Marifet Rehberi

Anadolu coğrafyası kütüphaneleri, tekke ve medreseleri ile eşsiz bir hazinedir. Tarihin tozlu raflarında kalmış pek çok eser ise hala keşfedilmeyi beklemektedir. 12-13. yüzyılda yaşamış Şemsüddin Ebû Sâbit Muhammed bin Abdülmelik Ed-Deylemî Et-Tûsî de bu eşsiz hazinenin mütevazı ama bir o kadar da renkli şahsiyetlerinden biridir. Kendisinden ilk kez Rehnümâ-i ma’rifet adlı Osmanlıca bir bir eseri

DR. MUSTAFA AKDAĞ 19 Nisan 2020 YAZARLAR

Anadolu coğrafyası kütüphaneleri, tekke ve medreseleri ile eşsiz bir hazinedir. Tarihin tozlu raflarında kalmış pek çok eser ise hala keşfedilmeyi beklemektedir. 12-13. yüzyılda yaşamış Şemsüddin Ebû Sâbit Muhammed bin Abdülmelik Ed-Deylemî Et-Tûsî de bu eşsiz hazinenin mütevazı ama bir o kadar da renkli şahsiyetlerinden biridir. Kendisinden ilk kez Rehnümâ-i ma’rifet adlı Osmanlıca bir bir eseri vasıtası ile haberdar olmuştum.

Cumhuriyet dönemi başlarında Ahmed Remzi tarafından Osmanlıcaya çevrilmiş olan bu eser kısa ve öz anlatımı ile tam bir marifet rehberi idi. Deylemi tanınmıyordu, eserleri de bilinmiyordu. Bu eser bizi akademik bir çalışmaya sevk etti ve kendisine ait henüz gün yüzüne çıkmamış 35 eserinin daha bulunduğunu tespit ettik.

Araştırmamızın devamında da ilginç bir durumla karşılaştık: Müellif bazı eserleri İmam Gazâlî’ye atfedilebilecek kadar önemli bir şahsiyetti. Hakkında sahip olduğumuz bilgi ise yok denecek kadar azdı. Yaptığımız çalışma bazı araştırmacıların dikkatinden de kaçmadı ve iki ayrı araştırmacı özellikle Deylemi’nin yazmış olduğu Kitâbü tasdîkı’l-maârif isimli tasavvufi tefsiri hakkında mastır ve doktora çalışmaları yaptılar. Bugün yine Hollandalı bir akademisyenin onun hakkında doktora çalışması yaptığını memnuniyetle öğrenmiş bulunmaktayım.

Deylemî kendi ifadeleri içinde önceleri tasavvufa tavır alıyor ve sufileri tekfir ediyordu. Sonrasında manevi bir tatminsizlik hâlinin onu buhrana ittiğini ve en sonunda Kelamullah’ın onun imdadına yetiştiğini ve tasavvuf yoluna böylece girmiş olduğunu kendisi belirtmektedir. Bu durum Gazâlî‘nin geçirdiği manevi dönüşüme benzemektedir.

Tasavvufun kurumsallaştığı, ferdi anlayış ve şahsi tecrübelerin değil, tarikatların fikir ve teamüllerinin ön plana çıktığı, her tarikatın kendine has ritüel ve motiflerinin belirginleştiği ve yeni bir takım ayin türlerinin ortaya çıktığı hicri 4-5. Asırda yasayan Deylemi, tasavvufun şeriata uygunluğunun en çok tartışıldığı bu dönemde fikirleri ve eserleri ile özellikle itikadi açıdan sapmaların önüne geçmeye çalışmıştır.
Marifetullah ve nasıl ulaşılacağı noktasında tecrübelerinden yola çıkarak kaleme aldığı eserleri vardır. Bunlar arasında bahsi geçen Rehnuma-i Marifet dikkate şayandır.

Bu eserde Deylemi Mârifeti: Mârifet-i Hakk ve Mârifet-i hakikât olarak ikiye ayırır. Hakk marifetine ‘Nefs’i gizli-açık sıfatları ile tanıyıp, ondan kaçınmakla ulaşılır. Hakikat marifetinde ise ‘İkrâr maallah’ vardır. Allah’ın zatî ve manevi sıfatlarını bildikten sonra ulaşılır.

Nefsin hakikatini anlamak için Kalp’i tanımak gerekir ki bu da insana verilen bir latifedir ve kötü ahlâkın mahallidir. Ama kalbe yerleştirilen diğer bir latîfe daha vardır ki bu da ‘ruh’ tur ve burada da ahlâk-ı hamide yerleşir. Genel manada nefis, sıfatı yönünden; hâin, câhil, kâfir, müşrik ve emmâre bi’s-sûi’ (kötülüğü emreden) dir. Ama Kuran’da da “Kim, Rabbinin divanında durmaktan korkarsa ve nefsini heva ve hevesine uymaktan dizginlerse, onun varacağı yer olsa olsa Cennettir.” buyrulur.

Hz. Süleyman (a.s) : “Nefsi yenmek, tek başına bir memleketi fethetmekten daha zordur” buyurur. Peki, nedir bu nefis, bir şekli sureti var mıdır?
Deylemi “nefse eğer bir sûret verilecek olsaydı şekli: Baş kibir, Göz ucub, Ağız haset, dil yalan ve gıybet, kulağı nisyân, göğsü düşmanlık, intikam ve kin, karnı şehvet ve bühtân, elleri hıyanet ve hırsızlık, ayakları emel, kalbi gaflet, ruhu ise küfürdür” der. Hem nefsin aklı ve fehmi yoktur.

O, bu fâni dünyadaki bir saatlik şehvete cenneti ve nimetlerini ve cennette bâki kalmayı satıverir. Nefis mücâhede ile ölmez fakat hapsedilir ve ta’zip olunur. Mücâhedede gâfillik görürse eski hâline döner. Şerrinden ve hilesinden aslâ emin olunmaz. Allah ile kul arasına bir perdedir ve kulu Allah’tan alıkoyan odur.

Zira Yusuf Suresinde “Ben nefsimi temize de çıkarmıyorum. Çünkü nefis gerçekten kötülüğü çokça emreder.” Buyrulmuştur. Elhâsıl , insan bedenindeki her kılda nefsin nasibi vardır.

Bir hayvana benzetmek gerekirse eğer; Nefis kudurmuş bir köpeğe benzer. Ancak keşf ve zuhûr mertebelerinin kazanılmasıyla o’da sebât edemez. Ve müşahedesinden gâfil olan kimseye nefis geri döner. Nefis su yılanına benzer; öldürdüm zannıyla elini dokundurduğun zaman hemen sokar. Nefsi suçlamak Allah’ın has kullarının sıfatlarındandır ve benlik davasını terk etmekle mümkündür. Tamamen mağlup olmaz, belki evcilleşebilir.

Deylemi’ye göre Kur’an’da 3 çeşit nefisten bahsedilir: Emmâre, Levvâme, Mutmeinne.

Bunlar ise sırasıyla Emmâre:

Nefis, Levvâme: Kalp, Mutmeinne: Ruhtur. Veya: Emmâre: Zalim nefis, Levvâme: Muktasıt (yönelen), Mutmeinne: Hayırda yarışan nefistir.
Özetle Nefsini bilmeyen bir kimsenin, yüz tane övülecek ahlâkı ve bir tane kötü hasleti ve huyu bile olsa onu arkadaş edinme. Nefsini bilen bir kişinin ise yüz tane kötü ahlâkı ve bir tane iyi ve övülecek hasleti bile olsa onun arkadaşlığına talip ol. Zira “ Kim ki nefsini bilir, Rabbini bilmiş olur” buyrulmuştur.
Deylemi nefsin neye benzediği ile ilgili: “haset adlı kötü sıfatı ile şeytana ki, insanlığın babası olan Âdem (a.s.)’a ilk defa haset edendir, büyüklenmesi ile Firavun’a, yemek hususunda iştahının çokluğu ile çocuklara, ziynet ve takılarla süslenerek kadınlara, çok gülmek ve terbiyesizlik göstermekle de sarhoşlara ve divanelere benzer” demektedir. Nimet ve ikbâl zamanlarında Allah’ın emrine karşı temerrüt eder. Açlığa ve bir belâya düştüğü zaman yalvarmaya ve duaya başlar. Aza râzı olmaz, çokla doymaz. Boşboğazlıktan da geri durmaz.
Günahı terk etmek tövbekârların, Dünyayı terk zahitlerin, Nefsi terk ise ariflerin nişanıdır. Kulun muhabbetullaha ulaşması nefse düşman olmakla müyesser olur. Nefs ile muhâlefet, Dünya ile zehâdet (zâhitlik), Şeytan ile adâvet(düşmanlık), Halk ile nasihât yolları ile musâhabe (arkadaşlık) edilmelidir. “Sohbet maallâh” ise ancak emrine uymak ve tatbik etmekle mümkündür.

Mârifet- i hakikât ise ‘Sıfat-ı bâri’yi bilmekle olur. Bu ise Sıfat-ı zâtiye ve Sıfat-ı maneviye olmak üzere ikiye ayrılır. Zâti sıfatlar yokluğu düşünüldüğünde Allah-u Teâlâ’nın (hâşâ) adem-i vücudu lâzım gelen sıfatlardır. Mânevi sıfatlar ise İki kısımdır. Birincisi; öncelikli verilmesi icâb eden sıfatlardır ki ilâhiyatta, kâdir, âlim, murîd, hayy, semi’, basîr, mütekellim, bâki diyoruz. İkincisi: Hâdis mânâyı gerektiren sıfatlardır. Allah’ın vasıflarından, Hâlik, Râzık, Muhyî, Mümît ve benzerlerini kastetmiş oluruz ki ilâhî fiillerden bir fiili icap eder. Zikrettiğimiz sekiz subûti sıfata bir sıfat daha eklenemez çünkü o ilâve edilecek sıfat medh ve kemâl veya zemm ve eksiklik olacaktır. Allah(cc)’nın en has sıfatı İhtira’ ve İbda’dır. Onda Allah’ın zâtına başkasının müşâreketi yoktur.

Makâm-ı sâlik’in en üstün ve yücesi, kulların mertebe ve menzillerinin en büyük ve ulusu ise MÂ’RİFETULLÂH’ tır. Halk, mâ’rifet-i ilâhiye’de üç sınıftır: Ârif bi zâtillâh, Ârif bi sıfatillâh. Ârif bi ef’âlillâh. Zâtın bilinmesi Heybet ve Tâ’zimi gerektirir. Heybet, Hakk’ı celîl, halk’ı kalîl, ta’zim de Hakk’ı aziz, halk’ı zelil bilmeyi gerekli kılar. Bu suretle mâsivâyı iclâl’a, Allâh’tan başkasını yüce ve azîz bilmeye dâir kalpte bir şey kalmayıp, sonradan olan yaratılmış hiçbir şeyle ilgilenmez ve mahlukâta iltifât etmez olur. Bu yüce sırrın en tam ve en mükemmel tezahürünü Cenâb-ı Hakk: “Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı ve aşmadı da!” diye vasıflandırmıştır.
Allâh’ın sıfatlarının bilinmesi; Sükun maallâh’ı, Havf minallâh’ı, Raca’ ilallâhı, Tevekkül alellâh’ı gerektirir. Kulların diğer makamları, sırra ve kalbe sıfatların tecelli ettiği miktar kadardır. Binâen aleyh, Peygamber efendimiz (a.s): “Allâh’a âdeta onu görüyormuşçasına ibâdet et.” buyurmuşlardır. Zira bu makâm Allah’ın sıfatlarını bilmekle sağlanır.
Allah’ın fiillerini mârifet: İbâdette sükûnu, sevabı istemeyi, azaptan kaçmayı ve Allah yolunda infâk etmeyi gerektirir. Allah’a sığınarak: “Teheccüt namazı kılmak için yataklarından kalkar, cezalandırılmaktan endişe ederek, rahmetini ümit ederek, rablerine dua edip yalvarır ve kendilerine nasip ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.” buyurulmaktadır.
Hazret-i Zünnûn; “ehli mârifetin mânâsı; günah ve isyânı, cezâ ve azaptan korkarak değil, Allah’ın kereminden utanarak terkedendir.” buyuruyor. Bâzı ârifler buyuruyor ki: “Kalp güneşi gündüzün güneşinden daha ışıklı ve daha parlaktır. Zira güneş bazen kusûf’a marûz kalır ve geceleri de kaybolur. Ârif’lerin kalp güneşi ise hüsûf ve küsûf’tan uzaktır.
Kul; dünyayı fâni, ukbâyı bâki, nefsini hâti bilmedikçe Cenâb-ı hakk’ı tam bir mârifetle bilemez. Dünyayı fâni bilen, ibret almakla meşgul olur. Onun alâmeti dünyadan el çekmektir. Ukbâyı bâki bilen, ibâdetle meşgul olur. Alâmeti de âhirete yönelmek ve çalışmaktır. Nefsi hatâlı bilen, kullukla meşgul olur. Onun belirtisi de terk-i câhtır ki; rütbe ve makâm sevgisinden sıyrılmış olmaktır.
Allah (cc) bizleri hakiki marifete ulaşanlardan eylesin.