Adını duymayan çok azdır diye düşünüyorum. Konu ile az çok ilgili olan herkesin düşünce dünyasında yer alan bir karakter, Diyojen. Biraz ilgilenmek istedim. Kolayıma geldi, 3-5 tane video seyrettim, sesli kitap dinledim. İkincisinde anladım ki, hakkında çok fazlaca bilgi yok. Kelimesi kelimesine aynı şeyleri tekrar edip durdular çünkü. Buna rağmen dinlemeye devam ettim. Ne anlamam gerektiğini düşündüm. İçerik üretenlerin konuya nasıl yaklaştıklarını görmeye çalıştım.
Aslında böyle bir yaşam tarzını irdeleyebilmek için yaklaşık 2500 yıl önceye gitmeye gerek var mı, bilemiyorum. Sokakta insanlara hayatın anlamını sorduğumda, önümde arkamda gökyüzünü kendisine yorgan edinenleri de gördüm. Yanıma gelmelerini, benimle tecrübelerini paylaşmalarını hem istedim hem de biraz çekindim. Bir tanesi benim tepkimi ölçer gibiydi. Önümde durdu. Bir şey gösterir gibi elini öne uzattı. Hayır, sanki bir başkası bir şey gösteriyor da o, gösterileni görmeye çalışıyordu. Tepki vermedim. Öyle sanıyorum. Neyi, nasıl algılayacağını bilememe şaşkınlığımı farketmemiştir umarım. Diğeri daha sevecen bir tipti. Çikolatalarımdan aldı bir kaç tane. Konuşamadığını ama duyabildiğini, yazabildiğini belirtti. Tabii ki, yazarak. Yedi tane dil biliyormuş.
Sokağın sahiplerini? Vardır mutlaka, sahipsiz ne var ki şu dünyada? Balon satıcıları, müzisyenler, kargocular, yemek vb siparişleri teslim edenler… Emekliler? Bir işi olması insana kendisini değerli hissettiriyor. Vaktini geçirecek şeyler aramak zorunda kalmıyor en azından. Bazılarının saatlerce bankta oturmasına başka bir anlam yükleyemiyorum. Birisini görüyorum aynı saatte, her gün. Hoparlör tuttuğu elini vücuduyla birlikte öne doğru uzatmış sokağı adımlıyor. Sokağın da bir ritmi var mıdır ki? Günün özeline bağlı olarak her gün sokakta gezinenlerin sayısı aynı olabilir mi?
Biraz Diyojen’den bahsedelim. Onu anlayabilmek için yaşadığı döneme gitmek şart. Ancak bütün söylemlerinin direkt karşılığını toplumda aramak insafsızlık olur. Bir medeniyet kurulmuş ki, insanları kucaklayan, mutlu mesut yaşamaya imkan tanıyan kriterler var demektir. Ve bu kriterlerin etkisi bir süre sonra azalmış veya belirli bir üst tabaka için işler olmuş ki, zaman hükmünü vermiş.
Atina’dan pek çok filozof çıkmış. İnsanlık düşünce tarihinde önemli bir yeri var. Nedendir bilmem ama bana hatırlattıkları çok farklı. Toplu sex partileri, tıka basa dolu karınlarını yeniden doldurabilmek için kusan efendiler, gladyatörler, aslanlara parçalatılan köleler… Belki tam araştırma yapmadığım içindir. Veya tarihi araştırma, öğrenme anlayışımız. Savaşlar, zaferler, yenilgiler… Oysa tüm yaşanmışlıkların insanlığımızda karşılığı olmalı. Ancak ciddi odaklandığımızı söyleyemiyorum.
Bu konuda çok uzağa gitmeye gerek yok. Osmanlı Devleti hakkında bir sanat eleştirmeninin sözleri ciltler dolusu kitaba bedel gibiydi benim için. Mevcut ile yetinmemekten, daha iyisi, güzeli olabilir arayışından bahsediyordu. İnsana saygı, birlikte yaşama gayreti ve daha bir sürü gerekliliklerimizi sıralayabiliriz bu sözün altına.
Diyojen… Söylemlerini ve yaşantısını bir kelime ile özetlemem istense, İSYAN derdim. Bu alt sebep Sokrates’te de var ama pozitif anlamda. Sanki bilgide, bilmede kalmışlar. Birşeylerin yanlış gittiğini insanların pek çoğu görebiliyor. Ancak tepkiler farklı. Bazıları fırsattan istifade gemisini yüzdürüyor, bazıları toplumun çöküşüne dolu dizgin koşuşturmasının önüne kendisini atıyor. Bilgeler ise her şeyi, öğrenmek için fırsat bilirler. Bilginin ötesine geçmeye çabalarlar. Dilinden daha çok halleri konuşur. Kimseyi suçlamadan, arayanları gözlerler. Çünkü bulanlar, bulduğunu sananlar dertlere derman olamıyorlarsa neyi bulmuşlardır ki…
İsyan… Bu kavramı çok küçümsemeyelim. İntiharın en temel nedeni, dostları, aileyi cezalandırmak olarak bilinir. Demektir ki, kabul etmediğimizi haykırabilmek için canımızdan bile vazgeçebiliyoruz.
Sonuç olarak, Diyojen’in, iç dünyasını şu kelimeler ile özetlediğini düşünüyorum.
„Felsefe insanı tek bir kuruş bile olmadan zengin yapar.“
„Fakirlik insanı felsefeye iter. Hiçbir şeye sahip olmayan insan nefsini köreltmeyi öğrenir.“
Filozofun yaşam felsefesi erdem, doğruluk, doğallık olarak özetlenir. Verilen örnekleri bu açıdan değerlendirmek mümkün. Ancak „Dışarıda güçlü görünüyor olabilirsin ama savaşlar içeride kazanılır.“ sözü itiraf gibidir. İç dünyasında sıkıntı, gelgitler, kaos yaşaması rastlantı olamaz. Diğerlerini umursamamak aslında onlara takıntımızın bir görüntüsü olabilir. Çünkü umursamadığımızda bunu söylemeye gerek görmeyiz. Sadece kendimiz oluruz. Neye inanıyorsak etrafımıza bakmadan, inandıklarımızı gerçeklemeyi kendimize vazife biliriz.
Düşüncelerini kritik etmek çok kolay. Her insan, herhangi birisi hakkında hiçbir efor sarfetmeden yapabilir. Ama bu yola girmek istemiyorum. Ancak bir hatadan bahsetmeden de geçemeyeceğim. Öyle ki, tüm insanlar diyebileceğimiz bir çoğunlukta bunu her an su içer doğallıkla yapmaktayız. REKABET… Filozofun her diyalogunda bunu görmek mümkün. Aktaracağım alıntı bunu açıkça ifade eder. „Filozof yaşamını özüyle de sözüyle de aşırıya taşır. Bunu yaparken koro eğitmenlerinin yöntemini uyguladığını, notayı yarım ses yüksek vererek ötekilerin doğru sesi çıkarabilmesini sağlamaya çalıştığını söyler.“
Masumane de olsa rekabeti körükleyen ifadeler, mimikler, aslında en etkin olanı düşünceler… Hükümlerimizle, önyargılarımızla neyin daha iyi olacağını anlatma gayretimiz veya hastalığımız, elimizdeki değerlerimizi değersizleştirebilir, bizi yalnızlaştırabilir. Bir şeyleri çözmek isteğimiz daha büyük problemlere evrilebilir.
İnsanların öğrenmek istemelerini beklemek bir zorunluluk, ne yazık ki. İhtiyaçlarını öncelikle kendileri görmeli. Yaşanacak şeyler felaket dahi olsa daha erken yapılabilecek bir şey yok…