İnsan yaşadığı ülkenin dilini neden öğren(e)mez?

Öncelikle bu yazıyı 25 yaşından sonra Almancayı, 45 yaşından sonra da Flamancayı öğrenmiş biri olarak kaleme aldığımı belirtmek isterim. Hayat bana yazık ki iki dili birden doğal ortamı içinde, doğuştan öğrenme şansı vermedi. Bu nedenle bir yabancı dili öğrenebilmek için yıllarımı, emeğimi, enerjimi ve çoğu kez de maddi birikimlerimi bu uğurda harcamak zorunda kaldım. Pişman

DR. ÜNAL BİLİR 11 Ağustos 2019 PANORAMA-NEWS PAZAR

Öncelikle bu yazıyı 25 yaşından sonra Almancayı, 45 yaşından sonra da Flamancayı öğrenmiş biri olarak kaleme aldığımı belirtmek isterim.

Hayat bana yazık ki iki dili birden doğal ortamı içinde, doğuştan öğrenme şansı vermedi. Bu nedenle bir yabancı dili öğrenebilmek için yıllarımı, emeğimi, enerjimi ve çoğu kez de maddi birikimlerimi bu uğurda harcamak zorunda kaldım. Pişman mıyım? Elbette hayır.

Göçmenlerin yaşadıkları ülkenin dil veya dillerini yeteri kadar öğren(e)memesi sürekli gündeme geliyor. Özellikle muhafazakâr ve aşırı sağ politikacılar yaşanan tüm uyum sorunlarının faturasını dil öğrenme konusunda isteksiz davranan göçmenlere keserken, onlar da klişe mazeret listesini temcit pilavı gibi önümüze sürmekten yorulmuyorlar.

Bir insan yaşadığı, ekmek parasını kazandığı bir ülkenin dilini neden öğrenmez veya öğrenemez?

Gelin bu sorunun yanıtını benzerine birçok kez tanıdık olduğum örnek bir olay üzerinden bulmaya çalışalım.

2017 yılında Flamanca öğrenmeye başladığımda, gittiğim yabancı dil kursunda bir adamla tanıştım. Kibar davranışları, marka giysileri ve fiyakalı arabaları ile kendini hemen belli eden beyefendi; anlattığına göre hayır hasenat işlerine bakan bir derneğin yöneticisi imiş. On beş yıldan beri Hollanda ve Belçika’da yaşayan bu beyefendi, küçük yaşta Hollanda’ya gelmiş bir bayanla evlenmek suretiyle Türkiye’den transfer olmuş.

Yaklaşık bir yıl aynı sıralarda oturduk. Öğrenme isteksizliği her hâlinden belli olan bu beyefendiye bir gün neden bugüne kadar Flamanca öğrenmediğini, şimdi birdenbire niçin öğrenme gereği duyduğunu sordum.

Ona bakarsanız öğrenememesinin nedeni, sorumlusu kendisinden başka herkes ve her şey idi. Ancak şimdi kendisine lazım olan Belçika vatandaşlığı için belirli düzeyde Flamanca veya Fransızca bilmesi gerekiyormuş. Dolayısı ile onu kursa getiren zorunluluk buymuş.

İşi gereği Türklerle muhatap olduğundan Flamanca öğrenme gereği duymayan beyefendi; idari, resmî bir işlem söz konusu olduğunda hep hanımını yanında götürüyormuş.

Teneffüs aralarında bize hayata, iyi insan olmaya ve memleket kurtarmaya dair dersler de veren beyefendi bir keresinde hızını alamayıp, yabancı dil eğitimine kafa yoran uzmanların pabucunu dama atacak şu hükmü verdi: “Senin Flamanca öğrenmen büyütülecek bir iş değil. Benim de Almancam olsa bu dili yata yata öğrenirim”.

“Haklısın üstat” dedim. “Sen olayı çözmüşsün. Fakat işe ters taraftan başlamışsın. Okulda Almanca kursu da veriyorlar. Sen iyisi mi önce Almanca öğren, sonra diğeri yata yata olur” diye de ekledim.

Fiyakalı arabalara kurulan, giydiği bir kat elbisenin fiyatı dar gelirli bir ailenin aylık gelirine tekabül eden, ömrünü ‘hayır hasenat işlerine adayan’ bu beyefendi yazık ki tek örnek değil. Benzerlerine Almanya, Fransa ve Belçika’da defalarca rastladım. Hayatı hep güvenli limanlarda götüren bu insanların şunu iyi bilmesi gerekiyor: Havaları sadece bize!

Rahat yaşayıp, hizmetlerine verilen insanlara hükmetmelerine rağmen yaşadıkları ülkenin dilini bilmedikleri için hiçbirinin toplumsal hayatta esamesi okunmuyor.

Düşük rütbeli bir devlet memurunun karşısına tercümanla oturduklarında, karşılaştıkları muameleyi hazmetmekte zorlanıyorlar. Para pul, mal mülk ve makamlarına aldanıp rafine zevkler yaşayan burjuvazinin birer üyesi oldukları zehabına kapılıyorlar, ancak gösterişli tüketimleri onları sadece sonradan görme yapıyor.

Bir insanın yaşadığı ülkede hak ettiği saygıyı görmesinin en kestirme yollarından biri o ülkenin diline hâkim olması. Ancak her yeni bir dil, farklı ve özgün dünyalara açılan birer kapıdır. Yeni bir dünyada yabancılık çekmeden var olmanın yolu, oraya kısa vadeli plan ve beklentilerle adım atmak değil. Tam tersine bu yeni dünyayı kültürü, edebiyatı, gazeteleri, masalları, tarihi, gelenekleri ile tümden keşfedecek bir motivasyonla işe başlamak gerekiyor.

Tanıdığım birçok kişi son dönemde takdire şâyan, olağanüstü bir gayretle Fransızca veya Flamanca öğrendi. Çoğunun elinde tapu gibi B2 diploması da var. Ancak çok azı diplomalarındaki bu seviyeye uygun bir okuma, yazma ve konuşma yetisine sahip.

Sebebi zannedildiği gibi konuşabilecekleri Fransız veya Flaman dostlardan mahrum olmaları değil. Sorun okuma arzusu ile beslenme kaynaklarının yetersizliğinde.

Öğrendiğiniz yeni bir dilde en azından haftalık bir gazeteyi düzenli takip etmeden, o dildeki edebî eserleri okumadan, sektörel veya uzmanlığınız ile ilgili yayınları takip etmeden, hatta o dildeki müziğin tadına bakmadan, deyim ve ata sözlerini kullanmadan, yer isimlerinin hikâyesini duymadan yabancı bir dili yeterince öğrenmek mümkün değil.

Hangi misyon ve amaçla olursa olsun, dillerini hakkıyla konuşamadan Almanların, Fransızların, İngilizlerin veya başka insanların kapısını çaldığınızda; kalıcı dostluk ve zamana direnecek insani bir hukuk oluşturmak kolay değil.

Dar bir bütçe ile yaşamını sürdüren biri olarak yolum çoğu kez ikinci el eşya satan dükkânlara düşüyor. İçeride benim gibi yabancı kökenli onlarca müşteri oluyor çoğu kez.

Ancak bugüne değin hiçbirinin ikinci el kitap ve dergilerin bulunduğu reyona teşrif ettiğini görmedim. Aradığı kitabı görünce hazine bulmuşçasına sevinen, alışveriş sepetlerini tıka basa kitapla dolduran yine o ülkenin yerleşik, kendi insanları.