Umut diğer bir deyişle ümit her işin başı. Bu yüzden canlı tutmak gerek onu. Asla yitirmemek gerek. Zîra umut imanın kardeşidir ve kâinatta hiçbir canlı umutsuz yaşayamaz. Toprak, hava, su, hayvanlar ve bitkiler, hep bir döngüsellik içinde umudu kovalar dururlar. Kışlar bahar, baharlar yaz, yazlar ise güz umudu ile döner dururlar hep. Su ise o
Umut diğer bir deyişle ümit her işin başı. Bu yüzden canlı tutmak gerek onu. Asla yitirmemek gerek.
Zîra umut imanın kardeşidir ve kâinatta hiçbir canlı umutsuz yaşayamaz. Toprak, hava, su, hayvanlar ve bitkiler, hep bir döngüsellik içinde umudu kovalar dururlar. Kışlar bahar, baharlar yaz, yazlar ise güz umudu ile döner dururlar hep. Su ise o kadar azimli ve ümitlidir ki taşı bile deler.
Doğada en güçlü gibi görünen insanın durumu ise görünenin aksine daha zordur aslında. Dünya yurdunun kadim kiracısı konumunda ama zaman ve mekân ile kısıtlı ve akıl ve duygular ile örülü bir kafes içinde kaderin kapısını gözlemekle yükümlü hep. Bir de iradesinin hakkını verme şartı var tabi, zorlardan zor. Onun sarılabileceği tek dayanak ise ümit yani ummak, iyimser olmak.
Bu noktada realist olma ile hayalci olma arasında mekik dokuyor işte insan. Umut sayesinde gözle görülemeyeni görmeye, elle tutulamayanı hissetmeye çalışıyor. Ve böylece imkansızı başarma peşinde. Ama tarih de şahit ki, aslında dünyada başarılmış her şey, umut ve onun kardeşleri olan azim, sebat ve gayret sayesinde gerçekleşmiştir.
Gerçi, dünya o kadar da toz pembe değil ki, çok fazla kötülük var dediğinizi duyar gibiyim. Ama insan kötülük karşısında korktukça tutsak, umut ettikçe ise özgür değil mi? Ve kötülük bir karanlık gibi her tarafı sarsa da karanlığın en yoğun olduğu an, şafağa en yakın olduğumuz an demek değil midir?
Üstelik hiçbir kış, sonsuza kadar sürmez ve elbette baharlar gelecektir, üstelik müjdecileriyle beraber. Ama bunun şartı inanmak, ümit etmek, çalışmak ve sebat etmektir.
Tıpkı Élisabeth Brami ve C. Blain’in hikayesindeki iki ağacın inanç ve çabası gibi:
Birbirleriyle sürekli rekabet eden biri büyük biri küçük iki komşu ağacın hikayesidir bu.
Her ilkbaharda birlikte çiçeklenip her sonbaharda birlikte yaprak döken bu ağaçlar bazen en çok kimin yaprağı var bazen de en çok kuş kimin dalında var diye tatlı sert bir çekişme içindelermiş.
Fakat, başta güzelim tabiat olmak üzere her şeyi bozup tüketmekte mahir olan insanoğlu büyük bir hırsla bu ağaçların bulunduğu araziye de göz dikmiş ve onların yaşadıkları yemyeşil bu araziyi paylaşıp bu iki ağacın arasına da çok yüksek bir duvar dikmişler.
Bu iki komşu ağaç da artık birbirini göremez olmuş. Öyle ki birbirlerine duydukları özlem ve hasretle sararıp solmaya başlamışlar.
Ta ki yaşlı ağaç duvarın üzerinde bir yeşil yaprak görene kadar. O zaman ümidi tekrar yeşillenmiş, onları ayıran yapay duvarın öteki tarafına seslenmiş son bir gayretle: bu duvarı aşabiliriz! Pes etme! Büyümeye devam et! demiş.
Bunu duyan küçük ağaca da adeta can gelmiş tekrar.
Birbirlerini sürekli motive ederek bu yüksek duvarı aşmayı ve duvarın üstünden tekrar el ele tutuşmayı başarmışlar.
Hatta o kadar sarılmış ki dalları birbirine, bir daha hiç kimse onları ayıramamış.
Yapay duvarlar onların gerçek arkadaşlığını dostluğunu engellemeye yetmemiş hatta daha da güçlendirmiş. Artık birbirileri ile hiç kavga etmemişler.
Bugünde toplumda bu tür yapay duvarlar var ve belki de gergin bir yenisi ekleniyor.
Ama tekrar umuda sarılarak bu duvarları aşabilmemiz mümkün, yeter ki isteyelim.
Mevlana’nın da dediği gibi “Umut, hiç bitmeyen bahar mevsimidir. İçine kar da yağar, fırtına da kopar ama çiçekler hep açar.”
Bunun için de azim ve gayret gerekir, tıpkı Kuran’da anlatıldığı gibi “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 53/39. Ama bir o kadar da strateji gerekir, zira yine Mevlana’nın deyimi ile “Allah gafur rahimdir ama arpa ekene buğday vermez.”