Türkiye’yi bekleyen tarihi fırsat ve büyük risk

Türkiye’yi bekleyen tarihi fırsat ve büyük risk

2010 yılında Marburg Philipps Üniversitesi’nde sunduğum bir bildiride AKP hükümetlerinin demokratikleşme bilançosunu ele almış ve şu kritik soruyu sormuştum: AKP’nin icraatları ilerici bir devrim mi, yoksa otokrasinin ayak sesleri mi? Bir dizi köklü demokratikleşme reformunu hızla gerçekleştiren, AB ile tam üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye o zamanlar çoğu otorite tarafından İslam dünyası için bir model olarak

DR. ÜNAL BİLİR 30 Haziran 2019 DR. ÜNAL BİLİR

2010 yılında Marburg Philipps Üniversitesi’nde sunduğum bir bildiride AKP hükümetlerinin demokratikleşme bilançosunu ele almış ve şu kritik soruyu sormuştum: AKP’nin icraatları ilerici bir devrim mi, yoksa otokrasinin ayak sesleri mi?

Bir dizi köklü demokratikleşme reformunu hızla gerçekleştiren, AB ile tam üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye o zamanlar çoğu otorite tarafından İslam dünyası için bir model olarak gösteriliyordu.

Demokratikleşme bağlamında böylesine olumlu bir karneye sahip ülkenin otokrasi tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu telaffuz etmek o günün koşullarında çok yadırgansa da aradan geçen dokuz yıl içinde Türkiye demokratikleşme çabalarını bir yana bırakarak kısmen otoriter olarak tanımlanabilecek siyasal bir rejimin adresi haline geldi.

Peki nasıl oldu da Türkiye örnek bir demokratikleşme sürecinin akabinde böylesine sorunlu bir siyasal rejim üretmeyi başardı? Nedenleri oldukça fazla ve karmaşık olmakla beraber şu hususların altını çizmekte fayda var.

Türk demokrasi tarihinin tüm evrelerinde kendini belli eden en büyük sorun araçsallık marazıdır. Siyasal literatürün “araçsal demokratikleşme” olarak tanımladığı bu olgu Kanun-i Esasî’den çok partili sistemin hayata geçmesine ve AB’ye üyelik motivasyonu ile gerçekleştirilen reformlara değin demokratikleşme süreçlerinin temel karakteristiğini oluşturur.

Araçsal bir düzlemde gerçekleştirilen bu reformları çoğu kez otoriterleşme eğilimi veya demokrasinin askeri müdahaleler ile askıya alınması gibi noksanlık evreleri takip eder. 2011 yılından beri belirgin şekilde otoriterleşme eğilimi taşıyan Türkiye demokrasisi 15 Temmuz darbe girişimin ardından büyük oranda sekteye uğradı.

Öyle ki demokratik sistemin en temel kurumları hak ve özgürlükleri garanti altına almak yerine devlete hâkim olan siyasal bir kadronun çıkar ve sorunlu icraatlarını meşrulaştıran araçlara dönüştü.

Devlet her ne kadar darbe girişimini halkın olağanüstü duruşu ile akamete uğratmış olsa da akabinde yaşanan süreç yazık ki Cumhuriyet tarihinin en antidemokratik uygulamalarının yaşandığı bir dönem oldu.

Demokrasi üzerindeki vesayeti kaldırma hedefi ile reformların altına imza atan siyasal kadro vesayetin kaynağı ve dayanağı olan kurum ve pratikleri ortadan kaldıramadığı gibi zamanla vesayeti daha güçlü şekilde yeniden tesis etmek için harekete geçti.

Ancak 23 Haziran Pazar günü tekrarlanan ve muhalefet kanadının zaferiyle sonuçlanan İstanbul yerel seçimi Türkiye’de demokrasinin aksi yöndeki tüm çabalara rağmen vesayet altına girmediğini ortaya koydu.

Halk sandığa yansıttığı irade ile demokrasinin tümüyle yeniden işlerlik kazandığı, siyasal katılım ve rekabetin önündeki engellerin kaldırıldığı, ötekileştirme yerine “öteki” ile birlikte yaşama zemininin güçlendirildiği bir Türkiye istediğini gösterdi.

Gerek ülkenin yönetsel kademelerindeki siyasal aktörler gerekse muhalefet sorumluluğunu üstlenen politikacılar halkın verdiği bu tarihi mesajı iyi okumalı.

Türkiye, halkının sağduyusuna kulak verdiği takdirde son üç yılda açılan yaraları hızla sararak yeniden şekillenen küresel dünyada hatırı sayılır bir yer edinebilir.

Aksi hâlde kültürel ve etnik çeşitliliği gün geçtikçe zenginleşen Türkiye’den güçlü, küresel bir aktör değil; Orta Doğu’daki büyük kaosun parçası olan talihsiz bir coğrafya ortaya çıkar.