Hayatın anlamı yaşadığımız yeri sevmekle başlar

Göçmenlik, yaşamın herhangi bir döneminde isteyerek ve ihtiyaç duyarak yada zorunlu göçe mahkum bırakılma halidir. Göçmen, yeni ülkesinde yaşamaya başladığında, eski ülkesinin kültür ve değer yargıları ile yaşam tarzını da beraberinde buraya taşımış olur. Çünkü hiçbir insan, doğup-büyüdüğü ülkeden ve coğrafyadan kendini soyutlayarak yeni bir ülkeye taşınamaz. Mutlaka beraberinde hatıraları,duyguları, hayalleri ve yaşam tarzını da getirir.

VAHİT GÖZ 23 Mayıs 2021 YAZARLAR

Göçmenlik, yaşamın herhangi bir döneminde isteyerek ve ihtiyaç duyarak yada zorunlu göçe mahkum bırakılma halidir. Göçmen, yeni ülkesinde yaşamaya başladığında, eski ülkesinin kültür ve değer yargıları ile yaşam tarzını da beraberinde buraya taşımış olur.

Çünkü hiçbir insan, doğup-büyüdüğü ülkeden ve coğrafyadan
kendini soyutlayarak yeni bir ülkeye taşınamaz. Mutlaka beraberinde hatıraları,duyguları, hayalleri ve yaşam tarzını da getirir. Üzerindeki duygusal ve maddi yükünü yeni ülkesinde kazandığı ve kazanacağı yeni duygular ve değerlerle harmanlayarak yeni bir bakış açısına dönüştürür.
Geçmenliğin temelinde kişisel özellikler diyebileceğimiz ve kişinin karakterini
oluşturan huy ve mizacın etkisi de önemli derecede rol oynamaktadır. Bu özelliği onu başka ülkelere, başka kültüre yaklaştırır. Sadece kişisel özellikler elbette etkili değildir. Bunun yanında kişilelerin sosyo- ekonomik şartları, güvenlik, eğitim, gelecek kaygısı vb faktörler de etkilidir. Ama her ne olursa olsun ortak olan şu ki, kişi için yeni bir dünya, yeni bir ortam söz konusudur. Asıl önemli konuda buradan sonra başlamaktadır.
Her bir göçmenin tek başına yada ailesiyle atıldığı bu zorlu, heyecanlı ve kaygılı yaşam yolculuğunda, kendisini nelerin beklediğini, zaman ilerledikçe de daha nelerle karşılaşacağını ancak ve ancak yaşayarak kendisi görecektir. Bazı fıtratlar umarsamazdır. Rahat ve relakstır.
Girdikleri ortama rahat adabta olurlar. Bu tip insanlar için her yer kendi vatanı gibi huzur vericidir. Bu insanlara dışardan bakıldığında kaygısız, hiçbir şeyi sorun etmeyen, uyumlu, huzurlu görülebilir. Oysa ki, hiç bir insanın iç dünyasında nelerin kaynadığını, hangi fırtınaların koptuğunu sadece ve sadece kendisi bilir ve hissedir. Dışarı verdiği, gösterdiği görüntü çoğu kez onu tanıyanları dahi yanıltabilir.
Bazı fıtrattaki kişilerin ise daha kaygılı, ürkek, ve endişeli oldukları gözlemlenebilir. Bu kişilerinde göründükleri gibi olma durumları kadar, yeni hayatlarına daha sağlam adım atma, daha temkinli ilerlemeden kaynaklı bir stratejiye sahip oldukları söylenebilir.
Bu yüzden göçmen kişilerin ruh dünyaları bir çırpıda ele alınıp, analiz edilecek kadar kolay olmamalı. İçinde çoğalttığı travmaları, korkuları, hayalleri, özlemleri hatta aşkları dahi onun içinde öyle bir ağırlık oluşturur ki dışarıdan bunu farketmek imkansız olabilir. Ta ki, ne zaman araç kaza yapar, sağlığı, psikolojisi artık bedenini taşıyamaz o zaman yavaş yavaş içindeki bu birikimleri açığa çıkıverir.
Sonuçta her bir kişi özel ve kendisidir. Doğal olarak kendisi olduğu kadar olaylara bakacaktır. Kendi gücü, anlayışı, yeterliliği ve inancı kadar hayata anlam yükleyecektir.
Aslında bu yazımın ana temasını ‘Göçmenlerin genel olarak aile’ye bakışı nasıl ve kendi değerleriyle çocuklarının yetiştirilmesindeki koruyuculuk refleksleri neler ve nasıl olmalı?’ olacaktı. Ancak bu yazımın konusunu ileride ele almayı düşündüğüm bu temaya bir alt yapı oluşturacağı düşüncesiyle yazmayı uygun gördüm.
Göçmenlerin, kaç kuşak aynı ülkede yaşamış olmalarının elbette bir anlamı var. Yaklaşık 4-5 kuşak geçtikten sonra yaşadıkları o ülkeyi kanıksamaya, aidiyet hissetmeye, kabullenmeye başlıyorlar. Çünkü bu geçen süre olan yaklaşık 80 -100 yıl artık göçmenlerde, o ülkenin kaderinin kaderleri olduğuna ikna oldukları, kural ve aşam tarzlarının özümsendiği, uyum süreçlerinin tamamlandığı süresidir.
Bu süreden daha az süre yaşayanlarda ise zihinlerinin bir bölümünde kendi ülkelerine dönme, alışamadığından şikayet etme gibi düşünceler sürekli olacaktır.
Göçmenlerde öncelikli olması gereken psikoloji, kendilerine 3-5 sene gibi kısa bir süre içinde psikolojik normalleşme, 5-10 sene içinde ise yeni ülkelerini kabullenme, uyum ve gelecek için yol haritalarını belirleme için zaman koyma süreleri olmalıdır. Bu şekilde kendilerine yeni bir bakış açısı geliştirebilen göçmenler daha kısa sürede travmalarını atlatmış yada azaltmış, uyum süreçlerini tamamlamayı başarmış olarak entegre olmuş olacaklardır.
Göçmenlerin, yeni ülkelerinde verimli ve ümitli olmalarının en önemli 
basamakları; yeni ülkelerinin dil’ini öğrenmeleri. İkinci aşamada ise kendilerine uygun bir çalışma alanı belirlemiş olmalarıdır. Ayrıca bu iki temel ihtiyaçların yanında sosyalleşmeleri içinde sosyal hayatlarının olmasına önem göstermeleri gerekir.
Toplumun içine girme, çarşı pazarında bulunma, komşuluk ilişkilerini önemseme ve değerlendirme gibi reel hayatla içli dışlı olmaları gerekir.
Göçmenlerin, ülke içinde ilk etapta yerleşkelerinin tesbitinde mutlaka devletin kendine göre öncelik ve uygun gördüğü yerler olacaktır . Ancak zaman içerisinde her bir göçmenin ülkeyi tanıdıkça, kendini ifade edebilecek duruma geldikçe yeni yerlere taşınması, çocukları ve gelecek planlaması adına ülke içinde veya dışında yeni yerler hedeflemesi de kaçınılmazdır.
Göçmenler için en büyük tehlikelerden biri olarak gördüğüm konu ise, kendi mahallelerini oluşturma eğilimi, kaybolma korkusunun getirdiği gettolaşma zihniyeti, biz bize yeteriz sendromuna girmeleridir.
Bu gruplaşma ve aynı milletten kişilerle sık temasın olması, yeni ülkeye uyum süresini, kalıcı olma düşüncesini ve hayatın bir parçası olmak için varlık gösterme azmini önemli oranda baltalayacaktır.
Devletler ise göçmen politikalarında; eşitlik, özgürlük ve ortak yaşama saygı gibi konularda reel ve inandırıcı politikalar sergileyebildikleri oranda göçmenlerin gettolaşma ve ayrışmacı güdülerinin önüne geçebilirler. 
Bu konuda devletler kendileriyle de yüzleşerek, hiçbir ülke halkının saf kan kendi milletinden olan kişilerden oluşamayacağını kabul etmeleri gerekir.
Bunun yanında da, bir göçmenin yaşadığı ülkeyi doğru anlamlandırması gerekir. Artık yaşadığı bu ülkenin bir bireyi, vatandaşı, ülke yönetiminde seçme ve seçilme hakkına sahip, mezarlığı vedeğerleri olan, herkesi kendi konumunda kabullenen, bulunduğu ortamdan huzur duyan, ülkem diyebilen, kendindeki gözellikleri paylaşabilen oradaki güzellikleri içine sindirebilen biri olmalıdır.
Herşey yaşadığımız yeri sevmekle başlar …
Uzman Psikolojik Danışman