İnandığın ve kabul ettiğin değerlerin aksi ile yaşamak

İnsan ise iradesi sayesinde birbirlerinden farklı tutum ve davranışlar sergiler. Aynı anne ve babadan olan kişiler bile farklı mizaç ve davranış sahibi olabilirler. İnsan, dün yaptıklarını hatırlar, bugünü yaşar, yarın ne yapacağını düşünür ve planlar. Yeri geldiğinde yaptığı fiilin muhakemesini de yaparak yanlış veya doğruları algılamaya çalışır. İnsanların bu yaşam davranışlarının belirlenmesinde, inanç ve içinde

MUSTAFA YAŞAR 12 Haziran 2019 YORUM

İnsan ise iradesi sayesinde birbirlerinden farklı tutum ve davranışlar sergiler. Aynı anne ve babadan olan kişiler bile farklı mizaç ve davranış sahibi olabilirler. İnsan, dün yaptıklarını hatırlar, bugünü yaşar, yarın ne yapacağını düşünür ve planlar. Yeri geldiğinde yaptığı fiilin muhakemesini de yaparak yanlış veya doğruları algılamaya çalışır.

İnsanların bu yaşam davranışlarının belirlenmesinde, inanç ve içinde bulunduğu toplumun kültürel yapısı etkili iki temel faktördür. Devletler bile kanunları ve eğitim sistemlerini hazırlarlarken toplumun kültürel yapısını ve inançlarını dikkate alırlar.

İnançların önerdikleri yaşam tarzı, günlük hayatta insanların tutum ve davranışlarını sergilemede belirleyicidir. Çünkü inanç, hayat boyu uyulması gereken bir yaşam disiplinidir.

Ancak iktidarlar, ideolojiler, çıkar ilişkileri ve geleneklere sıkı bağlılık zamanla dinin emirlerini yozlaştırarak toplum hayatındaki etkisini minimize ederler. Sonuç olarak sadece söylemlerde kalan bir din olgusu ortaya çıkmış olur.

Zamanla din, ilahi öğretiler doğrultusunda öğrenilmesi ve bilinçli bir şekilde yaşanılması gereken bir yaşam tarzı olmaktan çıkarak bir kültürel yaşam halini almış olur.  İbadetlerin özü ve mahiyeti unutularak, aileden gelen bir alışkanlık, gösteriş, çıkar amaçlı veya yeri geldiğinde iktidara yaranmak için yapılır hale geliir.

Böyle bir toplumda, ilahi emirlerin sosyal hayattaki etkisinin olmadığına ve yaşam tarzına yansımadığına dair bir örnek verelim. Her cuma günü hutbenin sonunda ‘Ey Allah’ın kulları, adaletli olun’ (ve devamı olan) bir ayet okunur. Bu ayet her hafta tekrarlanır ve hemen herkes bunu duyar ve bilir.  Camiden çıkan esnafı, öğretmeni, polisi, doktoru, memuru ve diğer tüm mesleklerden olanların bu ayetin emrini yerine getirdiğini ve adaletli davrandıklarını düşünelim.

Belki ütopik gelebilir, ama ergenlik çağından ömrün sonuna kadar her hafta bu ayeti dinleyen birilerinden adaletli olmalarını beklemek ütopik olmadığını düşünüyorum. Ütopik olan, eğitimli kesimler ile güya dine hizmeti kendine vazife edinmiş grupların bu ayetin gereğini yapmamalarıdır.

Camiden çıkar çıkmaz bu ayetin zıddı ile hareket etmek, dini emirlerin davranışlarımıza etkisi olmadığının en bariz örneğidir. Bu ayetin bu kadar sık tekrarlanmasına rağmen insanların içtimai hayatlarına etki etmemesinin nedeni sorgulandığında da, yine yukarıda bahsedilen yozlaşma kültürü olduğunu görüyoruz. Öyle ki, kendilerine Allah yolunda hizmet etmeyi görev edinen kişiler bile bu ayetin gereğini hal dili ile insanlara anlatmaktan çok uzaktırlar.

Bir inancı zayıflatmanın, yaşanılan zamana göre modernize edilmesi gerektiği düşünesi ve insanlar nezdinde kötü gösterilmesinin en iyi ve etkin yolu onu yozlaştırarak sosyal hayattaki etkinliğini yok etmektir.

Böylece uygulanabilirliği yok edilmiş bir din kolayca siyasi ve ideolojik bir görüş haline getirilimiş olur. Hayat disiplininden uzaklaşmak farklı mecralara da kapı aralar. Değer yargılarından, eğitimden, bilimden yoksun bırakılmış böyle kitleleri çıkarlar doğrultusunda yönetmek ve yönlendirmek de çok kolaydır. Siyasi düşünceleri ve ideolojileri kutsal bir obje gibi sunar ve onlara kabul ettirirsiniz.

Hatta suyun bulanık olduğu bu tür ortamlarda, amel noktasında var olan bazı farklılıklar dahi zamanla inancın yerini alır, böylece çok sayıda batıl inançlar ve gruplaşmalar tezahür eder. Mahiyeti bozulmuş kitleler, tarafgirlik psikolojisi ile hareket ederek adaleti şahsi ihtiraslarına ve siyasi çıkarlarına feda ederler.

İktidarlar veya belli akımlar da bu dağınıklığı ve tarafgirliği fırsat bilerek, dini ideolojik bir araç olarak kullanır ve özünü kaybeder. Tarih ilminden biliyoruz ki, tefessüh etmiş topluluklar helak olma ile son bulur. Çürüme ve yozlaşma devletlerin veya toplulukların yıkıma gittiğini gösterir.

İbn-i Haldun devletlerin bir ömrü olduğunu ve bir bitki gibi doğar, büyür, solar ve ölürler der. Binbir zorluklar ve sıkıntılar içinde devlet kurulur. İlk neslin elde ettikleri tecrübeler ile toplum olgunlaşır. Belli bir güç ve refaha eriştikten sonra rehavet başlar ve özellikle de yeni nesillerin güç ve iktidar sarhoşluğu yozlaştırmayı hızlandırır.

Yaşanmanın güvencesi olan ilahi ve evrensel  değerlerden uzaklaştıkça da yolsuzluk ve çürüme toplumun her tabakasına yayılır ve yıkım sürecine girilir. Tarih boyunca hak ve adaletten uzaklaşan kitlelerin ve devletlerin felaketlere maruz kalmaları ve zamanla yok olmaları bu gerçeği doğrulamaktadır. Müslüman ülkelerin yaklaşık yüz yıldır içinde bulundukları hallerine bu açıdan da bakılması gerektiğini düşünüyorum.

Gelişmiş ülkeler evrensel değerler adı altında birey ve topluma bir hayat disiplini öğretir. İslam coğrafyasında hem evrensel değerlerden hem de kendi değer yargılarından çok uzak bir yaşam biçimi var.

Zira neredeyse hiç bir müslüman ülkede söylem dışında hak ve adaletin uygulandığını kimse iddia edemez. Hak ve hukuktan uzaklaşmanın ve haliyle zulme taraf olmanın de bir bedeli olmalıdır,  değilmi! Haksızlığa taraf olmanın bedelini ödemek bizzat adalettir.