşunun üyeleri arasındaki güçlü derneklerin istihbarat tarafından ya Müslüman Kardeşler ya da Ülkücü Hareket’e ait görüldüğünü söylemişti; Müslümanlardan geri adıma tepki yağmıştı.
Bu nedenle Nurhan Soykan’ın projeye danışman olarak atanmasına karşı çıkan Christoph de Vries, Dışişleri Bakanlığının kararından geri atmasından ise memnuniyet duyduğunu açıkladı.
Almanya hali hazırda kültür ve etnik unsur çeşitliliği içeren bir ülke ve zamanla giderek daha fazla hale gelmektedir. Nüfusun beşte biri göçmenlerden ve onların çocuklarından oluşuyor ve Almanya’nın en büyük şehirlerinde 6 yaşın altındaki çocukların çoğunluğunun göç geçmişi bulunmaktadır. Alman politikacılar ise, bir yakınlaşma sağlamak için bu göçmenlik ruh halinin izlenmesi ve kontrol edilmesi gerektiğini kabul ettiler.
Avrupa Birliği içinde 2006 yılı civarında sistematik olarak başlatılan Müslümanlara yönelik düşmanlık ister istemez Almanya’da sosyal uyum için somut bir tehdit olarak algılamaya başladı. Berlin’deki federal hükümet, Alman devleti ile Almanya’da yaşayan Müslümanlar arasında “İslam Konferansı” kurumu ile ulusal bir diyalog çerçevesi oluşturmaya çalışırken, akademik camia ve güvenlik kurumları da bu sorunu siyasetin gündemine getirerek devlette paradigmatik bir değişikliğe sevk etti.
Yine de bu tür yukarıdan aşağıya girişimler, Almanya’nın ulusal kimliğini çağdaş demografisiyle uzlaştıran aşağıdan yukarıya bir sürece dönüşmedi. Bunun yerine, “Müslümanların” ülkeye entegrasyonu konusunda Almanya’da hâkim olan olumsuz duygularla tam bir tezat oluşturuyor. Bununla birlikte, aynı zamanda, kanıtlar, Almanya’daki Müslümanların son yirmi yılda ekonomik ve eğitim açısından daha başarılı olduklarını ve genel olarak varsayılandan daha sosyal ve kültürel hayata entegre olduklarını göstermektedir.
Kalıcı Müslüman göçün Almanya’daki ulusal kimliği nasıl etkilediğini ve Alman ulusal kimliğinin göçmenler üzerindeki karşılıklı etkisi zamanla sürekle tartışılır haldeyken Avrupa Birliği’nde Fransa ve Hollanda’da başlatılan en derin Müslüman karşıtı duyguların bir benzeri şekilde Alman kamuoyunda başladı. Müslümanların geri kalmış, fanatik, hoşgörüsüz, ulusal güvenliğine ve ulusal kimliğine tehdit olarak algılanması sorunu Almanya Merkez Bankası Yönetim Kurulu eski üyesi Thilo Sarrazin’in yazdığı 2010’daki en çok satan kitabı “Almanya Kendisiyle Uzaklaşıyor (Deutschland schafft sich ab)”daki Müslümanlara dair tartışmalı tasviriyle sayesinde tartışmalarda daha da belirgenlendi.
Diğer yandan da kalıcı Müslüman göçün Almanya’nın demografik ve sosyal yapısını etkilediği kadar da, göçmenlerin anavatanlarıyla sıkı sıkıya bağlandığı da bir gerçek. Alman devleti ise kamusal alanda Müslümanların olumsuz stereotiplerinin üstesinden gelmeye ve çoğul bir Almanya gerçeğini yansıtan kimlik üzerine yeni bir ulusal anlatıyı desteklemeye ve kimlik üzerinden dış politikada koz olarak kullanma ihtiyacı olduğunu düşündü. Bunun içinde Almanya Dışişleri Bakanlığı Kültür Departmanlığı içinde “Din ve Dış Politika Projesi” başlatıldı. Bu aslında bir süredir Avrupa Birliği Parlementosu’nun “Din ve AB’nin Dış Politikaları (Religion and the EU’s external policies)” projenin bir parçasıdır.
Avrupa Birliği Parlementosu’nun “Din ve AB’nin Dış Politikaları (Religion and the EU’s external policies)”, Almanya İçişleri Bakanlığı’nın her yıl düzenlediği “Alman İslam Konferansı” ile Almanya Dışişleri Bakanlığı’nın “Din ve Dış Politika Projesi”nin bilinmeyen veya fark edilmeyen gerçeklerine;
NEDEN DİN PROJELERİ YAPILMAK İSTENİYOR?
Son günlerde Avrupa Birliği’nde derin ve köklü reformların hayata geçirilmesinin planlandığı, daha doğrusu birliğin lokomotifi Almanya’yı daha ileri taşıyacak bir dizi köklü reformların hayata geçirilmesinin hedeflendiği bir dönemden geçiyoruz. 2009 yılından beri Avrupa’da başlayan ekonomik kriz her geçen gün giderek derinleşiyor ve sessizce sosyal patlamalara doğru evriliyor. Birlik ülkeleri ve hükümetleri soğuk savaş yıllarında olduğu gibi kendilerine yaratacakları gölge bir düşman üzerinden, iç siyasette başarısızlıklarını örtbas ederek 3. ülkelere yayılmacı politikalar izlenilmesi amaçlıyor. Bu nedenle dolgu malzemesinin biriside; İslam!
Avrupa Birliği’nde ilkönce “İslamifobi” gündeme geldi, başarılı olunmayınca; bu sefer Fransa, Almanya, Danimarka ve Hollanda gibi ülkeler uzun süredir varlığı kendinden menkul bir “Müslüman Sorunu”nu icat ettiler. Bir yandan Avrupa toplumlarında yükselen Avrupa Birliği sistem karşıtı öfke faturası “Müslümanlara” karşı kin ve nefreti kanalize edilirken diğer yandan iç ve dış siyasetteki başarısızlıkların üstü örtülüyor. Avrupa’nın dağılan toplumsal ve siyasi birliği İslam düşmanlığı üzerinden yeniden tesis edilmeye çalışılıyor.
Bu amaçla 2020 yılının başında Avrupa Birliği’nin lokomotifi ve hamisi olarak Almanya Federal Dış İşleri Bakanlığı, “Din ve Dış Politika Projesi (RfP, Religion und Außenpolitik, Religions for Peace)” isimli tartışmalı bir etkinlik başlattı. Aynı zamanda Almanya’da yaşayan Müslümanlarla Alman devleti arasında bir iletişim ve diyalog mekanizması olduğunu iddia eden devlete bağlı “Alman İslam Konferansı”da, kendine yeni bir görev tanımı yaptı: “İslam’ı yeniden tanımlamak”
AVRUPA BİRLİĞİ VE ALMANYA’NIN DIŞ POLİTİKASINDA DİNİN ROLÜ
Dip not olarak din, Avrupa Birliği’nin dış politikasında yeni bir boyut olarak ortaya çıktı. Birliğe göre din, aynı zamanda dünya çapında Makedonya, Suudi Arabistan, Türkiye ve Ukrayna gibi bir dizi ülkenin dış politikasında önemli bir rol oynamaktadır. Avrupa’da sekülerleşme tezi uzun süre hâkim iken, 1990’dan bu yana dinin siyasi pratik için önemli olduğuna dair bir artış gözlemlenmektedir.
Bu aynı zamanda dış politika alanı için de geçerlidir. Bunun bir ifadesi, örneğin Dışişleri Bakanlığı’nda “Din ve Dış Politika” departmanının kurulmasıdır. Diğer Avrupa Birliği ülkelerinde de benzer gelişmeler bulunmaktadır. Almanlar, dinlerin veya dini toplulukların ve aktörleri ulusal dış politikaları etkilediğine inanmaktadır.
Almanya Dışişleri Bakanlığı, dünya genelindeki dini toplumsal grupların yapıcı, barış anlayışını telkin eden potansiyel yönünü güçlendirmek için dini kesimlerin temsilcileri arasında bir ağ oluşturarak, “Alman İslami”, “Alman Hristiyanlığı” ve “Alman Museviliği” ile din üzerinden dünya geneline Avrupa Birliği ticari ve siyasi hegomanyalığını kurmayı hedefliyor. Yani birkaç yıldan beri Almanya’nın dış politikası sözde sivil toplumdan gelen dini motivasyonları değerlendiriyor.
Yine bu amaçla federal hükümet, Federal Almanya Cumhuriyeti’nde anayasanın (Grundgesetz) 4. maddesi ile Dini Anayasası’nı (Religionsverfassungsrecht) kullanmak istiyor. Her ne kadar bunun adı “Almanya’da İslamlaşma” iddiası olmasa da, Anayasanın verdiği din özgürlüğüyle ilgisi var. Temel yasa olan anayasa, Almanya’nın her zaman resmi dini olmayan dinlerin takipçilerini temel hakların kullanımından hariç tutan bir kültür rezervine sahip değildir.
Oysa Temel hakların uygulanması, çoğunluğun belirli ilkelerini takip etmeye bağlı değildir. Mesela Müslümanların peygamberi “Hz. Muhammed Karikatürleri”ne karşı yapılan barışçıl gösterimi ile ”İslami Başörtü”süne karşı yapılan gösteri kadar toplanma özgürlüğüne de tabi değildir. Bununla birlikte, bu; din özgürlüğünün kendi başına diğer anayasal haklardan önce gelen bir tür temel hak haline geldiği anlamına gelmez.
Aslında sorun İslam’ın Almanya’daki en büyük üçüncü din olarak kabul görmesinin sonucu, devlet düzenlemelerine olan talebin artmasından kaynaklanıyor. Ülke içinde dini yaşamın çoğullaşması sırasında hukuken din özgürlüğünün temel hakkı ile diğer anayasal değerler arasındaki olası ve daha muhtemel çatışmalar açıklığa kavuşturulmalıdır.
Din özgürlüğü sadece dini bir inanca sahip olma ve itiraf etme hakkını değil, aynı zamanda tüm hayatını dini emirlerle hizalamayı da içerir. Din özgürlüğü, Almanya’da İslam dâhil tüm inançlara açık olmalıdır ve bu özgürlüğe karşı devlet tarafından müdahale edilmemelidir.
PEKİ ALMANYA TAM OLARAK İÇERİDE VE DIŞARIDA NE YAPIYOR?
Bilindiği gibi dünya nüfusunun yüzde 84’ü bir dine mensup; bu oran yükseliş trendinde. Almanya’daki gelişme ise ters yönde, kendini bir dine ait hissetmeyen insanların oranı her geçen gün giderek artıyor. Yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre Almanya’da gençlerin yüzde 80’i dini inancı olmadan da yaşayabileceğini belirtiyor.
Oysa Almanya’da 2017 yılında Almanya’da her iki kişiden biri, iki büyük Hıristiyan mezhebinden birine mensuptu. Freiburg Üniversitesinin yaptığı bir araştırmaya göre de 2060 yılında bu sayı üçte bire düşecek. Sonuçta bugünkü Alman toplumun yaklaşık yüzde 36’sı bir dine mensup değil.
2011’den bu yana 1,2 milyondan fazla Müslüman yeni yurt arayışıyla Almanya’ya geldi. Bu sayının da eklenmesiyle Almanya’da yaşayan Müslümanların sayısı 4,4 ile 4,7 milyon arasında tahmin ediliyor. Bu da Almanya’nın toplam 82,2 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 5,4 ile yüzde 5,7 oranına karşılık geliyor ve Almanya’daki Müslümanların % 63,7’si Türkiye Türkler’inden oluşuyor. Mutlak sayılarda Almanya, Müslüman nüfus açısından Avrupa Birliği’nde Fransa’dan sonra ikinci sırada yer alıyor. Almanya, Müslüman nüfusun toplam nüfusa oranı olarak Fransa, Belçika, Avusturya ve Hollanda’dan sonra beşinci sırada yer almaktadır.
Öte yandan Musevilerin soykırıma uğratılmasından sonra Almanya’daki Musevi sayısı 15 bin düzeyine düşmüştü. Sonraki dönemlerde sayı, 100 Musevi cemaatine yayılmış olarak yaklaşık 107 bin kişiye yükseldi.
Alman anayasası herkesin kendi dinini serbestçe yaşamasını güvence altına alıyor. Devlet, tüm dinlere eşit mesafede ve hoşgörüyle yaklaşıyor. Bir vatandaşın bir dini inancı benimseyip benimsememesi veya bir dini cemaate üye olup olmaması kişisel bir karar olarak algılıyor. Bununla beraber Almanya’da din ve devlet çok katı biçimde birbirinden ayrılmış değil. Devlet dini toplumsal gruplarla işbirliği içinde hareket ediyor ve örneğin okullarda din derslerini organize ediyor.
Gelelim asıl konumuza; Almanya’da yapılan İslam tartışmalarının tarihi çok uzun olsa da, 2010 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Christian Wulff’un “İslam Almanya’nın bir parçasıdır” açıklamasıyla tartışmalar yoğunluk kazanmıştı. Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) mensubu İçişleri Bakanı Seehofer’in “İslam Almanya’nın bir parçası değildir” sözüyle tartışmalar yeniden alevlenmesine rağmen Şansölye Merkel, Birlik partisi ortağının bu ifadesini reddetmiş ve “İslam Almanya’ya aittir” demişti.
Cumhurbaşkanı Steinmeier da buna benzer sözlerle Almanya’da yaşayan Müslümanların bu ülkeye ait olduğunu ifade etmişti. Öte yandan İçişleri Bakanlık Müsteşarı Markus Kerber yaptığı açıklamada, Almanya’da yaşayan Müslümanlardan Almanya’ya ait bir İslam tanımlamalarını talep etmişti.
Böylelikle “İslam Almanya’ya ait değildir” cümlesi kadar “İslam Almanya’ya aittir” ifadesinin de tamamen siyasi bir anlam taşıdığı açıkça anlaşılmış oldu. Bunun naif bir yaklaşımla “İslam Almanya’da kabul” görüyor şeklinde yorumlanamayacağı açıktır. Bunun yanı sıra “Almanya’ya ait olacak İslam”ın ne tür bir “İslam” olması gerektiğine ilişkin konuların da bu iki soruyla paralel olarak tartışılmaya başlandığı düşünülürse, olayın siyasi bir proje olarak yürütüldüğü daha iyi anlaşılacaktır.
Pratikte yaşanan ve açık kaynaklara dayalı köklü bir geleneğe dayanan İslam inancının yeniden tanımlanması fikri, konsüllerde bugünkü şeklini alan Hristiyanlığın geçirdiği dönüşümü akla getiriyor.
Tartışmalar daha yakından takip edildiğinde, “Alman İslamı” projesiyle, esasında ne olduğu aşağı yukarı belli bir İslam modelinin yukarıdan dayatılarak Müslümanlar tarafından kabulü hedeflenmektedir. Nitekim eski İçişleri Bakanı Otto Schily bunu henüz 2002 yılında açıkladığı entegrasyon planında ilan etmiş ve Müslümanların asimile olması gerektiğini açıkça ifade ederek “Avrupa İslamını kabule hazırlansınlar” demişti.
Almanya Federal Dış İşleri Bakanlığı’nın “Din ve Dış Politika Projesi (RfP, Religion und Außenpolitik, Religions for Peace)”bu projesine dair Alman devleti ve elitlerinin, var olduğu şekliyle İslam’ın bu ülkeye ait olmadığını ve bu nedenle buraya ait olacak yeni bir İslam kurgusu peşinde oldukları anlaşılıyor. Bu noktada geleneksel grupları ve özellikle Almanya’daki en büyük Müslüman topluluk olan Türkleri kontrol altına alacak ve yönlendirecek yeni organizasyonların kurulmaya başlandığı görülüyor.
Geleneksel kurumları kontrol etmek ve orta ya da uzun vadede tasfiye etmek için ise bu kurumlar siyasi bir bağlama oturtularak Türk devletiyle ilişkileri şüpheli hale getiriliyor. Uzun süredir anayasal düzenle uyumsuz bulunduğu için istihbarı gözlem altında tutulan Almanya’nın en etkin Müslüman gruplarından Milli Görüş (IGMG), bazı eyaletlerce gözetimden çıkarılsa da Federal İç istihbarat Dairesi tarafından gözlem altında tutulmaya devam ediyor. AfD gibi ayrılıkçı ve ırkçı grupları anayasal takibe almak için bile yeterince delil olmadığını savunan Alman siyasetçilerin, DİTİB gibi hiç bir kriminal olaya karışmamış bir kurumu istihbarati kıskaç altına almaya çalışmaları manidardır. Bu nedenle, orta veya uzun vadede bu kurumların tasfiyesinin amaçlandığı söylenebilir.
AYDINLANMA TEZGÂHINDAN GEÇMEYEN TEK DİN: İSLAM
Almanya’da yaşayan Müslümanlara yapılan çağrılarda sürekli olarak “anayasaya bağlılık” vurgusu yapılması, esasında bir yandan Alman toplumu içinde Müslümanlara potansiyel “anayasa düşmanı” gibi bakılması sonucunu doğuruyor, diğer yandan ise Müslümanların bu ülkeye bağlılıklarını sürekli şekilde sorgulayarak onları ötekileştiriyor.
İslam sürekli olarak tehdit algısı üzerinden bir güvenlik sorunu şeklinde gündeme getiriliyor ve tartışılıyor. İslam’a yönelik hâkim siyaset ve medya dilindeki hâkim söylem bütünüyle negatif. Böylelikle geçmişteki “Yahudi Sorunu”nu hatırlatır bir şekilde öncelikle bir “Müslüman Sorunu” meydana getiriliyor ve sonra da bu sorunun çözümüne yönelik projeler devreye sokuluyor.
Aydınlanma tezgâhından geçmeyen tek din olan İslam’ın, hâkim kültürel ve ideolojik yapıdan bağımsız dönüştürücü bir gücü olması hasebiyle, var olan şekliyle Batı’da kabul edilmek istenmediği açık. Bunu içindir ki Almanya’da yaşayan Müslümanlardan İslam’ı yeniden tanımlamaları talep ediliyor.
Bunu talep eden siyasi ve sosyal yapı her ne kadar Hristiyan-Yahudi geleneğine dayansa da, dindar olmaktan ziyade, Hristiyanlığı kültürel olarak yaşayan seküler bir karakter taşıyor. Dolayısıyla Müslümanlara “biz Hristiyanlığı Aydınlanma dönemi ile reforme ettik; İslam da bu reform sürecinden geçsin” deniliyor.
Bunun yanı sıra, 2030 yılı projeksiyonlarına göre, Almanya’da her yedi kişiden biri Müslüman olacak. 2010 yılında sadece her 17 kişiden birinin Müslüman olduğu göz önüne alınırsa, Müslümanların giderek yaşlanan Almanya’da demografik bir sorun ve toplumun dönüşmesine yönelik bir risk faktörü olarak görüldükleri de anlaşılır. Almanya’nın gelecek vizyonun da, kendinden emin ve kendine güvenen bir Müslüman algısının yer almadığı ve bunu sağlayacak her türlü mekanizmanın devre dışı bırakılmaya çalışılacağı ise gayet açıktır.
Din aynı zamanda bir gelenek ve kültür olarak taşınıyor ve yaşanıyor. Dolayısıyla Almanya’daki en büyük Müslüman nüfusu oluşturan Türklerin dinle ilişkisini gelenek ve kültür üzerinden kuran DİTİB ve Milli Görüş gibi kurumların tasfiye edilmesi, Almanya’da yaşayan Müslümanlar açısından ciddi bir sorun teşkil edecektir. Bu sadece bu insanların Türkiye ile olan bağını kesmek demek değildir; aynı zamanda bir kimlik şekillendirme projesi olarak da okunmalı ve kültürel, dini kimliğe yapılan ciddi bir müdahale olarak değerlendirilmelidir.
Bu noktada, Alevi gruplara yönelik, aslında tamamen bir tahribat projesi olan “Alisiz Aleviliğin” yine Almanya’da bir doktrin olarak geliştirildiğini ve desteklendiği de unutulmamalıdır. Aleviliğin Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde ayrı bir din olarak tanınması ve ayrı Alevilik din derslerinin konulması da, buradaki Müslüman Türk topluluğunu bölme ve dönüştürme projesinin başka bir ayağıdır.
ALMANLARIN “PAGAN İSLAMI”NA HAYIR!
Seküler Batı, Müslümanların ve İslam’ın da reforme edilerek aydınlanma tezgahından geçmelerini istiyor. Batının seküler ve pagan bilinçaltının, günümüzde reforme edilmemiş tek din vasfını taşıyan İslam’ı “Alman İslamı” gibi projelerle bir çeşit kültürel zenginlik ve “çeşni” seviyesine indirgemek istediği görülüyor. Batının en önemli dini referansı ve “Tanrı’nın dünyadaki temsilcisi” olarak görülen Papa’nın, daha bir kaç yıl evvel kürtaja karşıyken artık eşcinsel evliliklere cevaz veren bir anlayışa gelmesi, Avrupa’da siyasetin din üzerindeki gücünü gösteriyor.
Aslında oluşturulmak istenen şey bir “pagan İslamı”dır. Müslümanlar hangi gerekçeyle olursa olsun bu oyuna gelmemeli, siyasi olarak farklı duruşlar sergileseler bile öz kimliklerine karşı yapılan bu müdahaleyi topyekûn reddetmelidirler. “Alman İslamı” projesi ve geleneksel grupların tasfiyesi, bazı muhalif grupları desteğini kazanmak için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve DİTİB karşıtlığı üzerinden yürütülse de, asıl amaç bunun çok daha ötesindedir ve hedefinde belli bir siyasi görüşe bağlı olanlar değil, Almanya’daki bütün İslam toplumu vardır.
“SİYASAL ALMAN İSLAMI”NIN AKTÖRLERİ: YENİ DİNDARLAR
Alman devlet eliti “Alman İslamı” projesinin Türk ya da Arap Müslümanlar nezdinde hiçbir geçerliliği ve karşılığı olmayan aktörler tarafından yürütülemeyeceğini anladığı için, bu projeyi muhafazakâr Müslümanlar ve içeride etkili olabileceği düşünülen kişilerle yürütmeyi planlıyor. Bu nedenle, Alman üniversitelerinde açılan İslam fakülteleri, İslam dersi konseptleri ve İslam Konferansı’nın faaliyetleri bu arka plan dâhilinde değerlendirilmelidir.
Almanya’nın “Müslümanların Kurumsallaşması” taleplerinin arkasında, Müslümanları kontrol etme dürtüsünün var olduğu açıktır. “Alman İslamı” temelde siyasi bir projedir ve bu konuyla ilgili yapılacak her değerlendirme de bu düzlemde ele alınmalıdır. İslam’ın bulunduğu coğrafyaya göre farklı ve çeşitli pratik yansımaları hep olmuştur ve olacaktır.
Ancak İslam dinin temel vasıflarına ve referanslarına müdahaleyle oluşturulması planlanan “Alman İslamı” başarısızlığa mahkûm bir projedir. İslam inancı ve ibadethaneleri Almanya’da, isimlerinin önlerine Alman, liberal, modern vb. sıfatlar almadan var olacak ve varlıklarını doğal akışında sürdürecektir. Kültürün dönüştürücü ve güçlü etkisiyle, zaman içinde Almanya’da yaşayan Müslümanlar da başka coğrafyalarda olduğu gibi, kendilerine has bir kültür geliştireceklerdir. Ancak Müslümanların kimliğini suni bir biçimde dönüştürmeyi hedefleyen ve yukardan dayatılan her türlü siyasi proje en baştan reddedilmelidir.
Bu noktada hem Almanya’da yaşayan Müslümanlar hem de Türkiye dikkatli olmalı ve “Alman İslamı” projesi kapsamında geleneksel kurumların tasfiyesine yönelik planlar daha somut adımlara dönüştüğünde ne yapılması gerektiğine dair senaryolar üzerinde çalışılmalıdır.