Türkiye’deki Suriyeliler hukuken mülteci mi?

Türkiye’deki Suriyeliler hukuken mülteci mi?

Son günlerde çeşitli bölgelerde ki, bunların içerisinde en etkili olan Suriye iç savaşı ile Rusya-Ukrayna savaşı sebebiyle Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de en çok tartışılan konu bu ülkelerden gelen insanların durumu. Elbette bu insanların düzensiz, ani ve kitlesel olarak ülkelerini terk etmek ve Avrupa ülkelerine ve özellikle Türkiye’ye sığınmaları beraberinde birçok sosyal, ekonomik ve güvenlik

AVUKAT ŞERİF YILMAZ 21 Mayıs 2022 AVUKAT ŞERİF YILMAZ

Son günlerde çeşitli bölgelerde ki, bunların içerisinde en etkili olan Suriye iç savaşı ile Rusya-Ukrayna savaşı sebebiyle Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de en çok tartışılan konu bu ülkelerden gelen insanların durumu.

Elbette bu insanların düzensiz, ani ve kitlesel olarak ülkelerini terk etmek ve Avrupa ülkelerine ve özellikle Türkiye’ye sığınmaları beraberinde birçok sosyal, ekonomik ve güvenlik problemlerini de beraberinde getiriyor.

Biz bu köşe yazımızda uzmanı olmadığımızdan sosyal, ekonomik ve güvenlik problemlerinden daha ziyade Türk ve uluslararası mevzuat hükümlerine göre çok sık kullanılan ancak çokça da karıştırılan göçmen, sığınmacı ve mülteci tabirlerini izah edip Türkiye’de bulunan Suriyelilerin hukuki durumunu tespit edeceğiz.

Göçmenlik durumu ağır tecrübelerle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1919 yılında kurulan Milletler Cemiyeti yerine 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletlerin (BM) mültecilerin hukuki durumları ile ilgili almaya çalıştığı ilk önlem ve hukuki belge 28 Temmuz 1951 tarihinde Cenevre’de imzalanan “Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme”dir.

Bu sözleşme ilk imzalandığında sözleşmede bulunan “1951 yılı ve öncesi Avrupa’da meydana gelen olaylar nedeniyle mültecileri korumaya yönelik” ifadeleri sözleşmenin kapsamını zaman ve coğrafi olarak sınırlamıştır.

Türkiye bu sözleşmeyi “Bu sözleşmenin hiçbir hükmü mülteciye Türkiye’de Türk uyruklu kimselerin haklarından fazlasını sağladığı şeklinde yorumlanamaz” şekildeki ihtirazi kayıtla imzalamış, TBMM’de 29 Ağustos 1961 tarihli 359 sayılı kanunla kabul etmiş ve 5 Eylül 1961 tarihli 5927 sayılı Resmî Gazetede yayımlayarak yürürlüğe koymuştur. Elbette burada kabul edilen ve mülteci hukuki statüsü alacaklar 1951 yılından önce ve sadece Avrupa’daki olaylardan (İkinci Dünya Savaşı v.b.) dolayı Avrupa’dan gelenlerdir. Bunlar haricinde gelenler Türkiye açısından mülteci değildir.

Bu sözleşme “Mülteci” kavramını “Irkı, dini, milliyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan, bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişidir” şeklinde tanımlamıştır.

Sözleşme hukuki statü olarak da bu şartları sağlayan ve “mülteci” yani iltica eden kişi olarak tanınmış kişileri ifade ediyor. Sözleşmeye göre tanınmış ve “Mülteci” hukuki statüsünü almış kişiler, bazı istisnalar hariç gönüllü olmadıkları sürece ülkelerine geri gönderilemiyor.

Sığınmacı kavramı ise uluslararası koruma arayan, başvuruda bulunduğu ülkede (örneğin Almanya’da) yetkili makamlarca başvurusu henüz sonuçlandırılmamış, yani henüz resmi olarak mülteci statüsü verilmemiş kişileri ifade ediyor. Bu anlamı ile her sığınmacı mülteci olarak tanınmıyor, fakat unutmamak gerekir ki, her mülteci iltica sürecinin başından kabule kadar sığınmacıdır.

BM mevzuatında uluslararası göçmenin resmi bir tanımı bulunmuyor. Lakin hukukçu ve sosyologlara göre “göçün nedeni ve hukuki statüsünden bağımsız olarak ikamet ettiği ülkeden ayrılarak başka bir ülkeye giden kişi” göçmen olarak tanımlanabiliyor. Bu anlamda örneğin Uluslararası Göç Örgütü (IOM) de mültecileri de göçmen kategorisine alıyor. Fakat örgüte göre, her mülteci göçmen kabul edilebilir ama her göçmen mülteci olarak kabul edilmez.

Zaman içerisinde dünyanın diğer bölgelerinde meydana gelen gelişmeler karşısında 1951 tarihli Cenevre sözleşmesindeki “1951 yılı ve öncesi Avrupa’da meydana gelen olaylar nedeniyle mültecileri korumaya yönelik” ifadeleri kaldıran BM Genel Kurulu 1967 yılında 2198 (XXI) sayılı kararıyla “Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Protokolü” hazırlayıp imzaya açmıştır. Bu 1967 tarihli Protokolle 1951 Cenevre sözleşmesindeki zaman ve coğrafi sınırlandırma kaldırılmış oldu. Lakin protokolde taraf ülkelere zaman ve coğrafi sınırı kaldırma zorunluluğu verilmedi.

Protokolde zaman ve coğrafi sınırı kaldırma zorunluluğu olmadığından Türkiye, bu Protokolü 1951 sözleşmesini imzalarken koyduğu ihtirazi kayıt, zaman ve coğrafi sınır şartı baki kalacak şekilde kabul etti. Türkiye Cumhuriyeti bu Protokolü 5 Ağustos 1968 tarihli 12968 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 01.07.1968 tarihli 6/10266 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla onaylayarak yürürlüğe bu şekilde koymuştur.

Türkiye açısından 1951 tarihli Cenevre sözleşmesi ile 1967 tarihli Protokol halen yürürlüktedir ve Avrupa Konseyi’ne üye ülkeler içerisinde 1951 tarihli Cenevre sözleşmesindeki zaman ve coğrafi sınır şartını kaldırmayan tek ülkedir.

Bunlar uluslararası hukuk alanındaki gelişmeler ve hukuki belgeler. Şimdi de tarihi süreci içerisinde Türk iç hukukundaki gelişme ve mevzuat hükümlerine bakalım.

TÜRK İÇ HUKUKU BAKIMINDAN

Türk iç hukukunda göçmenlerle ilgili ilk hukuki düzenleme 14 Haziran 1934 tarihli 2510 sayılı İskân Kanunu’dur. Bu kanunun kabul edildiği dönemde henüz yeni kurulmuş genç Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet meydana getirmek için özellikle Türkiye dışında bulunan Türk soylu kişilerin ülkeye gelmelerini teşvik edici düzenlemeler yapmıştır. Bu kanunun uygulamasında bazı kaynaklara göre 1990 yılına kadar Türkiye’ye 1,6 milyon kişi göç etmiştir.

Bu kanunda “Muhacir (Göçmen)” ve “Mülteci” tabirlerinin tanımları verilmiş. İskân Kanununa göre Türkiye’de yerleşmek amacıyla değil, bir zorunluluk sebebiyle geçici ikamet etmek üzere sığınanlar mülteci olarak tanımlanmıştır.

Türkiye özellikle demokratik, özgürlüklerin korunduğu, ekonomik olarak daha müreffeh olan Avrupa ülkelerine göç etmek isteyen Asya ve Ortadoğu ülkeleri arasında bir köprü konumunda olduğundan zaman zaman bu bölgelerde örneğin 1989 yılında Bulgaristan’da yaşanan olaylar, 1991 yılında çıkan 1. Körfez Savaşı gibi sebeplerle bu ülkelerden kitlesel göç hareketlerini yönetebilmek için kısaca “1994 Yönetmeliği” diyebileceğimiz “Türkiye’ye İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica Etmek Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep Eden Münferit Yabancılar İle Topluca Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen Yabancılara ve Olabilecek Nüfus Hareketlerine Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik”i 30 Kasım 1994 tarihli 22127 sayılı Resmi Gazetede yayımlayarak yürürlüğe koymuştur.

1951 Cenevre sözleşmesi ve 1967 Protokolünden sonra Türkiye ilk defa bu yönetmelikte “Mülteci” ve “Sığınmacı” kavramlarını tanımlamıştır.

Yönetmeliğin Tanımlar başlıklı 3. maddesinde “Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle ırkı, dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle takibata uğrayacağından haklı olarak korktuğu için vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan ve vatandaşı olduğu ülkenin himayesinden istifade edemeyen veya korkudan dolayı istifade etmek istemeyen ya da uyruğu yoksa ve önceden ikamet ettiği ülke dışında bulunuyorsa oraya dönmeyen veya korkusundan dolayı dönmek istemeyen yabancıyı” mülteci olarak tanımlamıştır.

Bu tanıma ve maddenin başındaki “1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi ve Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin 31 Ocak 1967 tarihli Protokol ile diğer kanun, tüzük ve yönetmeliklerdeki tanımlar saklı kalmak üzere” ibarelerine göre 1951 yılı ve öncesi Avrupa’da meydana gelen olaylar nedeniyle ülkeye gelenleri mülteci olarak kabul etmekte bunlar dışındakileri mülteci tanımına dahil etmemektedir.

Aynı maddede “Sığınmacı” da “Dini, ırkı, bir topluluğa aidiyeti, siyasi düşünceleri yüzünden kendi devletinde izleneceği, zarar göreceği korkusundan vatandaşı olduğu kendi devleti ülkesi sınırları dışında bulunan ve kendi devletinin korumasından yararlanamayan veya yararlanmak istemeyen, vatandaşı olmadığı halde ikamet ettiği ikamet ülkesini terk eden ve ikamet ülkesine dönemeyen ya da korkusu nedeniyle dönmek istemeyen yabancı” olarak tanımlanmıştır.

Bu tanıma göre de Türkiye’ye sığınma amaçlı gelen her yabancı sığınmacı olabiliyorken, mülteci statüsü alabilmesi için için Avrupa devletlerinden gelmiş olması gerekiyor.

Bu yönetmeliğin dayanağı olan 2510 sayılı İskân Kanunu 19.09.2006 tarihinde kabul edilip 26.09.2006 tarihinde Resmî Gazetede yayımlanan 5543 sayılı yeni İskân Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. 5543 sayılı yeni İskân Kanunu yürürlükten kaldırdığı 2510 sayılı İskân Kanunu’nun aksine herhangi bir “Mülteci” tanımına yer vermemiştir.

Bu kanun da göçmeni (Muhacir) “Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye’ye gelip bu Kanun gereğince kabul olunanlar” şeklinde tanımladıktan sonra bu tanıma bağlı kalarak münferit, toplu, iskanlı ve serbest göçmeni tanımlamıştır. Tanımlardaki “Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olma” ifadelerinden dolayı burada genel anlamda değil dar anlamda bir göçmen tabiri yapıldığı anlaşılıyor.

2010 yılında Tunus’ta başlayan ve “Arap Baharı” olarak adlandırılan olaylar 2011 yılında Türkiye’nin komşusu Suriye Arap Cumhuriyeti’ne de sıçramış ve Suriye’de iç karışıklık ve iç savaş nedeniyle Türkiye sınırına kitlesel göç hareketleri başlayınca 1994 Yönetmeliğinin uygulamasında zorluklar yaşanmıştır. Bu nedenle Türk devleti daha güçlü bir hukuki metin olan 4 Nisan 2013 tarihinde 6458 sayılı Kanunla kabul edilip 11 Nisan 2013 tarihli 28615 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak bazı maddeleri hariç bir yıl sonra yani 11 Nisan 2014 tarihinden itibaren yürürlüğe konulan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile yeni bir düzenleme yapmıştır.

Bu kanunla mülteci kavramı tekrar tanımlanırken bunlara şartlı mülteci ve ikincil koruma gibi hukuki statüleri de ekleyerek hepsini “Uluslararası koruma” olarak kabul etmiştir.

Kanunun 61. maddesi “Mülteci” statüsünü 1994 yönetmeliğinde olduğu gibi coğrafi kısıtlama ile “Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle gelenler” şeklinde tanımlamıştır.

Avrupa ülkeleri dışında meydana gelen olaylar nedeniyle gelenlere ise 62. maddede “Şartlı Mülteci” statüsü ve bu statüyü alanların üçüncü bir ülkeye yerleştirilinceye kadar (Örneğin BM Mülteciler Yüksek Komiserliğine başvurunların) Türkiye’de kalmasına izin verileceğini hükme bağlamıştır. Bu bağlamda kanun “Sığınmacı” kavramı yerine “Şartlı Mülteci” kavramını tercih etmiştir diyebiliriz.

Mülteci veya şartlı mülteci statüsü alamayanlara ise 63. madde ile belirli şartlarla “İkincil Koruma” statüsü verileceği belirtilmiştir.

Türkiye’nin sınırlarına kitlesel ve ani gelip koruma talep edenlerle ilgili olarak Kanun’un 91. maddesinde yeni bir kavram olan “Geçici Koruma” statüsü belirlenmiştir.

Bu madde “Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılara geçici koruma sağlanabilir” şeklinde düzenlenmiştir. Yani “… geçici koruma sağlanabilir” demekte emredici bir şekilde “…sağlanır” dememektedir. Bu nedenle kitlesel olarak Türkiye sınırına gelenleri veya sınırı geçenleri kabul edip etmemek tamamen Türkiye Cumhuriyeti devletinin takdirindedir.

Burada siyasi irade veya iktidar “Açık Kapı” politikasını kabul ederek bu insanları kabul edebilir. Ancak kabul ettiği bu insanların barınma, beslenme, konaklama ve eğitim gibi tüm ihtiyaçlarını kendi bütçesinden karşılaması gerekiyor. Çünkü geçici koruma statüsü uluslararası belirlenen bir statü değildir ve geçicidir.

Bu maddeye dayanılarak bu kişilerin Türkiye’ye kabulü, Türkiye’de kalışı, hak ve yükümlülükleri, Türkiye’den çıkışlarında yapılacak işlemler, kitlesel hareketlere karşı alınacak tedbirlerle ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlar arasındaki iş birliği ve koordinasyon, merkez ve taşrada görev alacak kurum ve kuruluşların görev ve yetkilerinin belirlenmesi için uygulamaya yönelik Bakanlar Kurulunun 13 Ekim 2014 tarihli ve 2014/6883 sayılı kararıyla 22 Ekim 2014 tarihli Resmi Gazetede “Geçici Koruma Yönetmeliği” yayımlanarak yürürlüğe konulmuştur.

Bu yönetmeliğe göre geçici koruma, Cumhurbaşkanı tarafından aksi kararlaştırılmadıkça, geçici koruma ilanının geçerliliğinden önce, geçici koruma ilanına esas teşkil eden olayların olduğu ülkeden veya bölgeden ülkemize gelmiş olanları kapsamıyor.

Ayrıca Kanuna göre mülteci, şartlı mülteci ve ikincil koruma statüsü sahipleri ile insani ikamet izni sahiplerine ve geçici koruma sağlananlara, uzun dönem ikamet iznine geçiş hakkı tanınmıyor.

SURİYELİLERİN HUKUKİ STATÜSÜ

Türkiye’deki Suriyelilerin hukuki durumunun neden iyi bir şekilde belirlenmesi gerektiğini anlamak için öncelikle bu insanların Türkiye’deki sayısal durumlarına bakmak gerekir. Her ne kadar Türkiye devletinin “Açık kapı politikası” sebebiyle Suriyelilerin toplu olarak Türkiye’ye geçişlerinden itibaren sayılarının 5-6 milyon civarında olduğu ifade edilse de biz bu köşe yazımızda T.C. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığının kendi internet sayfasında devamlı güncelleyerek yayınladığı resmi istatistiki bilgileri esas alacağız. (*)

12 Mayıs 2022 tarihi itibariyle 2012 yılındaki ilk resmi toplu kabul edilişte 14.237 Suriye vatandaşı ülkeye giriş yaparken bugün bu sayı 3.763.211 kişi olmuştur. Yani resmi olarak 10 yıl içerisinde 4 milyona yakın bir nüfustan bahsediyoruz ki, bu nüfusun yükünü kaldırmak çok zordur.

İstatistiklere göre Türkiye’de bulunan Suriyelilerinden 50.488’i Adana, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis ve Osmaniye olmak üzere 5 ilimizde bulunan 7 Barınma Merkezinde, geri kalan 3.712.723 Suriyeli ise başta İstanbul (543.364 kişi), Gaziantep (463.174 kişi) ve Hatay (432.187 kişi) illerimiz olmak üzere diğer illerimizde yaşamaktadır.

Avrupa Birliği ile Türkiye’nin üzerinde anlaştığı 18 Mart mutabakatındaki birebir formülü ile Türkiye’den çıkıp AB üyesi ülkelere yerleştirilen Suriye vatandaşı sayısı ise 33.322 kişidir. 12.941 kişi ile bu sayının yaklaşık 1/3’ünü 27 üyeli AB ülkeleri içerisinde Almanya tek başına almıştır.

12 Mayıs 2022 itibariyle genel durum bu.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız ulusal ve uluslararası mevzuat hükümlerine ve Türkiye’nin kabullerine göre her ne kadar ilk geldiklerinde “Misafir” olarak nitelenseler de diyebiliriz ki, Türkiye’deki Suriyelilerin mülteci statüsü almaları mümkün değil ve onlara mülteci denemez.

Çünkü Türkiye açısından bir kişinin mülteci statüsü alabilmesi için 1951 öncesi olaylar sebebiyle Avrupa ülkelerinden birinden gelmesi gerekir. Suriyeliler ise bu tanım ve kapsam dışındalar.

Kanundaki düzenlemeye göre ilk bakışta Suriye vatandaşlarına şartlı mülteci veya ikincil koruma statüsü yani bir uluslararası koruma statüsü verilebilir gibi görünse de, süre kısıtlaması yanında toplu olarak Türkiye’ye gelmelerinden dolayı ferdi olarak uluslararası koruma başvuruları işleme koyulamayan, ferdi statü belirleme işlemleri yapılamayan Suriyelilerin ayrıca şartlı mülteci ya da ferdi statü belirleme işlemleri yapılamayan Suriyelilerin ikincil koruma statüsü gibi uluslararası koruma statüsü çeşitlerinden herhangi birine sahip olmaları da söz konusu olamamaktadır.

Zira Kanun’un 91/1. maddesinde geçici korumadan bahsedilmekte ve fakat kanunda geçici korumanın süresine ilişkin de bir hüküm bulunmamaktadır.

Zaten bu kavram ve statüsü kargaşası da 22 Ekim 2014 tarihli Resmî Gazetede “Geçici Koruma Yönetmeliği” ile Suriyeliler için tamamen ortandan kalkmıştır. Zira Göç İdaresi Başkanlığı da yönetmelikle Suriyelilerin “Geçici Koruma” altına alındıklarını defalarca duyurmuş, yönetmeliğin yayımlanmasından sonra koruma altına alınan Suriyelilere Türkiye’deki iş ve işlemlerinin takibi, bazı hizmetlerden faydalanmaları için yabancılar kütüğüne kaydederek bir yabancı kimlik nosu ihtiva eden “Geçici Koruma Kimlik Belgesi” düzenleyip vermiştir, vermeye de devam etmektedir.

Bu nedenle Türkiye’de bulunan Suriyeliler “Misafir”, “Mülteci”, “Sığınmacı”, “Şartlı Mülteci”, “İkincil korumalı” gibi hukuki statülerle tanımlanamaz. Olsa olsa genel anlamda sosyolojik olarak bir gün ülkelerine geri dönecekleri de nazara alınarak ya da umularak “Geçici koruma altında göçmen” tabiri ve statüsü şeklinde ifade edilebilir.

(*)https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638