Kelebek deyince aklımıza dünyanın en güzel hayvanlarından biri gelir. Hepimizi büyüler, hiçbiri diğer eşcinslerindekilere benzemeyen kanatlarında doğanın en çarpıcı renklerini ve motiflerini taşıyan o narin yaratık.
Her kelebek farklı farklı kanat desenlerine, renklerine sahiptir bilindiği gibi. Karakterleri de birbirlerinden değişik midir acaba? Havada umarsızca uçuşurken eşsiz bir zerafeti anlatır bu sevimli mahluk; insanlarda çok hoş duygular uyandırır elbette. Ama kelebek bana daha ziyade Steve mc Queen’nin müthiş bir filmini çağrıştırır. Kolunda kelebek dövmesi taşıdığı için ’’Kelebek’’ lakabını taşır filmin kahramanı. Olay gerçektir ve beyaz perdeye aktarılmıştır. İftira nedeniyle hapise düşen ince ruhlu, zeki, yakışıklı, nazik bir adamın özgürlük tutkusunun hikayesini anlatır sözü edilen film. Nice başarısız denemelerden ve eziyetli uğraşlardan sonra hapisten kaçarak hürriyetine kavuşur o hapis mahkumu. Özgürlük armağan edilmez, kazanılır anlaşılacağı üzre. Kimse kimseye özgürlük bahşetmiyor. Bahşedilen özgürlük de değersiz oluyor, anlaşılmıyor, acemice harcanılıyor. Hapisten kurtulduktan sonra hayatın her anını dibine kadar yaşadığına eminim Kelebek’in. Oysa gündelik yaşam hayatında kesinlikle aklımıza gelmez özgürlüğün ne değerli olduğu. Son derece banal olarak algıladığımız telefonlaşabilmek, gazete okuyabilmek, alışveriş yapabilmek, evden işe gidebilmek, diş fırçalayabilmek özgürlüğün eşsiz nimetleridir aslında; kıymetini bilmek gerekir. Kelebek adlı zarif yaratığın hürriyet sembolü de olduğunu o filmi seyrettikten sonra anladım.
Kelebek aynı zamanda değişimi anlatır. O çirkin tırtılın vakitle dünyanın en güzel hayvanlarından biri haline gelmesi başlı başına maceradır aslında. Dut yapraklarını kemire kemire kozaya dönüşmesi ve ipek yuvasından çıkarak özgür bir letafete erişmesi, müthiş serüvenin yek hikayesidir aynı zamanda. Görünen o ki, güzellik yavaş yavaş, adım adım, belki de sancılı bir sabır sürecinin akabinde oluşuyor. Kelebekler fazla yaşamazlar. Birkaç günlük ömürleri vardır. Ama zaman denilen kavram hep görecelidir. Binlerce yıl yaşayan sekoya ağaçlarına oranla insan ömrü de pek kısadır. İşte bu yüzden kelebeğin hayatı da kendince yeterli süreçtir. O birkaç günlük yaşamda neler duyumsarlar sizce? Güneş, temiz hava, çiçekler, rüzgar ne hissetirir onlara?.. Bizi nasıl algılarlar acaba?
Bir de kelebek kolleksiyoncuları vardır. Ellerine sopalı kelebek ağları alarak dağda, bayırda, ovada ava çıkarlar. Gözlerine kestirdikleri kelebekleri yakalayarak öldürürler. Onları cam çerçevelerde muhafaza ve teşhir ederler. Camekanlarda özenle korunan o şahane yaratıklara hayran olmamak mümkün değildir elbette, ne var ki camekandaki kelebekler uçmazlar, uçamazlar. Sadece cansız bedenleriyle donuk bir güzelliği teşhir ederler.
Ayrıca, kendini ’’Kelebek’’ olarak niteleyen bir kadına sevdalıyım. Platonik bir aşk hikayesi, ne olur bilmiyorum… Lakin onu yazmayacağım bu satırlarda. Başka bir tuhaf sevgi öyküsünü boynumun borcu biliyorum ve o borcu ödemek istiyorum.
Babam nevi zatına münhasır bir insandı; ailenin yabancısı bir filozoftu. Aslında „Bu dünyanın yabancısıydı“ da denilebilirdi onun için. Orhan Veli, ’’İstanbul’da Boğaziçi’nde bir fakir Orhan Veli’yim, Veli’nin oğluyum, tarifi imkansız kederler içindeyim’’ dizelerini onun için yazmıştı sanki. Gerçi Orhan Veli bu şiiri aşk için kaleme almıştı ama, babamın yalnızlığına ve kederlerine kesinlikle uyuyordu bu mısralar. Babam bir vardı, bir yoktu; hem vardı hem yoktu. Aksi bir yana da sahipti; mamafih bu özelliğini dedemden aldığını düşünüyorum. Belki de yaşadığı acı deneyimler aksileştirmişti babamı. Onu yaşarken anlamamış olmak hala içimi yakan bir husustur. O hep gerçeküstü bir insan gibi gelirdi bana. Arasıra vecizeler döktürürdü, mesela: Hayat bir gemi, akıl yelkeni, fikir dümeni, kullan kendini, göreyim seni. Bazen nasihatler verirdi: ’’Karşındaki insanı en az kendin kadar zeki, bilgili, kültürlü olarak algıla ve buna göre saygı göster’’ derdi. Ya da şiirler okur, şarkılar söylerdi; hoş, terbiyeli bir sesi vardı. Türk sanat müziğine tutkundu. ’’Biraz kül, biraz duman, o benim işte, o benim işte. Kerem misali yanan, o benim işte, o benim işte…’’ Türk sanat müziği şarkılarını dinlerken, söylerken kendinden geçerdi resmen. Faruk Nafiz Çamlıbel’in ’’Han duvarları’’ şiiri ise onun favorisiydi. Bir de edibini bilmediği Kelebek şiiri vardı; ortaokulda öğrenmiş ve zihnine kazımıştı o mısraları:
Ah ne güzel kelebek
Üstü mavi albenek
Aman tutsam onu ben
Şimdi uçup gitmeden
Kelebek kanat açar
Çocuk onu kovalar
En sonunda yakalar
Tutunca kelebeği
Solar onun ipeği
Çocuk ağlar boş yere
Giden gelir mi ele?
Çocukluğunu anlatır, hiç algılayamacağımız tadları, kokuları betimlerdi. ‘’O balların, tereyağlarının, domateslerin tadı yok şimdilerde’’ derdi. Havada bulut gibi dolaşan bu anlatıların tümünü masal gibi algılardım. Bir süre sonra da o bulut dağılırdı zaten. Belki benim içime kapanıklığım, belki onun aileye yabancılığı ya da çocukluğum özümletmiyordu sözlerini bana. Babamın söyledikleri evimin önünden geçiyor, ama bir türlü kapımı çalmıyordu. O da durumun farkındaydı, ama elinden birşey gelmiyordu. Sadece, ‘’Siz beni öldükten sonra anlarsınız, lakin bir faydası olur mu, bilmiyorum’’ derdi. Belli ki, söylediklerinin etkisini, sonucunu görmek istiyordu çocuklarında. Gel gör ki, toprağa düşen tohumun da özgün bir diyalektiği var; meyve vermesi hemencecik olmuyor bilindiği gibi. Özellikle nasihatler deneyimle karışınca belleğe kazınıyor. Kendi ailesinden pek memnun değildi sanırım. Annesini çok seviyordu, saf bir kadınmış, ama babası despotun tekiymiş. Babaannemi dövermiş. Bunları müthiş bir rahatsızlıkla ifade ederdi, o hatıralarını anlatırken içindeki gözyaşları hissedilirdi. Bir seferinde kapkara hüzün taşıyan gözlerle kendisini en derinden etkileyen acısını anlattı. Konuşurken sesi titriyordu; sigarasını içmiyor, sömürüyordu alenen; dumanlara boğuluyordu o anları anımsarken. Doğduğu, yaşadığı kentten kaçmak istiyormuş. Anlaşılan orada yaşadığı kötü deneyimler onun ince ruhunu çok yıpratmış. Memleketini terketmek, mutlu olacağını düşündüğü diyarlara göçmek için para biriktirmiş. Avustralya’ya gitmek istiyormuş. Birgün bu hayalini babasına açmış. Bunu duyan dedem de, ‘’Ver o parayı bana’’ diyerek, babamın senelerce tasarladığı, gerçekleşmesi için didinip uğraştığı tutkusuna kıymış oracıkta, tek kalemde. Özenle koruduğu kristal hayal yere düşmüş ve paramparça olmuş. ‘’Hayır’’ dememiş, diyememiş.Yıllarca ümit edilen ve kendisi için çaba harcanılan ve bir düşün kırıklığını bu anılarını anlattığı zaman, babamın bakışlarında gördüm; pelteğimsi, simsiyah bir keder çökmüştü içine. Aile hayatı da pek ona göre değildi. Tek ilgilendiği, karnımızın tok olması ve barınmamızdı. Diğer teferruatlar onun ilgi alanına girmezdi. Çeker çeker gider, bizi terkederdi ve bir süre sonra tekrar geri dönerdi. Her geri dönüşünde güreşte feci yenilgiye uğramış bir pehlivan gelirdi evimize. Üzülsek mi, kızsak mı bilemezdik. Daha sonra hiçbirşey olmamış gibi yuvarlanıp giderdik. Babam böyleydi ve biz de bu durumu kabullenmiştik. Hayat devam ediyor neticede; ben de başkaları gibi spor yaptım, iş aradım, başkalarına kızdım, evi badana ettim, aşık oldum, kitaplar okudum memleket değiştirdim falan; koşuşturmacaya devam. Gurbette babam bazen aklıma geliyordu, ama o hala uzaktaki yabancı akrabaydı benim için. Ölümünü ise hiç tasavvur edemiyordum. O asla ölmeyecekmiş gibi geliyordu bana. Birşey varken ve biz ona sahipken onun değerini bilemiyoruz; kaybedebileceğimiz aklımıza bile gelmiyor; hep bizimmiş gibi düşünüyoruz ve davranıyoruz, belki de anlamaya bile çalışmıyoruz. Oysa hayatı farkındalık içinde yaşamak lazım. İçinde farkındalık olmayan yaşam sabun köpüğü olmaktan ileri gidemiyor. Her canlı gibi babam da yaşlandı. İhtiyarlığında tam bir erene dönüştü. Çok seyrek konuşuyordu, ama her sözü okkalı ve bilgeceydi. Kalp kırmıyor, hep oluruna gidiyordu. Bazen sözlerimize bilgece gülümsemekten başka tepki vermiyordu. Çevresindeki insanları, olanı biteni sessiz sedasız izlemekle yetiniyordu. Belki de, bir şey söylese, attığı taşın yerine varmayacağını düşünüyordu. Sanırım bu gaddar dünya pek hoşuna gitmemişti. İnsanların hoyratlığı, densizliği, iki yüzlülüğü aşırı yıpratmıştı hassas benliğini. Artık daha fazlasına gerek yoku okuyordum babamın kirpiklerinde, tavırlarında. Son meditasyonuna girmiş bir budist rahip gibi, sessiz sedasız elini eteğini çekiyordu bu dünyadan. Derken babam yaşlılığının son döneminde kalça kemiğini kırdı ve hastahaneye kaldırıldı. Sağlığında ölümden bahsederken hep, ‘’Üç gün yatak, dördüncü günü toprak’’ derdi. Bu sefer o isteği gerçekleşti, çok çekmedi ve üç gün hastahanede kaldıktan sonra vefat etti. Doktorlar ‘’Elimizden gelen bütün çabayı harcadık, ama amca burada kalmak istemedi’’ demişler. Babamı yitirdikten sonra oturdum ve uzun uzun onu düşünmeye başladım. Söyledikleri yavaş yavaş kafama dank etmeye, hareketleri anlam kazanmaya başlamıştı. Belki de bende babam, ancak öldükten sonra babam oldu. Yakınındaki bir insanı ancak ölümünden sonra duyumsayabilmek, anlayabilmek, kavrayabilmek ne kahredici… Her insan kendi duvarlarına çarpıyor, özünün engellerine takılıyor. Bazen insanın en büyük engeli kendi varlığı oluyor işte. Ve ancak o asil insanı kaybettikten sonra, buruk bir neşeyle okuduğu o şiirdeki kelebeğin kendisi olduğunu da anladım. Adam resmen hayat hikayesini anlatan dizeleri bizlere okuyor, ama bu ifadeler de uçsuz bucaksız bir yalnızlıkta yaşanmaya mahkumdu zahar. Görünen o ki, biz olaya seyirci bile olamıyorduk. Babam uçamamış, hayalini kurduğu uzaklara gidememiş, hep özlemini duyduğu kelebekler vadisine bir türlü ulaşamamıştı maalesef. O, benliği örselenmiş bir kelebekti kesinlikle. Son sözü anneme ilişkin olmuş, ‘’Ben biliyorum, o beni sevdi’’ demiş; ardından da can vermiş. Ve babamın vefatından sonra, arasıra başımıza, elimize, bacağımıza konan; hiç beklemediğimiz anlarda bize tatlı, sevimli duygular yaşatan o dervişimsi kelebeğin efsunlu kanatlarını çırparak, bir daha asla geri dönmemek üzere uçup gittiğini fark ettim. Çocuk ağlar boş yere, giden gelir mi ele?..
n siz siz olun, bir kalpazanın zengin olma ümitlerinden kaçının. Kirli dürtüler umudu sahteleştiriyor, çirkinleştiriyor. Başkalarının acıları üstüne ümitler beslemeyin. Acıyan aslında sizin ruhunuz olur da, siz farketmezsiniz bile. Umut vicdansız da olmamalı. Kinin, nefretin umutla bir ilgisi olmadığına da eminim. Umut katıksız, temiz ve altın gibi değerli olmalı. Umudunuza bakan insanın gözleri kamaşmalı.
Umudun inanç ile bir ilişkisi var mıdır sizce? İnanmak çok zor aslında. Hele hele yaşadığımız şu günlerin dünyasında. Ama bazen tutunduğumuz tek şey de bu oluyor. İnançsız umut neye benzer? İnandığımız için mi umut besleriz, umut beslediğimiz için mi inanırız? İnanmak ve umut birbirini tetikleyen iki kavram gibi görünüyor. İnanmak, bir şeye ya da bir sonuca kesin duymak, gerçekleşeceğine dair içsel bir kabullenişken; umut o sonucun gerşekleşmesini arzu etmek ve beklemektir. Görünen o ki, inanmak umudu daha güçlü, daha kalıcı kılıyor. Umut ise, insanı inancını kaybetmemeye, eyleme iter. Mesela bir insan daha iyi bir geleceğe inanıyorsa, o geleceğe dair umudu hep canlı kalır. Bunun tam tersi de geçerlidir elbette: Umudu olan bir insan, aynı zamanda buna inanmayı da öğrenir. Biri diğerinin barutu gibi birşey galiba. Ama asıl zor olan ikisini de aynı anda kaybetmemektir. Faaliyet ise kaybetmenin panzehiridir. Atıl olan insan baştan kaybetmiştir zaten.
Peki umut kendiliğinden başarıyı beraberinde getirir mi? Umut ile başarı arasındaki ilişki oldukça güçlüdür. Umut, insanın zorluklar karşısında pes etmemesini, denemeye tekrar ve tekrar devam etmesini sağlar. Başarı ise çoğu zaman tam da bu ısrar ve çabalamanın sonucunda gelir. Umut eden biri, başarının mümkün olduğuna inanır ve hedeflerine ulaşmak için gerekli motivasyonu bulur. Bu motivasyon, engelleri aşma ve başarısızlıklar karşısında yeniden ayağa kalkma, bir kez daha atılma gücünü verir. Başarı ise, umut eden kişiye ‘’Evet bu mümkün!’’ diyerek umutlarını pekiştirir. Yani umut, başarıya giden yolda itici bir güç; başarı ise umudun kaçınılmaz bir ödülü gibidir.
Ama belki de asıl mesele, başarı gelmese ve hatta çok büyük bir düş kırıklığı yaşasak bile umudu kaybetmemek değil midir sizce?..
Köksal Türker