Bu yazı ilmi veya ilmihali bir derleme değildir. Sadece düşünce dünyamda dengelerimi kuırabilmek için tefekkürlerimi içerir.
Böyle bir giriş ile kendime bir alan açayım. Atış serbest olsun. Ama yine de dostlar değerlendirmelerini iletebilirler. Yanlış anlaşılmalara yol olmak istemem.
Günahlar herhangi bir el kitabında sayılmaktadır zaten. Yediden yetmişe, küçüğünden büyüğüne. Bir araştırma yapmış olsak, nedir kötü olan şeyler, istemediklerimiz, kabul edemediklerimiz. Araştırmamızın genişliğince ulaştığımız sonuç, günahların listesi olacaktır. Buna inanırım. Çünkü insanlar güzeli aramaktalar. Ama açmazlarımız var.
Mazeretlerimiz mesela. Yaptığımız şey her ne olursa olsun, haklıyız. Başkalarında gördüğümüzde, „Dünya neden dönüyor hala?“ diyerek isyan ettiğimiz hataları farkında bile olmadan yapıveriyoruz. Hasbelkader bir dost ikazı gelse, görme gitsin. Neler sayarız, neler…
Her günahta küfre giden bir yol vardır, der Üstad, tevbe ayetlerindeki sonsuz derinliğe rağmen der bunu. Çünkü kendi hatalarımızı kabul etmek yerine başkalarının da hataları var demeye meyl eden bir yönümüz var. Sevilen, sayılan birisini gördüğümüzde, onu kendi seviyemize çekmek üzere bir sürü gerekçe arar, buluruz. Oturuyordur, kalkıyordur, uyuyordur, öksürüyordur, yemek bile yiyordur…
Kendimizi hatasız bilmek, başkalarının hatalarını gözlemek… Mutlaka günah listelerden birisinde olmalı. Küçük müdür, büyük müdür, bilinmez. Aslında bilinir de bilinmez. Önemsiz görmek laubalilik olabilir, daha büyüklerine yol bile olabilir çünkü. İnsan bir kez normal görmeye başladığında, o dünyaya bir adım attığında nereye kadar gideceği belli olmuyor zaten. Sadece bir bakış, bir kelime ile başlayan savaşlar ve milyonların hayatını karartmanın sorumluluğu… Yaşanmamış değil.
Hazırlanmış olan günah listelerini ve hazırlayanları hafife almam mümkün değil. Mutlaka ihtiyaçtır ve dayanağı Kuran ve sünnettir. Ama sorgulamak benim diğer ismim, hikmet aramak. Ta ki, hayat akışına yaşanana kadar…
Kuran’a en büyük günah hangisidir diye sormadım. Yani bu gözle baştan sonra incelemedim. Zaten bu konuda ilmim de yeterli değil. Ama çok bariz olarak anlatılan bir kıssa var, şeytan kıssası. Rahmetten kovulma olayı. Şeytanın yaptığı şey sadece iddia etmek. BEN daha değerliyim, demek. Hüküm vermek.
Neden bu kıssayı gerektiği kadar sorgulamıyoruz? Şeytan ise konu, neden insanlara anlatılır? Bilinmiyor değil. Alimlerin söylemlerinde bunu görürüz açıkça. Gel, der mesela. Sınır koymaz, kimlik sormaz, hataların var mı demez… Okuduğum bir kitapta bu kıssanın diğer muhatapları anlatılır, melek kalmanın sırlarından bahsedilir. Doğru olanı yazmakla yetinilir.
Sanki burada bir açmaz var, bir karadelik. İnsanlığımızı, hayatımızı, mutluluğumuzu, geleceğimizi yutmakta. Kapılmışız girdabına, salmışız kendimizi, güle oynaya, gidiyoruz kıyamete. Merhum Cem Karaca’nın dediği gibi.
Anladığım kadarıyla insanların büyük çoğunluğu Cennet’in yolunu sormuşlar. Ne yaparsak Cenneti garantileriz(!)? Bir takım bilenler de bu çok önemli soruya cevap vermişler. Zina yapmayın, adam öldürmeyin, yalan söylemeyin, hırsızlık yapmayın vd. Ve bir takım kanaat önderleri direkt söylemeseler de, yaşayarak, göstererek denge unsuru olmuşlar. Saygıyı, sevgiyi temsil etmişler…
Yine de pek çok problem yaşanmış. Savaşlar, katliamlar, katledilenler… Bazıları „günah benim, sana ne?“ diyerek isyan etmişler bu duruma. Bence haklılar.
Farklı olabilir miydi, bilemiyorum, gerçekten. Herkesin önünde bir yol var çünkü. Yeni baştan, kendisi için öğrenmesi gereken bir hikmet… Saygı, öncelikle kendimize sonra ise tüm yaratılmışlara.
Geçenlerde bir dostum ile görüştük bu konuyu. Günah nedir, diye sordu bana. Cevap veremedim. Onun için günah nedir bilmem mümkün değil. Çünkü onun için hayatın anlamını bilmem mümkün değil.
Ama biliyorum ki, günahsızlık hedef olamaz. Tabii ki, hataları normal görmek değil kast ettiğim. Hangi tavrımın kimin tarafından nasıl algılandığını bilememe farkındalığım veya hezeyanımdır söz konusu olan… Hepimiz için, hep birlikte derken kendimce masumane uzattığım ellerim çoğunlukla havada kalıyor çünkü…