Almanya’nın yoksulluk tarihi

Almanya’nın yoksulluk tarihi

Bu hafta sizlere Almanya’nın yoksullukla ilgili istatistik verilerinden Müslüman göçmenler üzerine etkisine, dini içerikli sosyal yardım vakıflarının faaliyetlerinden Hristiyan teolojisine, kilise eklesiyolojisinden hukukuna kadar pek çok multidisiplin çalışmalarla; Robert Bosch Vakfı Tıp Tarihi Enstitüsü, NRW Kilise ve Köln Belediyesi Tarih Arşivlerine göre Ortaçağ dönemi Almanların günümüze kadar uzanan yoksullukla mücadelesini, sosyal yardım sistemi ve sosyal devletçiliğinin kısaca 490 yıllık tarihsel serüvenden bahsedeceğim.

AKGÜN BİLGİN 02 Şubat 2020 AKGÜN BİLGİN

Bu hafta sizlere Almanya’nın yoksullukla ilgili istatistik verilerinden Müslüman göçmenler üzerine etkisine, dini içerikli sosyal yardım vakıflarının faaliyetlerinden Hristiyan teolojisine, kilise eklesiyolojisinden hukukuna kadar pek çok multidisiplin çalışmalarla; Robert Bosch Vakfı Tıp Tarihi Enstitüsü, NRW Kilise ve Köln Belediyesi Tarih Arşivlerine göre Ortaçağ dönemi Almanların günümüze kadar uzanan yoksullukla mücadelesini, sosyal yardım sistemi ve sosyal devletçiliğinin kısaca 490 yıllık tarihsel serüvenden bahsedeceğim.

Son yıllarda Almanya’da sık sık gündeme gelen bir konu var, “Almanya Yoksullaşıyor!”.

Almanya yıllardır sağlam ekonomisi, rekor üstüne rekor kıran dış ticareti ve kısa sürede beş milyondan iki milyona inen işsiz sayısıyla, Avrupa Birliği’nin lokomotifi, dünyanın en büyük dördüncü büyük ekonomisi olarak biliniyor. Ancak ülkede her beş kişiden biri yoksul ya da yoksulluk sınırında yaşamak zorunda.

Almanya Federal İstatistik Kurumu’nun (Statistisches Bundesamt) 2017 rakamlarına göre Almanya’da nüfusun yüzde 15,7’si yoksul ya da yoksulluk sınırında yaşıyor. Almanya’da yoksulluk sınırı 2018 yılında, yalnız yaşayan yetişkin biri için aylık 1035 Euro olarak belirlenmişti.

Ancak günümüz Almanya’sında her beş kişiden biri yoksulluk sınırının altında bir yaşam mücadelesi veriyor. Ülkede ortalamanın yüzde 60’ından az geliri olanlar yoksul sayılıyor. Yoksulluk riski altındaki çocukların sayısı da her geçen gün artıyor ve her beş çocuktan birisinin ailesi geçim sıkıntısı ile karşı karşıya kalıyor.

Alman Sendikalar Birliği‘ne (DGB) bağlı Hans Böckler Vakfı’nın yaptığı araştırmalara göre, Almanya’da çocuk nüfusun yüzde 19,7’si yoksulluk içinde yaşamak zorunda. Buna karşılık devletin toplumun anayasa ile güvence altına alınan sosyal hak ve hizmetlerini eksiksiz bir şekilde yerine getirmesi gerekiyor.

Uzmanlar, bu oranı Avrupa’nın en zengin ülkesi için şok edici bir rakam olarak değerlendiriyor. Ekonomistler bile Avrupa Birliği’nin hiçbir ülkesinde servetin Almanya’da olduğu kadar dengesiz dağılmadığını vurgularken, ülke genelinde 1 milyon 200 bin evsiz insan bulunuyor.

Evsizlerin yüzde otuzunu gençler oluştururken, diğer bölümünü göçmenler ve emeklilik çağında olanlar oluşturuyor. Evsizlerin bir kısmı akrabalarının veya arkadaşlarının yanında, önemli bir kesimi ise kapılarını sadece geceleri açan barınma yurtlarında kalırken, iyimser tahminlere göre en az 60 bin kişi sokakta, parklarda, köprü altlarında, metrolarda veya dışarıda başka yerlerde yaşıyor. Bazı tahminlerde ise barınma imkânı bulunmayan ve sokakta yaşayan evsizlerin sayısı 100 binin üzerinde görünüyor.

Tafel Deutschland Derneği’ne göre mevcut yoksullukla ilgili, Almanya’daki 947 aşevlerine gelerek düzenli yardım alan insanların sayısının 1 milyon 650 olduğu ve aşevlerine gelen çocuk ve gençlerin sayısının ise bir yılda 50 bin arttığına işaret ederek, bunun da kabul edilecek bir durum olmadığını vurguladı. Bu rakamların Almanya için sadece toplumsal gelecek kaygısı başlangıcının ötesinde alarm verici bir gelişme.

Aslında pek çoğumuz sosyal hizmet alanında öncü Avrupa ülkelerinden biri olan Almanya’nın yoksullaşmasını sadece göçmenlerin uyum sorununa, işsizliğe, düşük emekli maaşlarına ve çeşitli sosyal nedenlere bağlıyoruz. Genel kanı olarak doğru ve geçerli bir cevap gibi gözükebilir. Bulgaristan ve Romanya’nın 2014’de Avrupa Birliği’ne tam üye olmasıyla Almanya’ya gelenlerin sayısı yüz binleri buldu. Göçmenlerin büyük kısmını yaşadıkları ülkelerde ayrımcılığa uğrayan, fakir ve işsiz Romanlar oluşturuyor.

Bu kişilerin Alman kanunlarına göre sosyal yardımlardan yararlanma hakkı var. Ancak birçoğu Almanya’da dışlanıyor ve kiralık ev bulamıyor, bazıları ise konut kiralamak yerine dışarıda geceleyerek, aldıkları yardımı ülkelerindeki ailelerine göndermeyi tercih ediyor. Yaşlıların evsiz kalmasında, emekli maaşlarının düşük olması da rol oynuyor.

Emekliler, kira ve kira yan giderlerin artması nedeniyle genellikle kiralarını ödeyemedikleri için evden atılıyorlar. Gençlerin ise evsiz kalmasının başlıca nedeni, borç batağına saplanmaları ve kiralarını ödeyememeleri. Almanya’da evsizlerin sayısının artmasının en önemli bir diğer nedeni de kiraları düşük konutların sayısının azalması.

Alman Sendikalar Birliği‘ne (DGB – Deutscher Gewerkschaftsbund) bağlı Hans Böckler Vakfı, göçmenler arasındaki yoksulluğun azaltılmasının ancak gelir dağılımında yaşanan eşitsizliğin ortadan kalkması, toplumsal ve iş piyasasına yönelik uyum politikalarının hayata geçirilmesine bağlı olduğu vurgulamasına rağmen her krizi veya olayları fırsata çevirenler olduğu gibi Almanya’da yoksulluğu da istismar edenler, nemalanlar da var. Kendisini yoksul gibi gösterip devletten yardım alarak, kayıt dışı gayrı resmi çalışmalar veya Hristiyan misyonerlerin yoksul göçmen ailelerinin çocuklarını devşirmek amacıyla yardımların yapılması gibi örnekler sıralanabilir.

Alman devletin bu alandaki yükünü hafifletmeye yönelik kâr amacı gütmeyen çeşitli kamu kurumu ve serbest sosyal hizmet dernekleri var. Almanya’da Sosyal hizmet derneklerinin çatı kuruluşu olan Serbest Sosyal Hizmetler Federal Çalışma Topluluğu’na (BAGFW – Bundesarbeitsgemeinschaft der freien Wohlfahrtspflege) üye altı sosyal hizmet kuruluşu arasında seküler yardım kuruluşları olduğu gibi kuruluş amaçlarını dinî akidelere dayandıran kuruluşlar da mevcut.

Almanya’da faaliyet gösteren en büyük sosyal yardım kuruluşu olan Katolik kilisesine bağlı “Caritas (Deutscher Caritasverband e.V.)” ve Protestan kilisesine bağlı “Diakonie (Evangelisches Werkfür Diakonie und Entwicklung e.V.)” ile Yahudilerin Sosyal Yardımlaşma Merkezi (ZWSt – Zentralwohlfahrstelle der Juden), söz konusu dinî menşeli sosyal hizmet kurumlarındandır.

Sosyal devletin sorumluluklarını yerine getirmesinde devlet ve toplum arasında bir nevi aracı kurum işlevi gören bu dini sivil sosyal hizmet taşıyıcıları oldukça önemli bir rol üstlenirler. Aslında takriben 4 milyondan fazla Müslüman’ın yaşadığı Almanya’da Müslüman bir sosyal hizmet kuruluşunun olmaması ise bu anlamda büyük bir eksikliktir.

Almanya’daki Müslüman Türk ve Kürt Toplumunun kilise yardım vakıflarından yararlanması uyum, aile içi şiddet ve gençlerin eğitimsizliği gibi göçmenlerle sıklıkla ilişkilendirilen problemlerin çözümü için gerekli görülen maddi ve manevi desteğin söz konusu Hristiyan Almanların kültürel kodlarını iyi tanıyan ve onlarla ortak değerleri paylaşan dini misyonerler tarafından verilmesi asimilasyonun bir aracısı haline gelmektedir.

Bunun en güzel örneğini 50.000 Alevi vatandaşlarımızın Hristiyanların sosyal yardımlaşma vakıflarının misyonerlik faaliyetleri sayesinde Alevi kimliklerini muhafaza ederek Protestan mezhebinin alt kolu olan Yahova’nın Şahidi Tarikati’nin etkisi altına girmesi ile oturum izninde sıkıntı yaşayanların kilisenin efkaristiya ayinleri gibi dini törenli devşirme programlarına düzenli olarak katılmaları halinde ciddi hukuksal yardım almaları gibi.

Yasal olarak bağımsız bir yapıya sahip Almanya’nın en büyük sosyal dini hizmet vakıfları olan “Caritas” ve “Diakonie”, kuruluş felsefelerini Tevrat ve İncil’e atıfta bulunarak  açıklamakta, bununla birlikte verdikleri sosyal hizmetlerden Hristiyan inancına sahip olmayanlar da yararlanabilmektedir.

Almanya’daki sosyal dini hizmet vakıfları, verdikleri hizmetlerin yüzde 90 oranında devlet desteği ile finanse edilirken faaliyet alanları arasında sağlık hizmetleri, çocuk ve gençlere yönelik hizmetler, yaşlı bakım hizmetleri, uyuşturucu ve alkol bağımlılarına yönelik rehabilitasyon hizmetleri, hapishane ve hastanelerde manevi rehberlik hizmetleri, psikolojik destek hizmetleri ile engellilere yönelik sunulan hizmetler sayılabilir. Yine bu vakıflara bağlı hastaneler, kreşler, anaokulları, yaşlı bakım evleri, kadın sığınma evleri, rehabilitasyon merkezleri, çocuk ve genç evleri de bulunmaktadır.

Alman Anayasa’sı tarafından koruma altına alınmış dinî cemaatlerin kendi kararlarını verme hakları (Selbstbestimmungsrecht) çerçevesinde kiliselere bağlı kamu kurumları için iş kanununda tanınan bir takım istisnai kurallar vardır (DrittenWeg) ve kiliseye bağlı bu kurumlarda çalışan kimseler kilise hizmetlileri (misyoner) olarak tanımlandıklarından bu istisnai kurallara tabidirler.

Buna göre kamu yararına göre faaliyet gösteren dinî kurumlar pek çok alanda olduğu gibi istihdam ve işten çıkarma konusunda da kilisenin iç tüzüğüne göre hareket etmektedirler. Dolayısıyla bu vakıflar faaliyetlerinde, Almanların ve Almanya’da bulunan göçmenlerin saygı duymalarını ve çalışanlarından herhangi bir Hristiyan kilisesine bağlı olmalarını veya en azından kurumun “misyonerlerlik” gibi hizmetlerinde güdülen dinî prensiplere saygı duymalarını bekleyebilirler.

Bilhassa Roma Katolik kilisesine bağlı olan “Caritas” bu konuda çok hassas ve seçicidir. Katolik kilisesinden ayrılmak, Katolik kilisesinin öğretileriyle ters düşmek veya kiliseye bağlılığı zedeleyici kabul edilen cinsellik gibi kişisel tercihler işten uzaklaştırma sebebi olarak veya halkın saygısızlığı görülebilmektedir. Nitekim Erfurt Çalışma Mahkemesi, kilisedeki suiistimallerden ötürü kiliseden ayrılan bir çalışanın işine son veren “Caritas”ı 2013 yılında haklı bulmuştur.

Almanya’nın yoksullukla mücadelesi gerek devlet gerekse dini vakıflarının yoksulluğa karşı başlattığı sosyal yardım faaliyetlerinin tarihsel gelişimi Ortaçağ’a kadar uzanmaktadır. İlk önce şunu özellikle belirtmek gerekirse, Almanların yoksullara yardım yapmasının nedeni tamamen kendi tarihinden çıkan Protestanlık mezhebine borçludur.

Şöyle ki;

Ortaçağ Almanya’sında 16. yüzyılın ortalarına kadar hâkim tek mezhep olan Katolikler’in, İncili’in Malta 19-21., Markos 10-21. ve Koronitliler 8-9. ayet ve surelerinde belirtildiği gibi Hristiyanlığın “Yargı Günü veya Mahşer Kredisi” inancı gereği insanlar kilise kurumundan bağımsız şekilde münferit olarak yoksullara “sadaka” vermekteydi. Bu bir nevi Hristiyanların “Ondalık-Sunu-Sadaka” ile de alakalıdır.

1529 yılında Almanya’da kurulan Protestan Mezhebi (Mesih İnananların) ise ikonostasis ikonografilerinde betimlenen yoksulların İsa Mesih’in yeryüzündeki “beşerî dünya yeryüzü krallığı” halkı olduğuna ve İsa’nın havarileri gibi refah içinde yaşaması gerektiğine inanıyorlardı. Bu inanış, birazda bugünkü Hıristiyanlığa asıl mimari rengini veren St. Pauli (AzizPavlus)’un “Pavlus Hristiyanlığı”nın da (Das Christentum des Paulus ) etkisi vardır. Özellikle Protestanlığın alt mezhepleri olan Evanjelist (Yahudi Hristiyanlığı veya Siyonist Hristiyanlık), Babtist, Pentakotalist, Metodist, Adventistler, Mormonlar, Yeni Apostolik ve Yahova’nın Şahitleri’nin kıyamet gününde İsa Mesih’in yeryüzüne inmeden önce verecekleri Armageddon, yani Megiddo Savaşları ortamının hazırlanması amacıyla İsa Mesih’in “beşerî dünya yeryüzü krallığı”nın halkı olarak görülen ve Pavlus Hristiyanlığı’na göre de yoksulların geçim sıkıntısı olmadan refah bir yaşantı içinde hazırlanması gerektiğine inanmaları zamanla Katolik mezhebince de benimsendi.

Bugün ekonomisi güçlü Almanya’nın tezatlarla dolu yoksulluk nedenlerinden birisi de, belki; Protestanlığın alt mezhebi radikal Siyonist görüşlü Hristiyan Evanjelist gibi dini alt mezheplerin, İsa Mesih’in “beşeri dünyada yeryüzü krallığı” halkının (yoksulluğun) varlığını yüzyıllardan beri devam etmesini ve hatta rakamların daha da büyümesini istemeleri olabilirler.

İsa Mesih inancına göre Almanların kurumsal olarak yoksullara yardım edilmesi Ortaçağ’da Katolikler’in sapkın Hristiyanlarla mücadelesi kapsamında kurulan Engenizasyon mahkemesindeki bir davaya dayanır.

1592 yılında Köln’de hırsızlık şüphesiyle tutuklanan yoksul bir dilenci, uzun süredir “iyi insanların ona verdikleriyle” yaşadığını iddia ederek kilise Engenizasyon soruşturmasında kendisine yardım eden dört Alman’ın ismini verdi. Kilise bilimi ve hukuku tarihinde ilk defa zengin Almanların, dini sapkın davranışları nedeniyle Katolik Kilisesi’nin “Yargı Günü veya Mahşer Kredisi” inancı haricinde; hayır işleri ve yardımlardan mahrum bırakılmış “hak etmeyen” yoksullara ilişkin gizli sosyal yardımlaşma ağının varlığı ortaya çıkmıştı.

Bu kilise biliminin üzerinde araştırması gereken ciddi konu haline geldi. Bu olay, aynı zamanda o güne kadar Katolik Kilisesi hukukunun suç kavramı olan boş gezen avareler ile “güçlü kuvvetli” veya sağlık durumu çalışmaya engel oluşturmayan dilencilere karşı daha farklı ayrımcı felsefe getirerek; suçlu ve suçlarla mücadele kapsamında dışlamanın üç özelliği olan “damgalama, ayırma ve cezalandırma”yı içeren çok farklı bir sosyal politikayı da teşvik etmişti. Aslında bu sosyal politikalar, günümüz Almanya’nın sosyal devlet anlayışının temelini oluşturmuştu.

Orta çağda Almanların üçte ikisi yoksuldu ve kilise kurumlarınca daha dar bir anlamla “yapısal yoksullar” denilen ve kesintisiz bir şekilde yardımlar alan bir kesim bulunmaktaydı. Bunu Kilise kayıtlarının en eskisi olan 16. yüzyılda Ausburg Belediyesinin yoksullara yardım kurumu (Almosenamt) her yıl yardım ettiği insanların saygısından öğrenebiliyoruz.

O dönemin Ortaçağ Almanya’sında hem Katolik Kilisesi hem de devlet için suç ve günah her zaman yoksulluğa eşlik etmiştir. Bu yüzden yoksullukta sadece “İsa” değil, bazen “Şeytan”nın ta kendisi görülürdü. Yoksulluk toplum içinde “haset ve garazin”, “çekişmenin”, “tartışmanın” ve diğer pek çok kötülüğün anası olduğuna inanılıyordu.

Hatta Katolik ve Protestan yazarlar arasında bile görüş ayrılığı yoktu. Genel olarak yoksullar her yerde giderek daha fazla toplumsal huzursuzluk hem de ahlâkî ve sosyal nizamsızlık kaynağı olarak görülmekteydi. Buna paralel şekilde Ortaçağ Alman şehir devlet yöneticileri için yoksulluk halkın refahına değil kamusal düzene ait bir sorun olarak da görmeye başlamıştı.

Zamanla “yoksulluk” ve ona eşlik eden “günah”, Almanların ibadetten uzak durma (dinsizlik), dilencilik, avarelik, eşcinsellik, büyücülük, falcılık, fahişelik, suç ve serserilik meselesi sadece Almanların seküler otoritesinin değil, aynı zamanda hem Katolik hem de Protestan kilisenin de sorunuydu. Kiliselere göre yoksul Almanlar, Hristiyanların dini toplumsal sözleşmelerin kurallarını çiğniyor ve çağrılarını önemsemiyordu.

Yine Ortaçağ Almanya’sında genel kanı olarak yoksullar Tanrı tarafından hem kutsanıp hem de mahkûm edilmiş, ahlaklı ve günahkâr, çalışkan ve tembel olarak düşünülüyordu. Üstelik Katolik ve Protestan kiliseleri “mükâfatlar” konusunda bölünmüş, “Mahşer günü kredisi” için daha fazla hayırseverlerin yaptığı bağışlara bel bağlayamazdı. Bunun için Katolik Kilisesi Trento Konsili sonrasında “Sadaka Verme” zorunluluğu getirilirken Alman Kiliseler’inde Hristiyan kardeşlik sevgisi anlamında kavramlar ile “Caritas” ve “Diakonie” yardım kurumlarını doğurmuştu.

Almanların 16. yüzyılda bilhassa Protestan mezhebinin gelişimine bağlı olarak sosyal yardım sistemi ve sosyal devletçiliğin gelişimi arasında paralellik bulunmaktadır. Alman sosyal yardım sisteminin köşe taşları aslında Alman İmparatorluğu’nun ilk şansölyesi Otto von Bismarck (1862 – 1878) döneminde atılmıştır.

Uygar bir refah devleti modeline esin kaynağı olan sosyal politikanın ilk unsurları, Bismarck dönemi Almanya’sında ortaya çıkmıştı ama 1880 yasalaşmasından önce Almanya’da sosyal güvenlik uygulamaları kısmi olarak zaten mevcuttu. 1776’da çıkartılan “Revidiente Klevish Markische” isimli yasa ile maden işçileri, askerlikten ve vergiden muaf tutulmuş, çalışma saatleri sekiz saat olarak düzenlemiş, işçilerin çalışma hakları sigortalanmış ve sabit bir gelir garanti edilmişti.

Bu erken dönem uygulama sosyal sigorta sistemi için ilk nüve niteliğindeydi. Bunun yanında 1839’da Prusya hükümeti çocuk ve genç emeğinin istihdamı üzerine bazı sınırlamalar getiren yasayı çıkarmış ve 1848 devriminden sonra Almanya’da çoğu şehir ve kasabalarında hastalığa karşı zorunlu sigorta fonlarını kurmuştu.

Sosyal güvenlik alanında diğer ülkelerde olduğu gibi, Almanya’da da ilk adım iş kazaları konusunda atılmıştır. 1871 yılında henüz kurulmuş olan İmparatorluk sırasında, bir yasayla iş kazalarında, kusurlu olmaları halinde, sanayicilere sınırlı ölçüde sorumluluk yükleniyordu. Ne var ki, epeyce karmaşık davaların çoğalması nedeniyle bu sorumluluğun etkileri sınırlı kalmıştır. Yine de bir adımın atıldığı söylenebilir.

Benzer yasalar İngiltere’de ancak 1897’de, Fransa’da ise ancak 1898’de ortaya çıktığı görülebilir. 1881 yılında imparatorluk hükümeti Parlamento’ya, patronların işçilerin iş kazalarına karşı, devlet tarafından yönetilecek ve para yardımında bulunulacak bir İmparatorluk Kasası bünyesinde sigortalamalarını zorunlu kılan “Reichstag” tasarısını sunmuştur. Parlamento her ne kadar para yardımı ilkesini reddetmişse de zorunlu sigorta sistemi kabul edilmiştir.

Bismarck iktidara geldiği sıralarda, sosyal demokrat partinin gücü de artmaya başlamış ve Bismarck’a muhalefet etmiştir. İktidar yürüttüğü baskıcı politikayla 1878 yılında partiyi kapatarak partinin çıkardığı gazeteleri toplamış ve liderlerini tutuklamıştır. Diğer taraftan, baskının telafi edilmesi için Bismarck etkin bir sosyal politika kurma yoluna gitmiştir. Bismarck anılarında şöyle der:

“Halk prenslerin kendi refahlarını düşündüğünün farkına varınca sayın demokratlar boşa kaval çalacaklardır.”

1883-1889 arası üç büyük yasa bu bağlamda oylanmıştır:

1- Hastalık Sigortası Yasası (Krankenversicherungsgesetz),

2- İş Kazaları Yasası (ArbeitsunfallGesetz),

3- Yaşlılık-Malullük Yasası (Alters- undInvaliditätsgesetz).

Bunlardan ilki, 15 Haziran 1883 tarihli “Hastalık Sigortası Yasası”, hastalık sigortasını yıllık geliri 2000 markı geçmeyen sanayi işçileri için zorunlu hale getiriyordu. Böylelikle, ücretli işçi sınıfı hedeflenmiştir. Primlerin üçte ikisi ücretlilere, üçte biri işverenlere yüklenmiştir. Bu sosyal sigortalar, devlet kontrolü altında kendi kendini yöneten özerk kurumlar tarafından işletiliyordu.

Bu kurumlar yasal olarak üç biçim alıyordu: Şirket sandıkları, mesleki sandıklar ve komünal sandıklar (bu sandıklar fırın işçileri, zanaat işçileri vb. gibi tek başına çalışan ve dağınık işçileri bir arada toplamak içindi).

Patronlar bu kurumların oluşturduğu konseyde sandalyelerin üçte birini oluşturuyorsa da (katkılarıyla orantılı olarak) işçiler çoğunluktaydı: İşçi sınıfı kolektif bir malvarlığının yöneticisi durumundaydı. İşte, Alman sosyal demokrasi tarihinin temel deneyimi budur.

Hastalık Sigortası Yasasıyla primlerin bir bölümü olan komünal sandıklara bağlı ücretli işçilerin günlük kazancının yüzde bir buçuk ile yüzde ikisi, diğer sandıklara bağlı ücretli işçiler içinse günlük kazancın yüzde üç ile yüzde dört buçuğu olarak belirlenmiştir. Hastalık durumunda ödenen yardım ise kazanca bağlıydı. Bu yasa, 1885 ve 1886 yılında tarım işçileri de dâhil olmak üzere işçilerin büyük çoğunluğunu kapsayacak biçimde genişletilmiştir.

İkincisi, 1884 tarihli “İş Kazaları Yasası” 1881 yılında üzerinde karar verilen ilkeleri hayata geçirmiştir. Patronlar zorunlu olarak korporasyon sandıklarına aidat ödeyerek iş kazalarının neden olduğu kalıcı hasarları karşılamak zorundaydı. İşe dönmeyi imkân vermeyecek kadar büyük zarara uğramış işçilere ücretlerinin yüzde altmışaltısı ödenmek zorundaydı. Ölüm söz konusu olduğunda, dul kalan kişiye ücretin yüzde yirmisi oranında bir gelir bağlanıyor, artı on beş yaşın altındaki her çocuk için de tavan yüzde altmış olmak üzere- yüzde on beş daha fazla ödeme yapılıyordu.

Üçüncüsü olan 1889 tarihli “Yaşlılık – Malullük Sigortası Yasası” ilk kez zorunlu bir emeklilik sistemini kurumsallaştırmıştır. Sandıklar, yarısı işveren yarısı işçi tarafından ödenen primle besleniyordu.

Bu üç yasa, türünün ilk tarihsel örneği olan 1911 tarihli Sosyal Sigortalar Kanunu tarafından birleştirilerek kanunlaştırılmış ve genişletilmiştir.

Toplumsal koruma konusundaki liberal boşluktan kaynaklanan dönemin İngiltere’sinin karşılıklı yardım sandığı modeli karşısında, Almanya modeli zorunlu koruma sistemlerini kurumsallaştıran ilk sistem olmuştur. Bu modelin bir diğer işlevi ücretli nüfusu kuşatmaktı. Ne var ki bu sistem işçi sınıfı sosyal demokrasinin kökünü kazımak şöyle dursun, tam tersine işçi sınıfının kökleşmesinin temellerini sağlamıştır.

Günümüz Almanya’nın yoksullukla mücadele kapsamında sosyal yardım uygulamaları ele alındığında, daimi ikametgâhı bu ülkede bulunan ihtiyaç sahibi herkes en alttaki koruyucu ağ olarak özel durumuna uygun olan yardımı talep hakkına sahiptir. Bunun için üç önemli koşul aranır:

1) Zor durumda bulunmak,

2) Kendi kendine yetmemek,

3) Başkasından yardım alamamak.

Yaşamı sürdürme amaçlı yardımlar bir meskende ikamet sağlamak, ilgilinin kendi meskeni için gerekli ev eşyasını almak, gıda, elbise, yakıt ve kültürel yaşama katılım olanağı sağlamak şeklinde sayılabilir. Özel durum yardımları hastalık, analık, sakatlık gibi hallerde ilgiliye gereksinimi olan sağlık, doğum ve rehabilitasyon olanakları sağlamak, ev idaresine yardım, iş kurma şeklin de sayılabilir.

Geçici veya sürekli olarak eşya ve hizmet şeklinde sunulan edimlerin dışında kişilere, medeni durumları dikkate alınarak, belirli miktardaki para yardımları da yapılabilmektedir. Bu ülkede, sosyal yardımlar, kişiler için bir hak teşkil etmektedir. Bu itibarla yararlanmak için talep şart değildir. Edimler Re’sen de sunulabilmektedir. Edimler için her eyalet bünyesinde bir Sosyal Yardım İdaresi kurulmuş, bunlar da bölge bazında örgütlenmişlerdir. Gerekli giderler eyaletlerin bütçesinden karşılanır.

Yoksulluğun tanımını düzenleyen yapılar belirli bir toplumda var olan ihtiyaçlar ve değerlerden oluştuğu için yoksulluk daha ziyade göreceli bir kavramdır. Alman sosyalog Georg Simmel (1858-1918) göre yoksulların, ayrı bir sosyal grup olarak, belirli seviyede bir yoksulluk yaşadıkları için değil, belirli bir toplumdaki yaygın sosyal normlara göre yardım almaya elverişli oldukları veya bağış aldıkları için acı çektiklerini savunması dikkat çekicidir.

Almanya’da yoksulluk ve sosyal devletçilik tarihi üzerine yapılmış çalışmaların büyük bölümüne bakıldığında aslında “kaybettiğimiz dünyadaki” yoksulluğun yaygınlığı ile ilgilidir. Günümüz Almanya’nın hem Katolik hem de Protestan Kiliseleri için model olarak İsa Mesih inancı ve yaşamı, sosyal düzen algısında halen önemli bir etkendir.

ARAŞTIRMA KAYNAKLARI:

  1. Das Institut für Geschichte der Medizin der Robert Bosch Stiftung (IGM)
  2. Archive in Nordrhein-Westfalen
  3. Das Historische Archiv der Stadt Köln (Köln Belediyesi Köln Tarihi Tarih Arşivi, Anayasa ve Yönetim, g 228, fol. 75r – 76v, 7 Kasım 1592)
  4. JürgenTampke, “Bismarck’s Social Legislation: A GenuineBreakthrough?”, 1981, S. 71-83).
  5. Georg Simmel, Soziologie: Untersuchungenüberdie Forman der Vergesellschaftung (Leipzig, 1908)
  6. Dr. Robert Jütte, “Eine Sozialgeschichte der Armut in der Frühen Neuzeit”, Verlag Hermann Böhlaus Nachfolger Weimar, 2000
  7. Statistisches Bundesamt
  8. DGB – Deutscher Gewerkschaftsbund
  9. Deutscher Caritasverband e.V.
  10. EvangelischesWerkfür Diakonie und Entwicklung e.V.
  11. ZWSt – Zentralwohlfahrstelle der Juden
  12. Stadtarchiv Augsburg (STA) Almosenamt Almosen-Ordnungen
  13. Hans-Böckler-Stiftung
  14. Tafel Deutschland e.V.
  15. Akyüz, 2008:66
  16. Ulutürk ve Dane, 2008:2

Bu makalenin uluslararası ISBN numarası 978605695115 olup, telif ve yayın hakları yazara aittir. Yazardan ve Panaroma News (Blauer Rhein Agentur UG)’den izinsiz çoğaltılamaz, kopyanılamaz, yayınlanamaz ve alıntı yapılamaz.