„Allah’ın tüm isimleri Rahman isminin altındadır“ der İbn-i Arabi Hz. Bu O’nun mutlak kudret olmasının doğal bir sonucudur. İsteyene istediğini verememek o varlığın eksik olduğunu gösterir çünkü. Allah için bu söz konusu olamaz.
Bu cümle çok dogma gibi mi geldi yoksa? O zaman bazı şartlara bağlı olan bir tanrıya inanmanın ne demek olacağını tefekkür etmeli. Nasıl sevebilirim, sevildiğimden nasıl emin olabilirim? Hatalarımla, söyleyip yapamadıklarımla, iki cihana sığmayan BEN…
Cehennem dahi rahmettendir yani. Bunu çok uzun süre düşündüm. Sanırım hala cevabını bulamadım. Hatta affediverecek gibi geliyor bazen. Çünkü herkes affediliverirse ben de aradan Cennet’e giriveririm işte, hesapsız…
Cennet var ise Cehennem’in olmaması düşünülemez. Ne yazık ki durum bu. Çünkü sadece inandıklarımızı gerçeklemeye çalışmak yerine iyilik yarışındayız sürekli. Olmadı, kötü olmadığımız iddiasıyla korunmaya çalışıyoruz ateşten, anlamsız. Hüküm veriyoruz sürekli, farkında bile olmadan, bilme iddiası ile… Affı sonsuz olan bir Allah’a inanıyoruz ama sadece bizi.
İsterseniz hayatın içinden konuşalım biraz. Dünyamızı Cennet’e çeviremez isek ahirette Cennet’i bulamayız, denilir. Mantık olarak doğrudur, inanırım. Hastalıklar, ayrılıklar, ölüm… Hepsi rahmettendir. Ama nasıl karşıladığımız önemli, bizim için.
Okumak üzere aldığım kitaplardan seçtiğim iki tanesi tekerlekli sandalye kullananlar tarafından kaleme alınmış. Yaşadıkları, öğrendikleri, hissiyatları, kabullenişleri, çırpınışları… Hem okuyorum hem de „Ben olsa idim ne yapardım?“ demekten kendimi alamıyorum. İddialarıma engel olmaya gayret ederek… Bir tanesi çok dua ettiğini yazmış. Yapmacık geldi bana. Tesadüf olabilir mi?
Engelli bir dostum olduğunda veya bir nedenle engelli olduğumda neyi nasıl yapmam gerektiğini tefekkür etmek istiyorum. Ta ki, hayat akışına yaşayanana kadar. Ancak tecrübe etmeden söylemlerim havada kalmaya mahkum…
Ayrılık? Tüm insanlar ile iletişimi önemsediğim için bana çok zor geliyor. Ne kadar mümkün olmasa da yüreğimiz açık olmalı. Gayret etmeli buna. Uzanan eller havada kalmamalı. Öncelikle bu bizim için gerekli. Allah’ı bilmek böylece mümkün veya Allah’ı bilenlerin tavrı bu olsa gerek… Aksi, küçücük dünyamızda büyük laflar ederek mutlu mesut, şen şakrak yaşar gideriz. Söylemlerimizin değil düşmana, dosta neden dokunmadığını düşünmeden, düşünemeden…
Şeyhim Taptuk, „Gelene yeri, gidene yolu hazır.“ der. Ve „Tüm yollar Allah’a gider.“ İnanıyorum, kabul ediyorum ama isyanlarım var yine de…
Kabul ediyorum çünkü kabul etmek zorundayım. Kimsenin neyi, hangi derinlikle, kiminle, ne zaman ele alacağına müdahale edemiyoruz ne yazık ki. Söyleyiverince itiraz edilmesi mümkün olmayan sözler söyledim defalarca. Buna rağmen kalp kırdım, istemediğim halde. Biliyorum ama neden diye soruyorum hala…
Hergün görüşebileceğim bir dostum var. Biraz limoniyiz son zamanlarda. Konu bu işte. Karar aldım ama uygulayabilir miyim henüz bilmiyorum. Çünkü dağılmış bir durumdayım, sanki… Onunla, onun düşünce ufkunu aşan bir şey konuşmak istemiyorum. Aslında bu benim arzuladığım bir şey ama bir türlü gerçekleyemiyorum.
Birkaç dost ile oturup konuşabilmek, bir yol, yöntem belirleyebilmek için haftada bir gün yüz kilometre yol gidiyorum. Düşündüm, binlerce insanı geçiyorum aslında, beni arayan, aradığım, yoldaş olabileceğim, garip…
Hiperaktif bir dostum yakında tatilden döndü. Farklı bir tecrübe yaşamış. Nerede akşam oldu ise bir yer bulmuş, yatmış. Doğal yaşayan insanlarla yürekten konuşmuş. Hayat tarzımı buldum, diyor. Sakinleşmiş, dinçleşmiş…
Ama çözüm şimdi ve burada, yarın değil… Ayrılık gerekli değil yani. Sadece tezlerimizin aslında ne kadar da anlamsız olduğunu test eder dururuz sürekli. Ta ki, öğrenene kadar.
Ölüm? Bana soğuk gelmiyor. Allah yok ise toprak olur gideriz. Var ise, affedebildi isek affediliveririz, tüm insanları, dostları, düşmanları…