Tanrı yanlış misafir göndermez

O gün cumaydı. Lise öğrencisi olan ve tamamı yurt veya pansiyonlarda kalan arkadaşlarla iftara davetliyiz. Taze ekmeğe sürülen salçanın bile lüks olduğu yurt yemeklerinin dışında kursağımıza bir şeyler gireceği için sabırsız ve heyecanlıyız. Arkadaşlardan birinin Ege Üniversitesi’nde okuyan akrabası tarafından ayarlanan iftar yemeğine gitmek için 6’lı ve 5’li iki gruba ayrıldık. İftar yemeğini organize eden

DR. ÜNAL BİLİR 26 Nisan 2020 PANORAMA-NEWS PAZAR

O gün cumaydı. Lise öğrencisi olan ve tamamı yurt veya pansiyonlarda kalan arkadaşlarla iftara davetliyiz. Taze ekmeğe sürülen salçanın bile lüks olduğu yurt yemeklerinin dışında kursağımıza bir şeyler gireceği için sabırsız ve heyecanlıyız.

Arkadaşlardan birinin Ege Üniversitesi’nde okuyan akrabası tarafından ayarlanan iftar yemeğine gitmek için 6’lı ve 5’li iki gruba ayrıldık. İftar yemeğini organize eden kişinin bulunduğu altı kişilik grup önden giderken, biz gidilecek evin adresini bir kâğıda yazarak öğrencilerin ‘boynuzlu’ dediği troleybüsle yola koyulduk.

Birkaç bloktan oluşan siteyi bulup, adreste yazılan daireyi bulmak hiç de zor olmadı. Asansöre ‘üç kişiden fazla binilmemesi ricasına’ aldırmadan doluşup beşinci kata çıktık, zile bastık. Bir müddet bekledikten sonra kapıyı altmışlı yaşlarda, ancak yaşına göre oldukça bakımlı olan bir hanımefendi açtı. Biraz şaşırdık, çünkü evine iftara gittiğimiz insanlar genelde Anadolu’dan İzmir’e göç en muhafazakâr aileler olur, kapıyı evin beyi açar, hanımı olsa olsa başını salon kapısından uzatıp “Hoş geldiniz” demekle yetinirdi.

Lakin kapıyı bu kez bambaşka biri, üstelik de gayet modern giyimli bir kadın açmıştı. “Biz iftara geldik” lafını duyan hanımefendi önce biraz duraksadı, ardından “Buyursunlar evladım! Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz” diyerek bizi içeri buyur etti. Ardından da salona seslenerek “Albayım iftar için davet ettiğimiz çocuklar geldi” dedi.

İçeri girdiğimizde cam kenarındaki, koyu kahverengi deri koltukta oturan albay bizi karşılamak için doğruldu. ‘Albay’ lafını duymamız, askerî nizama geçmemize yetmişti. Sıraya girip teker teker albayın elini öptükten sonra yine sırayla koltuklara iliştik. Bizi otoriter bakışlarla süzen albay adının ‘Şemsi’ olduğunu söyleyerek kendini tanıttı. İsimlerimizi, okuduğumuz okulu, memleketlerimizi ve baba mesleklerini sordu. Biz de bir asker gibi cevap verdik.

Albay ardından koltuğunun yanında duran çevirmeli telefondan bir yerleri aradı ve “Ben Şemsi Albay, iki delikanlı göndereceğim. En son çıkan tatlınız neyse, bir tepsi verin” dedi. Cüzdanından para çıkarıp verdiği arkadaşlara tarif ettiği pastanenin çaprazında bulunan fırından ‘sıcacık’ pide almalarını da söyledi.

Biz albayın huzurunda nefesimizi tutup beklerken, mutfaktan çıkıp gelen hanımefendinin sesi imdadımıza yetişti: “Evladım! Gelin, siz de bana yardımcı olun!

Mutfak önlüğünü giymiş hanımefendi bir yandan ocaktaki tencereleri karıştırıyor bir yandan da iftariyelikleri küçük porselen tabaklara koyup masaya taşımamız için bize veriyordu. Çok geçmeden salondaki uzun ahşap masanın üstü bir talebenin hayal edemeyeceği, çeşit çeşit iftariyelikle dolmuştu. Kaliteli eski kaşardan pastırmaya petekli kara kovan balından o güne kadar hiçbirimizin görmediği, dolayısıyla da yemediği havyara kadar envaiçeşit iftariyelik iştahımızı iyiden iyiye kabartıyordu. Gelgelelim bizden önce yola çıkan altı arkadaş hâlâ ortalıkta yoktu. Birbirimize kaş göz işareti yaparak arkadaşlarımızın akıbetini soruyor, ancak Şemsi Albay’ın ciddi tavrı nedeniyle ‘diğer arkadaşlarımızın gelmediğini’ kendisine bir türlü söyleyemiyorduk. Neden sonra zil çaldı, ancak gelenler dumanı üstünde pideler ve şöbiyet tepsisi ile geri dönen arkadaşlarımızdan başkası değildi. Kulağımıza fısıldadıklarına göre dışarı çıktıklarında etrafı kolaçan etmişler, ama kimseyi görememişlerdi.

Şemsi Albay’ın televizyondan ve kolundaki saatten sürekli kontrol ettiği iftar saati sonunda geldi. Bir anlığına arkadaşları unutup albayın ‘afiyet olsun’ komutuyla beraber yemeğe hücum ettik.

İftariyelikleri silip süpürdükten, çorbaları iştahla kaşıkladıktan sonra ana yemekleri bekliyorduk ki birden kapı zili çaldı. ‘Sonunda geldiler’ diye birbirimize baktık. Lakin hanımefendinin açtığı kapıdan içeri gelen sadece telaşlı bir erkek sesiydi. Kapı önündeki ayakkabılarımızı gören adam ‘iftara davet ettiği çocukların adresi karıştırıp buraya geldiklerini, diğer tüm blokları teker teker gezdiğini, çocukları sonunda burada bulduğu için memnun olduğunu, çok özür dilediğini’ mahcubane anlatıyor; ‘size daha fazla rahatsızlık vermeden gençleri alıp gideyim, bir yanlışlık oldu’ diyordu. Kapıdaki adamın söylediklerini sonuna kadar dikkatle dinleyen Şemsi Albay bize eliyle ‘oturun’ işareti yaptıktan sonra sandalyesinden yavaşça kalktı, kapıya yöneldi. O zamana kadar oldukça ciddi duran albayın yüzünde nedense muzipçe bir gülümseme belirmişti. Sesine de yapmacık bir sertlik kattı ve adama:

“Tanrı yanlış misafir göndermez, beyefendi” dedi ve ekledi: Bakın gençlerin yarısını size yarısını bize yazmış. Onlar da biz de yazgımızdan şikayetçi değiliz. Bence siz de vaziyete razı olun.

Adam ‘ama efendim hazırlığınız yok, zahmet vermeyelim’ diye itiraz edecek oldu. Ancak albayın cevabı çoktan hazırdı: “Hanım koca bir orduya yemek çıkarır, bir manga askere mi bakamayacak”

Çaresi yoktu. Masadan sesini duyduğumuz, ancak yüzünü göremediğimiz adam sonunda teşekkür ederek gitti. Biz ise utancımızdan ne yapacağımızı şaşırmıştık. Yerine dönen albay kızarıp bozardığımızı görmüş olmalı ki bu kez babacan bir ses notuyla “Rahat olun oğlum. Siz içeri girerken yengeniz çaktırmadan bana işaret etti, durumu anlattı. Bugün nasip bizeymiş, hadi şimdi yemeklerinizi yiyin’ dedi.

Yedik yemeklerimizi. Çay, tatlı faslını da geride bıraktıktan sonra müsaade istedik. Bizi salonda karşılayan Şemsi Albay bu kez yolcu etmek için kapıya kadar geldi. Ayrılırken yine elini öptük. “Tekrar bekleriz” dedikten sonra bir an durdu ve şunları söyledi: Bu akşam yengenizi çok sevindirdiniz çocuklar! Bugün normalde dokuz yıl önce kaybettiğimiz küçük oğlanın doğum günüydü.