Kuşun rızkını veren, insanın rızkını vermez mi?

Kuşun rızkını veren, insanın rızkını vermez mi?

Bu sabah uyanıp jaluzini açtığımda, her tarafın bembeyaz kar ile kaplı olduğunu gördüm. Yılın ilk karı yağmıştı ve bembeyaz örtü gibi her yeri kaplamıştı. Yılın ilk karını görmenin çocuksu heyecanı ile balkona çıktım, hava oldukça soğuktu, balkondaki termometre eksi dört dereceyi (-4) gösteriyordu. Balkona da düşmüş olan kara dokundum, yataktan yeni çıkmış, uyku mahmuru ben,

REMZİ KAPTAN 03 Şubat 2021 REMZİ KAPTAN

Bu sabah uyanıp jaluzini açtığımda, her tarafın bembeyaz kar ile kaplı olduğunu gördüm. Yılın ilk karı yağmıştı ve bembeyaz örtü gibi her yeri kaplamıştı. Yılın ilk karını görmenin çocuksu heyecanı ile balkona çıktım, hava oldukça soğuktu, balkondaki termometre eksi dört dereceyi (-4) gösteriyordu. Balkona da düşmüş olan kara dokundum, yataktan yeni çıkmış, uyku mahmuru ben, karı avuçlayınca, bambaşka bir duygu boyutuna geçtim.

Elimde top haline getirip bir o avucuma bir bu avucuma koyup oynadığım kar ile etrafa bakındım. Tüm ağaçlar, çimenlerin üstü, arabalar, cadde, trafik işaretleri… her yer kar altındaydı.
Bembeyaz bir huzur…

Etrafıma bakınırken üç tane kuş (cinsini tam olarak seçemedim) önümde uçup gittiler. Her yer kar altında ve kuşlar uçuyor. Bu bana Hz. İsa’nın (veya ona atfedilen) bir sözünü hatırlattı.

“Ey insanlar, nedir bu mal biriktirme hırsınız?
Kuşlara bakın, onların ambarlar mı var?”

Mealen böyle hatırladığım bu sözler ne kadar çarpıcı böyle. Her şeyin bembeyaz bir örtü altında olduğu bir zamanda bile kuşlar yinede rızklarını bulabiliyor, yaşamlarına devam edebiliyorlar. O halde, cümle varlığın rızkını veren Allah ise, biz neden hep açlık korkusu ve kaygısı ile yaşıyoruz?

Yoksa aslında korkumuz açlık değilde, daha çok mal ve mülk sevdası mı, başkalarına malımız ve servetimiz ile üstünlük taslamak mı?

Yeri gelmişken yapılan bir araştırmanın neticesine göre, insan aslında kazandığı maddiyatın sadece onda üçünü kendisi için harcıyor. Onda yedisi ise başkalarına kalıyor.

Her şeyin kar altında kalıp beyaza büründüğü bir zamanda kuşlar yinede rızklarını bulabiliyorsa, bunca beceri ve yeteneğe sahip insan neden geçim korkusuna kapılsın ki?

Elbette bir kapı her zaman açıktır. Esas olan inanmak, umut etmek ve mücadele etmek değil midir? Öyledir.

O halde ilk işimiz bu korkuları geride bırakmaktır. Şüphesiz ki burada tembelliği ve miskinliği kastetmiyorum. Elbette insan çalışkan olmalı, yaşamının devamının sağlanması için çaba sahibi olmalıdır. Burada bahse konu olunan; gereksiz korkulardır. Bu korkuların yaşamımızı ele geçirmesi, bizi yönlendirmesi, rekabet içine koyması, esaslarımızın yerini değiştirip maddiyat esaslı bir hayatın, yaşamın sahibi kılmasıdır.

Bu korkulardan uzaklaşmalıyız, hemde hiç zaman kaybetmeden. İnanarak, umut ederek ve buna uygun bir çabanın sahibi olduğumuzda aşamayacağız engel, yenemeyeceğiz zorluk yoktur. Bir kuşun bir nasibi varsa bu yer kürede, dünyanın en değerli varlığı olan insanın hay hay vardır.

Yeter ki insanda bir kuş kadar çaba, azim ve kararlılık göstersin. Belki bunu başardığımızda yaşamımızın diğer yönlerini daha çabuk ve iyi kavrarız.

Nedir bu yönler?

Dünyaya geliş sebebimizin açığa çıkması, bilincine ulaşılması, varoluşun gerçek anlamı ve yaşamımızla buna cevap vermedir.

Ya Hakk;

Bunca mahlukatın rızkını veren Sensin, Sana inancım, Sana şükrüm daimdir.

”Beni değil namerde, merde dahi muhtaç eyleme. Şu sonsuz kainatta, sınırlı zamanda yaşayan bir varlığım.

Beni, varlığının bilincinden olanlardan eyle.
Beni, geçici menfaat için eğilenlerden değil, Hakk’ı bilip hakikatin yolundan gidip şükür edenlerden eyle.

Sabahın serinliğinde, bembeyaz karın altındaki yer kürede sonsuz varlığın bilincinde olarak Hakk’a şükür ettim.”

Sonrasında tüm gün elimden geldiğince kara dokundum, bir çok kimseye sıradan gelen kar tanelerinin gökten yere yağmasına, ilk defe tanık olunuyormuşcasına şükür ettim.

Kar taneleri yüzüme değdikçe yaşamanın, var olmanın, bu anı deneyimlemenin müthiş hazını yaşadım. Evimin karşısında olan küçük bir tepecikte çocukların kızak kaymalarını seyre daldım, sevinçlerine ortak oldum.

Ne demişti büyük şair, bunca zorlukların ortasında: yaşamak güzel şey be kardeşim. Öyleydi. Yaşamak güzel, güzel ötesi. Her şeyi ile yaşamak, acısı ve kederiyle, karı ve yakıcı güneşiyle…

Bir bütün halinde yaşamak, mucizedir. Ben yağan kara, çocukların kızak kaymasına böyle bir anlam yüklerken, iş arkadaşlarım kardan dolayı aksayan trafiğe, soğuğa veryansın ediyorlardı.

Bakış açısı işte. Hayatın tümü için bu bakış açıları geçerli ve belirleyici değil midir? Ya siz nasıl ve neresinden bakıyorsunuz hayata? Yağan karın yüzünüze temasını mı deneyimliyorsunuz, yoksa ıslanmış ayaklarınıza mı daha çok dikkat kesiliyorsunuz? İnsanı insan yapan farkındalığıdır. Farkındaysa yaptığı davranışın, bu insanı insan kılıyor.

Farkında değilse yapıp ettiklerinin, surette insan manada insan olmaktan epey uzaklaşıyor. Nice erenlerin, velilerin, kamili insanların, yaşamın gerçek manasıyla sırrına vakıf olan kimselerin yaşadığı hal bu haldir; farkındalık. Yağan karın, esen yelin, yağmurun, kuraklığın, sıcaklığın ılıklığın…

Onlar zahiri deneyimleri batıni olanla birleştirip hemhal etmişleridir. Böylelikle varoluşa cevap vererek, gerçek anlamıyla huzuru ve tatminkarlığı yaşamışlar.
Aslında istediğimiz zahiri başarılarda bununla alakalıdır. Zahiri başarıdan amaç tatminkar, doyuma ulaşmış bir yaşam değil midir? O halde içsel yolculuk tamama ermeli, menziline ulaşmalıdır. Neden yağan karın yüzümüze değmesi, bizlerin ruh haline aldırmaksızın üzerimize üzerimize yağması ilk adım olmasın ki?

ÖNE ÇIKANLAR