Seminere her zamanki gibi neler söyleyeceğimi düşünerek gittim.
Saatler önce, hiçbir şey duymadan. Bu bir hastalık belirtisi olabilir mi? Şüpheleniyorum. Dermanı olmayan dertlere düştüm ise Lokman Hekim aranmalı.
Veya kültürümüz, zamanın çıldırtıcılığında insanlığımız çok basit bir bakış açısı kayması nedeniyle can çekişiyor, çözümsüz. Rahatsız olmamak mümkün mü?
Sunumu yapacak olan arkadaşımızla çay alırken karşılaştım. İçimdeki çocuk kıpır kıpır. Duramadım, heyecan var mı, deyiverdim. Sonra toparlamaya çalıştım. Profesör de olsak sınav deyince elimiz ayağımız birbirine dolanıyor, dedim.
Neden? Sunum yapacak olanlar o günün hakimi, ev sahibi, sünnet çocuğu, gelinlik, görümlük kız. Özenle giyiniyorlar, makyaj yapıyorlar. Ve stres, olmazsa olmaz.
Bu halimizin topluma bakan yönü vardır mutlaka. Başarı tanımlarımız en temel göstergemiz. Ancak cevabı aranması gereken soru şu; birey olarak biz bunun neresindeyiz? Neyi başarı olarak görüyoruz?
Kimsenin kalbini kırmamak, mesela. Başarı olabilir mi? Gerçi bu nasıl mümkün olabilir, henüz bilmiyorum. Söyleyiverince değişiverecek aldanmışlığımdan, yanılmışlığımdan vazgeçemediğim sürece… Muhataplarıma iyi şeyler hissettirmediğimi düşünmeme rağmen. Doğrucu Davut, dokuz köyden kovulmuş, onuncusunu arayan. Doğru mudur kabul görmeyen yoksa Davut mu?
Sunum kısa sürdü. Sonrasında katılımcılar görüşlerini paylaştı. Teşekkür, takdir vazgeçilmezimiz. Sanki zaman israfı gibi geliyor bana. Güzel sözler duymak isteriz, kesin, inanmasak da söylenenlere, Yoksa inanır mıyız? Aslında kritik etmemiz konuyu önemsediğimize işaret. Düşüncelerimizi söyleyemeye istekli olmamız anlama, anlatma, anlaşma gayretimiz. Bazen dostça görünmese bile böyle.
Kötü bir içeriğe katkıda bulunmak kolay değil. Nerem doğru misali. Kelimelere değil harflere itirazımız varken… Zaten düşmüş, özgüven yerlerde, dokunsan ağlayacak, bir de biz mi vuracağız? Ya ciddi ciddi bilgi dolu ise? Çözüm, sorumluluk, kapsayıcılık… Olabilir mi böyle bir şey? Hayır! Kesinlikle hem de. Mutlaka başka bir bakış açısı ile yanlışlanmalı, tamamlanmalı. Veya sadece insanlığımız.
Hikaye bebeklikle başlıyor. Karnımız açıktığında hemencecik, sıcacık bir kucağı bulduğumuzda güvenli bağlanmayı öğreniriz. Ve hayatımızın sonuna kadar bu edindiğimiz meleke ile bakarız dostlarımıza. Doğrudur.
O zaman evlilik okulları kuralım. Mezun olanlar evlenebilsin, çocuk sahibi olabilsin. Ya mezun olamaz veya gitmek istemez ise? Tez kafası vurula!.. Ferman dövletlümün.
Duramadım yine. Susamadım. Annem babam beni nasıl yetiştirmiş olursa olsun, tüm yaptıklarımın ve yapmadıklarımın sorumluluğunu üzerime alıyorum, dedim. Hatalarımın sorumlusu benim. Çocuk eğitimi yoktur. Onlar kendileri öğrenirler. Bize bakarak, gördüklerini uygularlar. Sözlerimiz eylemlerimizle uyumlu değilse bir tercih yaparlar veya bir köşeye yazarlar. Bizi kırmak istemezler, itiraz etmezler, edemezler belki ama ya büyüyünce? İşte bu nedenle hayatı bir tiyatro gibi göremeyenler çocuklarına ebeveynlik yapamazlar.
Çok büyük laf etmişim. Kendimi anlatmışım. Dün 14 yaşındaki oğlumla görüştüm bu konuyu. Senin baban oyun oynamayı bilmez, dedim. Ama istiyorum. Nasıl olacak bilmiyorum ama istiyorum. Birgün bir çocuk gibi, çocukları kıskandıracak bir masumiyetle oynayacağım onunla.
Konfüçyus’un bir sözü; „Kendine yapılmasını istemediğini sen de başkalarına yapma“ Bir katılımcı mı söyledi yoksa ben mi ilgi kurarak kafamda söylemlerimi hazırladım, bilemiyorum. Basit bir cümle ama anlam derin, bilgece. Bir video seyrettim. Bu söz üzerine epey konuşulmuş. Bazı felsefeciler bununla ahlakı bilime dayandırmışlar. Bir çok soru da var haliyle. Neden hayvanların etlerini yiyoruz? İşkenceyi kendisi için normal gören birisi diğerlerine yapabilir mi?
Aslında basit bir cümle ama anlam derin. İnsanlığımız. Özgürlüğümüz, özgünlüğümüz kırmızı çizgimiz. Herşeye rağmen, kaybetme pahasına, hayatımızı bile. Çözümlerde kendimizi hissetmediğimiz sürece asla kabul etmemek üzere bir neden bulabiliriz. İnsanlık tarihimiz örnekleri ile dolu. Yanlış diyemeyeceğim ne yazık ki. Ben yoksam içinde neden varolsun, varolabilir mi veya?