Sokağın Ruhu 1

Felsefe Kulübü’ndeki sunum başlığım… Altını doldurmaya çalışıyorum şu sıralar. Düşünüyorum.

SEDAT İLHAN 23 Kasım 2025 YAZARLAR

İç dünyamdaki dengelerimi tekrar ve tekrar ele alıyorum. Çünkü sözlü iletişim, yazılıdan çok farklı. Tüm duygularımız doyurulmadığı sürece söylemlerimiz birbiriyle uyumlu olmayabiliyor. Anlatımlarımızda içimizde ne varsa ortaya dökülüveriyor: niyetlerimiz, şüphelerimiz, sorularımız, kabul edemediklerimiz…

Aslında bunları saklamak gibi bir gayretim yok. Çözüm arayanlar, bulanlar ve paylaşmaya hazır olanlarla birlikte ele almaya her zaman hazırım. Ancak muhataplarımızın anlık durumlarını değerlendirerek iletişimi yönetebilmek erdemimizin gereğidir; tutarlı olmanın ve insanların kendilerine özgü öğrenme süreçlerine saygının bir gereği.

Nedense bu konuyu yazmakta zorlanıyorum. Bir tıkanıklık olmalı ama ne? Yoksa işin ucu bana mı dokunuyor? Yapamadıklarım veya bulduğumu sandıklarım, hayattan kopuk söylemlerim… İlkelerimiz, realitelerimiz, insanlığımız…

Sosyal medyada bir paylaşım okudum. Dostoyevski’nin Ölüler Evinden Anılar kitabından bir alıntı. Hapishanede mahkûmların tekme attığı köpeğe sevgi ile yaklaşmak ister yazar. Köpek acı acı inleyerek kaçar; sürekli dövülmeye alışmıştır çünkü. Bu konuda bir skeç de seyretmiştim eskilerde: hayatın içinde sürekli itilen kakılan insanlar, lokantada kendilerine saygıyla hizmet edilmesini garipserler; doğal (!) olanı tercih ederler: saygısızlığı… Örneklerin sadece kitaplarda, skeçlerde olmasını isterdim. Veya sadece örneklerde kalmasını… Yine sosyal medyada paylaşılan bir videoda satıcının, ürünü müşterinin kafasına vurduğunu gördüm. Ve dükkânın önünde uzayan sırayı…

“Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş” der Niyazi.
Kimseden şikâyet etmeye hakkım(ız) yok. İnandığımız her ne ise, yapayalnız kalma pahasına gerçeklemeye çalışmaya devam etmekten başka bir çözüm düşünemiyorum.

Gruplaşmanın zirve yaptığı bir ortamda yaşıyoruz. Farklı bir düşünce ile karşılaştığımızda hemencecik susturmaya, kalıplarımızın içine sokmaya çalışıyoruz. Sosyal medya algoritması da bunu destekliyor. Önümüze öyle paylaşımlar geliyor ki, sanki herkes bizim gibi düşünüyor. Bu manipülasyonun farkında değil miyiz? Gerçekten inanıyor muyuz, yoksa aldanmak mı istiyoruz?

Acı olan şu ki, bunları yazıyorsam benim de farklılıklara açık olduğum çok söylenemez. Aslolan —ve ulaşılabilecek en yüksek mertebe— farklılıkları fark görmemek olmalı. Sanırım bu yeni bir aşama, bir adım, bir söylem. Sağını solunu, üstünü altını, önünü arkasını irdelemeliyim.

Görülen o ki, problemim; ilkelerimin beni aşması, benden fersah fersah ileride koşması. Buna rağmen onları bırakmak istemiyorum; hayatın içinde kalmaya gayret ederek.

İlkelerim… Doğruluğundan herhangi bir şüphem olmadığı hâlde her zaman, küçük veya büyük; üzen veya sevindiren her hadisede onları yeniden ele almaya çalışıyorum. Sorguluyorum. Hem emin olabilmek hem de genişletebilmek, geliştirebilmek için buna ihtiyaç duymaktayım. Elbette insanlarla kaliteli bir iletişim kurabilmek için de gereklidir bu. Tezlerimi ortaya sürüyorum; onların irdelemelerine müsaade ediyorum. Açmazlarında doğruluyorum, doğrularında geliştiriyorum kendimi. Bunu yapabiliyorsam, yapmaya çalışıyorsam ilkelerimden vazgeçmek zorunda mıyım?

Bu sefer çok zorlandım nedense. Muhakkak başka hadiselerin de etkisi vardır; yakın zamanda beni üzen diğerlerinin…

Farklılıkları fark görmemenin en uygun çözümleri bulmak için bir şart olduğunu düşünüyorum ama farkı görüyorum. Farklılıklara açık olduğunu iddia eden bir grup karşısında farklılıkları fark görmemenin gereğini anlatmaya çalışacağım. Bu sunumu yapabiliyorsam grubun iddiasında bir derece haklı olduğu söylenebilir. Ve onlara yanlış olduklarını ispat etmek gibi bir niyetim olamaz, olmamalı.

Problem nedir o zaman? Herkesin mutlu mesut yaşadığı bir ortamda hâlâ hepimiz için, hep birlikte mutlu mesut yaşamaya bir yol arayan BEN…

Susmak bir çözüm olabilir mi? Veya konuşacak isek: neyi, nasıl konuşalım?..