Aylar önceden planladığımız gün gelip çatıverdi.
Aslında bir hafta sürem vardı ama ondan da vazgeçtim. ”Sunumu bir hafta önceye alalım mı“ diye sorduklarında „Bana her yol Roma“ deyiverdim. Bu sözü kim söylemiş, neden söylemiş, bilmem. Anladığım şey, bir meydan okuma, hafife alma söz konusu. Başaracağından emin olma halinin ifadesi.
Nasıl olsa daha önce Sokrates üzerine 11 kez odaklanmıştım. Alelacele sunumu hazırladım. Anlatımda izleyeceğim yol da netleşmiş oldu böylece.
Başlığı belirlerken biraz ilgi çekici olması hedefimdi. Öyle sanıyordum. Ama asıl niyetime göre karar vermişim, anladım. Veya Sokrates’in sözlerinden neler anladığıma dair yazmış olduğum yazıları sunuma hazırlanabilmek üzere okuduğumda konuşmamın içeriğini doldurmakta zorlanacağımı gördüm. Nedenlerine şu anda odaklanmak istemiyorum. Belki kolayıma geldi. Andaki sorularımı sormak, birlikte cevap aramak istemiş olabilirim. Sorumluluklarımızı diğerlerine atmadan tabii ki. Belki de yazdıklarımı yeterli görmedim. Yazmak kolay. Oturuyorsun ve iç sesini takip ediyorsun. Her zaman, her konuda haklısın. Atış serbest. Ama konuşmak farklı. Her ne kadar kelimesi kelimesine ezberlemiş olsak da söyleyeceklerimizi, ağzımızdan çıkanlar BİZ oluyoruz. Bir şekilde kendimizi anlatıyoruz. Olması gerekeni değil, olduğumuzu ifade edebiliyoruz. Saklanmamız mümkün değil. Böyle bir tecrübeyi bilmeyenler, farklı bilenler, kabul etmeyenler için açık kapı bırakıyorum. İstisnalar mümkün.
Sonuçta sunumun içeriği, düşünme, anlama mantığımızı anlatan Mevlana’nın bir sözü ile bana ait bir söylem üzerine oturmuş oldu.
„Baktığın benim, gördüğün sen.“ der Mevlana. „Dost bildiklerimiz dost, düşman bildiklerimiz düşman olmayabilir.“ dedim ben de.
Birincisi sorgulamanın gereğine ikincisi ise sonucuna işaret eder.
Neden sorgulamıyoruz? Cevabını aradığım soru bu. Aslında biliyorum ama kabul edemiyorum. Belki kabul de ediyorum ama kendi yapmam gerekenler beni ürkütüyor. Veya gerçekten doğru şeyler yaptığımdan emin olmak istiyorum.
Sokrates’i tek kelime ile ifade et, deseler sorgulamak diyebilirim. İkinci bir kelimeye ihtiyaç duyar mıyım, düşünmeliyim. Bilmediğini bilmek çok önemli. Ama bu, sorgulamanın sonunda ulaşılabilecek bir sonuç gibi görünüyor.
Sorgulama için, anlama, anlam arama gayretidir, denilebilir. Bildiğimizi sandığımızda tanımlamaya başlarken bulabiliriz kendimizi. Ve tanımlarımız BİZden izler taşıyabilir. İşte bu nedenle sorgulamak zordur. Çünkü kendimize rağmen yapılmalıdır. Bazen olur ki, endirekt değil, direkt kendimizi sorgulamamız bile gerekebilir.
İsterseniz bu cümleleri farklı ifade edelim. Sorgulamamız tam olsun. Ne söylediğimizi kulaklarımız duysun. Kelimelerimiz kalbimize kadar inebilsin.
İyi veya kötü, doğru veya yanlış… Tanımlamalarımız kolaycılığımızla yol verdiğimiz, bildiğimizi sanmalarımıza dayanan tezlerimiz, hükümlerimiz, iddialarımızdır. Birisi ile karşılaşırız mesela. Bir sözü ile onu kafamızda mevcut olan bir gruba dahil ediveririz. Böylece onun hakkında birşeyleri sormaya ihtiyaç duymayız. Çünkü herşeyi bildiğimizi sanarız.
Yeterince sorguladığımızda bilmediğimizi görebiliriz. Bildiğimizi düşündüğümüzde sorgulamaya gerek görmeyiz.
Hala birşeyler eksik, çevrim tam değil. Bilmediğimi öğrendiğimde sorgulamam bitmeli mi? Veya birgün sorgulamayı bıraktığımda bilmediğimi kabullenmek mi olacak halim…
Zor sorular. Kendimle çelişiyorum sanki. Hayat akışına yaşanmalı, diyordum oysa.
Kimseyle alıp veremediği birşey olmayan dostlara selam olsun. Yedikleri, içtikleri, eğlendikleri… helal olsun. Onlara bir lafım olamaz. Ancak soruları olanlar, cevaplarını aramalı. Şikayetleri olanlar, çözümün bir parçası olmaya gayret etmeli.
Gecemizi şu kelimeler ile noktaladık.
„Anladığımızda göreceğiz ki, hepimiz tıpatıp aynıyız ama bir o kadar da ayrı…“