Sokrates – 3

Hakkında konuştuğumuz belli olsun. Sorgulayalım. Neden Sokrates? Bir dostum meditasyon eğitimine katılmış, yaşanmışlıklarını anlatır. Az uyuma, yeme, konuşma. Telefon, göz teması, sohbet yok. Düşüncelerden arınma… On günlük süre sonunda bazı ön sezilerinin açıldığını söyler. Benzer süreci tasavvufta da görürüz. Nefsi öldürmek için diri diri mezara girenler yazılır.

SEDAT İLHAN 14 Haziran 2024 YAZARLAR

Hafife almıyorum. Ama birşeyler atlanıyor olabilir mi diye de sormadan geçemiyorum. Belki işin aslı dışarıdan göründüğü gibi değildir. Eski ustaların çıraklarına en son öğrettikleri püf noktası, mesela. Annannelerimizin yemeğe kattıkları ihlas gibi. İşin ruhu, kalıpçılıktan uzak… Vardır bir sırrı.

Çünkü erdem veya bilgelik insanlar içinde anlamlıdır. Toplumdan uzaklaşılarak elde edilen bir takım farklı özellikler ile tekrar topluma geri dönmek mümkün olmayabilir. Velev ki, geri dönüldü, toplum kabul etmeyebilir, ayrı bir konuma koyabilir. Toplum iyi veya kötünün belirleyicisi olamaz. Ancak iyinin neden dışlandığı sorgulanmalı.

Farklı inançlar, kültürler, zamanlar, kahramanlar, piyonlar. Konu benzer. Söylemler aynı. Hissiyatları bilme şansımız yok ama tahmin etmek güç değil. İnsan… Konuştuğumuz şey aslında Sokrates değil, insanlığımız.

Mevlana’nın veya Yunus’un söylemlerinde mistik bir hava sezilmekte. Ama Sokrates’te bu yok. Ben buradayım işte. Bütün sorularım ve cevaplarım bu bıcak sırtında. Siz dostlar ile anlam bulacak…

Geçenlerde dostum doğum gününü kutladı. Birkaç arkadaşını davet etmiş. Güzel bir gündü. Renkli bir akşam yemeği sonrası duygusal konuşmalar. Eski günlerin hatırlanması. Ümitler, planlar, geleceğe dair, yarına… Ve kaçınılmaz son. Ayrılık. Yeniden yapayalnız, kendi dünyamıza çekilme. Bu hissiyatımı dillendirdiğimde, dostum, ağaçların çiçek açtığını söyledi.

Buradaki tek gerçek veya bilebileceğim şey, yalnızlığımdır. Ve tabii ki kendi boyamı sürmem tüm gördüklerime. Dostumun konuyu değiştirmesi, onun da aynı hissiyatı taşıdığına işaret olsa bile…

Amacım kimseyi hafife almak değil. Konunun boyutu farklı, benim için. Bildiğim cevapların ötesine geçememenin hırçınlığı var üzerimde. Bilmekle bilmemek arasında gelip gidiyorum sürekli…

Sokrates veya Mevlana… Kaç isim biliyoruz? Onbin, yüz, milyon… Demektir ki, bu öyle okunarak öğrenilen bir şey değil. Kitaplar elden ele, dilden dile dolaşmış. Söylemek yetmiyor ki, tarih yazmıyor. Veya, kimin yürekten konuştuğunu nereden biliyoruz ki? Belki de sadece haldir dili, biz delidir sanarız…

Onlar bilmeyin demişler, sevin, sayın, dinleyin, anlayın, affedin… Yaşayarak göstermişler ki, ömemsemişiz. İhtiyaç hissetmişiz ki, arıyoruz. Ama nerede, nasıl?

Veya, Mevlana’nın sözleri ile insanları gruplamak, Mevlana’ya ihanettir. Velev ki iyi – kötü diyerek, Çünkü bilmenin hiçbir faydası yok.

Sorularım var. Aslında cevaplarım da. Kendime göre. Dostlarıma söylerim bazen. Onların sözlerinin benim için ne ifade edeceğinden emin olamadan. Belki bilinmezleri göstermektir dileğim. Veya bilmediğimi görebilmek…

Hayalim var. Bir dost… Kavga edebileceğim, tartışabileceğim, sakınmadan, utanmadan konuşabileceğim. Hiç beklenmedik bir anda, bir köşede, garip kiyafetler ile karşısına çıkar, „pohh“ diyerek korkuturum belki. Sakallarını yolarım tek tek, var ise. Gökyüzündeki yıldızları sayarız birlikte. Masallar anlatırız birbirimize, sadece sevginin olduğu. Çocukca, deli gibi, masumane, bilmeden…