Yaşlanan beyinler daha mı akıllı?

HABER MERKEZİ – Steven Rose tarafıdan kaleme alınan “Yaşlanan Beyinler Daha mı Akıllı?” başlıklı yazısı şöyle: Yaşlandıkça, gençken kolaylıkla yapılabilen pek çok şeyi yapmak, alçak bir çitten atlamak ya da küçük harfli bir yazıyı gözlüksüz okumak gibi, giderek zorlaşır. Ölüme doğ­ru ilerleyenler kendilerini genellikle, aileleri ve yakın dostları arasında sıkıştıkları ve giderek derinleşen bir toplumsal

PANORAMA - NEWS 29 Ağustos 2021 YAŞAM

HABER MERKEZİ – Steven Rose tarafıdan kaleme alınan “Yaşlanan Beyinler Daha mı Akıllı?” başlıklı yazısı şöyle:

Yaşlandıkça, gençken kolaylıkla yapılabilen pek çok şeyi yapmak, alçak bir çitten atlamak ya da küçük harfli bir yazıyı gözlüksüz okumak gibi, giderek zorlaşır. Ölüme doğ­ru ilerleyenler kendilerini genellikle, aileleri ve yakın dostları arasında sıkıştıkları ve giderek derinleşen bir toplumsal yalıtıl­mışlığın içinde bulurlar.

Evin dışında kalan işe odaklı dünya­dan emekli olmuş bir insan, özellikle 19. yüzyıl Endüstri Devri­’minden sonra, kendine değer verme duygusuna ilişkin pek çok dönüşüm yaşar (kitap yazmak, başka türlü kaçınılmaz görünen böylesi bir sonuçtan kaçınmayı sağlayabilir mi?). Amerikalı bir dostumun bir zamanlar söylediği gibi, yaşlılıkta ortaya çıkan sorunlara kafa tutmak bir pısırığın cesaret edebileceği bir iş de­ğildir.

İlerleyen yaşlarda konulan depresyon ve anksiyete tanı­larındaki artış tüm bu söylenenler ışığında şaşırtıcı olmasa ge­rek. Yaşlılıkla birlikte, hiç olmazsa, bir içine çekilme durumu yaşanmaktadır. Beynin dışsal uyarıcılara karşı yanıt verişinde­ ki duyarlılıktaki keskin gerilemeyle birlikte, birey ardında bı­raktığı hayatı değerlendirmek üzere belleğine başvurdukça, ak­lın özel yaşamı giderek daha önemli bir hâl alıyor gibi görünmektedir.

Önümüzdeki on yıllarda, nüfusun yaş ortalamasın­daki dramatik artışla birlikte bu durumun ciddi bir toplumsal sorun hâlini alacağını kestirmek zor olmasa da bu soruna ne gibi yanıtlar verileceği henüz açık değildir. Açık olansa, bugün yermişlerinde ya da seksenlerinde olanlar için yaşam döngüsü­nün son ucunun biyolojik ve toplumsal boyutlarının, bundan yalnızca yarını asır önce aynı yaşlarda bulunanlar için geçerli olandan oldukça farklı olduğudur.

Steven Rose, 21. Yüzyılda Beyin‘in yazarı.

Yaşlanmayla ilgili başlıca teorisyenlerden biri olan Leonard Hayflick’in belirttiği gibi, yabanıl ortamdaki hayvanların ço­ğu potansiyel maksimal yaşam süresine ulaşmadan önce avcılara, kazalara ya da hastalıklara yenik düştükleri için yaşlı birey­lerin nüfus içindeki oranları düşük kalmaktadır; en az düzeyde fizyolojik yetersizlik bile, hem av hem de avlanan açısından yaşamda kalabilme bağlamında önemli ölçüde kırılganlık yarattığından dolayı en yaşlı olanlar, tıpkı en genç olanlar gibi, en fazla risk altında olanlardır.

Tam da bu nedenle, yalnızca in­sanlar, evcil hayvanlar ve hayvanat bahçelerinde korunan hay­vanlarda yaşlılık nüfus içinde belirgin bir hâl alabilir. Biyolojik yaşlanma makul biçimde tahmin edilebilecek bir deseni izle­mekle birlikte, yaşlananların ne belirli bir mekanizması ne de belirli bir nedeni söz konusudur ve süreç basitçe kronolojik ya­şa göre haritalanmaz. Genetik faktörlerden kaynaklanan sorunlar arasında en çar­pıcı olanı, insanlarda ender görülen bir genetik bozukluk -pro­geria- ile kendisini gösteren ve erken dönem yaşlanma ve bu­naklıkla sonuçlanan sorundur.

Bu sorunu yaşayanlar yirmili yaşlarda ve kimi zaman daha önce ölme eğilimindedir. Pek çok başka genetik farklılığın yaşlanma sürecinde etkisi olabilir ama bunların tümü az ya da çok, bağlama bağlı olarak etkisini gös­terir.

Yaşlanma ne bir hastalıktır ne de erken dönem gelişimin­ den öte bir anlamı olan özel bir süreç. Yaşlanma bir anlamda, daha doğuşta başlayan ve yaşam döngüsünün aşamalarının tü­münü kucaklayan bir terimdir. Yaşlanma terimi, artan biçimde ama her insanda farklı bir düzeyde, fizyolojik ve kavrayışsal et­ kinliğin azalmasına yol açan genetik ve gelişimsel faktörlerin birikimi ile ilgilidir.

Bu nedenle, yaşlanmanın başlangıcını ta­rihlemek için, maksimal düzeyde nöronal hücre sayısına ulaşı­ lan yaşı ya da örneğin erkeklerde sperm sayısının en yüksek dü­ zeye ulaştığı maksimum verimlilik dönemini ölçüt almak, tü­müyle keyfi bir çabadır. Yaşlanma bir organizmanın bütün do­kularını etkilemekle birlikte, farklı hücre ve doku tipleri farklı hızlarda yaşlanmaktadır.

Hücresel ve dokusal yaşlanma genel olarak, hücresel home­odinamik ve düzenlemede bir bozulmayı yansıtır. Bedendeki hücrelerin çoğu, ata hücrelerden yeni hücreler olarak geliştik­ten sonra, sınırlı bir süre yaşarlar. Uzun bir dönem, yaşlanma­nın genetik olarak programlandığı düşünülmüştür. Ancak, Hayflick’in 1980’li yıllarda elde ettiği bulgular, belirli bir program yerine, kromozom yapısındaki değişikliklere bağlı olarak, hücre bölünmesinde sayısal bir sınır olduğunu ortaya koymuştur.

Ancak sorun yalnızca, yaşın ilerleyişine bağlı ola­rak kromozomal yapıda değişiklikler gerçekleşmesinden kay­naklanmaz. Bedenlerimiz, dış ortamdan kaynaklanan sürekli bir hırpalanmaya maruz kalır. Doğanın tehlikeli kimyasal maddelerle kirlendiği modern zamanlar çevresel nedenlerden kaynaklanan tehlikenin büyümesine tanıklık etse de kozmik radyasyon canlı tarihinin her döneminin başlıca aktörlerinden birisi olagelmiştir.

Eşlenmemiş elektron taşıyan ve bu nedenle yüksek düzeyde reaktif bir grup olan, “reaktif oksijen” gibi “serbest radikaller” de organizmalar üzerinde tahrip edici bir etki gösterir. Serbest radikaller solunum sırasında açığa çıkar ve protein molekülleri ve DNA ile tepkimeye girebilir. Radyas­yon ve serbest radikallerin DNA molekülü üzerinde (hem nük­leer hem mitokondriyal) küçük çapta da olsa mutasyonlara neden olması kaçınılmazdır. Mutasyonlar, nükleoridreki harf­lerden birinin yerini farklı bir diğerinin alması, bir harfin silin­mesi ya da eklenmesi biçiminde gerçekleşir ve bu hataların ba­zıları kopyalanarak gelecek kuşaklara aktarılır.

Böylelikle, ol­dukça küçük çaplı mutasyonlar birikerek DNA kodunun ha­talı okunması sonucunu doğurduğunda proteinlerin işlevselli­ğinde sorunlar ortaya çıkar. Mitokondriyal DNA’da gerçekle­ şen bir hasar örneğin, hücrenin enerji üretimi erkinliğinde önemli etkiler yaratabilir. Hücreler, enzimlerin sorun yaratan nükleorid parçasını kesip yerine uygun olan parçayı eklemesi­ ne dayanan, DNA hatalarını onaran bir mekanizmaya sahip olmakla birlikte, bu eninde sonunda kaybedilmesi kaçınılmaz olan bir savaştır. Sökük bir çorap sonsuza kadar yamanamaz.

Yaşlanan beyin

Yaşlanmayla ilgili olarak beynin özellikle duyarlı olduğu birkaç yön vardır. Geleneksel anlayışa göre, nöronlar bölünme yetisine sahip olmadığı için yaşlanmayla birlikte sayısal olarak sürekli bir azalma halindedir. Biyolojinin mitlerinden biri olan “beynimizin yalnızca yüzde onunu kullanırız” iddiası, bu anlayış temelinde ortaya çıkmıştır.

Böy­lesi iddiaların kökeninin izini sürmek kolay bir iş değildir ve ikincisinin nörobilimsel çevreler içinde öne sürülmesi ender gö­rülen bir durum olmakla birlikte, birincisinin standart ders ki­taplarında kendisine yer bulduğu yadsınamaz bir gerçektir. Oy­sa daha önce de belirttiğim gibi, yakın zamanlı araştırmalar, beyinde nöronal yenilenmeyi olanaklı kılan kök hüc­re stokunun korunduğunu ve hücre kabının düzensiz bir desen sergilediğini gösteriyor (en azından olağan bir yaşlanmada).

Açık olansa, yaşlamayla birlikte beynin küçüldüğüdür. Avru­pa toplumlarında, kırk yaşından altmış beş yaşına gelinceye kadar ortalama beyin kütlesi kaybı yüzde on beş kadardır. Bu kaybın en büyük nedeni, hücrelerin su kaybetmesidir. Su kay­beden hücreler küçüldükçe, ventriküller ve sulci genişler. Yaş­lanınayla birlikte ayrıca, özellikle bazı beyin bölgelerinde belir­gin bir nöronal kayıp gerçekleşir.

Hormonal süreçler de nöro­nal kayıp miktarında etkilidir. Örneğin, kronik stres kortizol üretimini arttırır ve kronik olarak artan kortizol, nöronları bu hormonun reseptörlerini taşıyan hipokampus gibi beyin bölge­lerindeki hücre ölümünü ivmelendirir. Böylesi faktörler, beyin­deki küçülme ve hücre kaybının bölgelere göre düzenli bir da­ğılım sergilememesi fakat özellikle frontal loblar, hipokampus, serebellum ve bazal gangliada etkili olmasının açıklanmasına yardımcı olabilir.

Yaşlanmayla birlikte beynin kilit önemdeki bölgelerine ulaşan kan miktarında azalma görülmektedir. Dolaşım sistemin­den gelen ve hem glikoz hem de oksijen taşıyan ve atık madde­lerin uzaklaştırılmasını sağlayan kan miktarındaki azalma, özellikle korteksteki hücre kaybında önemli bir etken olmalı­dır. Yüksek oranda yağlı beslenme alışkanlıkları ve yüksek kan kolesterol düzeyine bağlı olarak arterlerde oluşan kireçlenme, beyne ulaşan kan miktarında daha şiddetli bir azalmaya ve bu­na bağlı olarak felç olasılığının yükselmesine neden olur.

Belir­li beyin bölgelerine kısa süreliğine de olsa glikoz ve oksijen ula­şımının kesilmesi, hızlı nöronal ölüme yol açar.

Beynin bağımlı olduğu ve yaşlanmayla birlikte miktarı deği­şen yalnızca glikoz ve oksijen değildir. Östrojen ve testosteron gibi steroidler ve kortizol dahil, hormonların düzeylerinde de­ğişimler olur. Böylesi hormonal dalgalanmalar, bunların etkile­şim gösterdiği nöronal reseptörlerin bulunduğu beyin bölgele­rinde ve özellikle hipokampusta önemli sonuçlar doğurur. Du­yusal girdilere ilişkin yeteneklerde de gerilemeler görülmekte­dir.

Gözlerdeki lens kalınlaşması, retinal hücrelere düşen ışığın azalması sonucunu doğurur. lşitsel sistem, yüksek frekanslar­ daki sesleri belirleme yetisini kaybetmeye başlar. Beden böl­gelerindeki kullanmamaya bağlı olarak, duyusal girdileri ileten nöronal harita desenlerinde de değişim gelişir.

Beden fizyoloji­sindeki değişimler -sıcak ve soğuğa duyarlılık ve termoregülas­yon yetenekteki değişim, sindirim sistemi kapasitesindeki deği­şimler, kas yitimine bağlı olarak beden görüntüsündeki başka­laşına ve cinsel istek ya da yetenek kaybı- kavrayış ve bilinçte farklılaşmaya neden olur.

Ancak, bu değişikliklerin mutlak olarak “kötüye gidiş” anla­mına gelmediğinin altını çizmek önemlidir. Nöron kaybı genel­likle yaşlanmanın olumsuz özelliklerinden birisi olarak ele alın­makla birlikte, genişleyen nöronlar arası boşluğun glial hücre­ler ya da komşu nöronlardan dentritik ve aksonal dallarla kap­lanması, en azından yaşlanmanın erken aşamalarında, kalan nöronlar arasındaki bağlantılılık ve karmaşıklığı zenginleştirIicIi bir rol oynuyor olabilir -astrositlerin beyin işlevselliğinde önemli bir rol oynadığı düşüncesi giderek güçlenmektedir, ku­surlu bir nöronun yerini bir astrositin almasının beklenmedik yararları olabilir.

Felçlerden kaynaklananlardan farklı olarak bu tip hücre ölümü, bu nedenle, erken gelişimin yaşamsal özel­ iklerinden biri olan apoptosisin neredeyse bir ekstansiyonu (uzama, genişleme) olarak görülebilir. Ancak, yaşlanmanın ile­ri aşamalarında demritik dallarda atrofi (körelme) kendisini iyice belli ettiğinde, beynin kilit önemdeki bölgelerinde, bir kez daha özellikle hipokampusta, sinapslar küçülme ve tepeden kö­ke doğru “kuruma” eğilimine girecektir.

Çoğu işlevsel değişiklik, derin ve ayrılmaz biçimde toplumsal ve bedensel bağlamlardan dolaylanmakla birlikte, bazıları bü­yük ölçüde bağlamdan bağımsız olarak gelişir. İlerleyen yaşla birlikte anılan türde­ki temel refleksleri bile öğrenişimiz yavaşlamaktadır.

Göz kırp­ma kazanımı hızı, yaşlı insanlarda öğrenme ve belleği geliştirme potansiyeli olan ilaç testlerinde sıklıkla kullanılır olmuştur. Ancak bir kez öğrenildikten sonra, yaşlılarda refleks yanıtı gençlerdeki kadar iyi yerleşmektedir ve bu yerleşiklik yaştan bağımsız görünmektedir.

Diğer beceri ve yeteneklerimizele de değişim yaşanmaktadır -yaşlanmayla birlikte dilin menzilinin genişlemesi, buna karşı­lık sözcükleri unutma ya da nesneleri yanlış adlandırma sıklığı­nın artmasının nedeni bu değişimlerdir. Yaşlanmayla birlikte genel olarak, yeni materyalleri öğrenme yeteneğinin zayıfladığı, yeni bağlamlara uyum gösterebilirliğin gerilediği, buna karşılık bir kez öğrenilen beceri ve yeteneklerin hamlanması stratejilerinin geliştiği söylenebilir.

(Steven Rose, 21. Yüzyılda Beyin, Çeviren: Levent Can Yılmaz, Evrensel Basın Yayın.)

Kaynak: oggito.com