Güller ve terörist

Şansımıza hava oldukça güzeldi o gün. En yakın dostlarımızla bir iftar sofrası etrafında toplanma sırası bizdeydi. İkindi sonrası tatlı bir telaş içinde koşuştururken, telefonum çaldı. Arayan Osman Bey idi. Akşama iftara yeni tanışmış oldukları bir beyefendiyi de getirmek istiyorlardı, ancak mahsuru olup olmadığını sormak istemişlerdi. Telefon hattının öbür ucundaki Osman Bey’e içimden geçenleri söyleyemesem de

DR. ÜNAL BİLİR 15 Eylül 2019 PANORAMA-NEWS PAZAR

Şansımıza hava oldukça güzeldi o gün. En yakın dostlarımızla bir iftar sofrası etrafında toplanma sırası bizdeydi. İkindi sonrası tatlı bir telaş içinde koşuştururken, telefonum çaldı. Arayan Osman Bey idi.

Akşama iftara yeni tanışmış oldukları bir beyefendiyi de getirmek istiyorlardı, ancak mahsuru olup olmadığını sormak istemişlerdi. Telefon hattının öbür ucundaki Osman Bey’e içimden geçenleri söyleyemesem de “Evet mahsuru vardı, hem de hiç müsait değildik”.

Davetsiz misafirin gelişine engel olmak için “Osman Bey malumunuz ailecek bir araya geleceğiz, arkadaşınızın canı sıkılmasın” diyecek oldum. Ama faydası olmadı, mecburen “buyursun gelsin tabii” dedim.

Aslına bakılırsa gelecek adamı az çok tanıyordum. Türklerin bir şekilde birbirini tanıdığı küçük şehrimize geleli yaklaşık bir yıl olmuştu. Hakkında kimse fazla bir şey bilmiyordu. Çünkü adam kimseyle konuşmuyor, biz Türkleri pek kale almıyordu.

Tek yaptığı evimizin karşısındaki parkta bulunan devasa kestane ağaçları altında sabah akşam yürümekti. Adam kimseyle konuşmuyordu, ama nedense birçok kişi onun hakkında konuşuyordu. Cami lokalindeki hacılara bakarsanız ‘o da şerefsiz hainlerden biriydi’. Ara sıra alışveriş yaptığı esnaflara göre ‘adam tekin biri değildi, muhtemelen o teröristlerin beyin takımındandı’.

Doğrusu Osman Bey’in böyle bir adamla dost olmasını yadırgamıştım. Dahası onu beraberinde getirmesine fena hâlde bozulmuştum. Olayı eşime anlattığımda onun da canı sıkıldı. Ama ne yaparsın, adam birkaç saat sonra gelip iftar soframıza kurulacak, en yakın dostlarımızla tanışacaktı.

En büyük endişem de babamın çoğu zaman yaptığı gibi teravih namazına giderken torunlarını almak için bize uğramasıydı. “Eğer” dedim kendi kendime. “Eğer babam bu adamı bizim evde görecek olursa hem onu hem de beni çekip vurur”.

Allahtan Osman Bey ve terörist dostu herkesten geç geldi. Âdet yerini bulsun diye diğer konukları selamlayıp, erkekler için bahçeye kurduğumuz masanın en ucunda bir yere iliştiler. Bir yandan masadaki eksiklikleri tamamlamak için acele ediyor, diğer yandan da adamı gözetliyordum.

Adam istenmediğini anlamışcasına kimse ile muhatap olmamaya büyük özen gösteriyor, Osman Bey’in ısrarlı çabalarına rağmen sohbete katılmıyordu.

Adam bir ara yerinden kalktı; bahçemizdeki ağaçları, çiçekleri incelemeye başladı. Sonunda da her yaz kocaman, kırmızı güllerle bahçemizi şenlendiren gül ağacının yanında durdu. Adam eğilip gülleri teker teker inceliyor, dokunmadan her birini ayrı ayrı kokluyordu. Fırsat bu fırsat deyip bir iki kelam etmek için yanına gittim.

Adam geldiğimi görünce, gülümseyerek elini uzattı.  “Gülleriniz ne kadar hoş” diyerek konuşmaya başladı. “Böylesine güzel kokan gülleri bulmak artık kolay değil. Ayrıca bu gül türü de oldukça nadir bulunur” dedi.

Adamın gül ağacımıza iltifat etmesi hoşuma gitmiş, içimdeki buzlar çözülmeye başlamıştı. “Bekleyin” dedim. “Bir makas alıp size birkaç tane gül keseyim”. Fakat ‘makas’ lafını duyar duymaz, adamın yüzündeki gülümsemenin yerini sert bakışlar aldı.

“Aman ha!” dedi. “Güller de insanlar gibidir. Ve bu gördüğünüz goncalar çocuklara benzer. Biz yavrularımızın üstüne nasıl titriyorsak; onlar da tomurcuklarının büyüyüp gelişmesini, serpilmesini öylece sabırla beklerler” diye de ekledi. İstihza ile yüzüne baktım, ancak o hiç oralı olmadan devam etti: “Siz nasıl bizi gün boyu hazırladığınız bu harika sofraya davet etti iseniz; onlar da yıl boyu büyüttükleri goncalar açıldığında, koku moleküllerini dört bir yana salarak bizi ve diğer canlıları ziyafete davet ederler”.

İçimden “bu adam kafayı iyice sıyırmış” diyordum ki, o aklımdan geçenleri okumuşcasına konuşmaya devam etti. “Evet güller bizim gibi konuşamaz, hissedemez; ancak dallarının zamansız budanması, çiçeklerinin kopartılıp yolunması, gövdelerinin susuz bırakılması nedeniyle biyolojik dengeleri bozulur; içten içe strese girerler. Bazen de istemedikleri davetsiz misafirleri onların tazecik yapraklarına musallat olur” dedi.

Adamın ayaküstü verdiği biyoloji dersini eğlenceli bulmaya başlamıştım. “Mesleğiniz nedir, ziraat mühendisi falan mısınız” diye sordum. Güldü. “Tam tersi” dedi. “Ben edebiyat öğretmeniyim. Malumunuz, gül tasavvuf edebiyatında Peygamberimizi simgeler. Fuzûlî adını duymuş olmalısınız” dedi ve ardından şunları okudu:

Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su

Okuduklarından tek kelime bile anlamadığımı fark etmiş olmalıydı ki, gülümseyerek “Anlamamanız gayet normal. Fuzûlî Su Kasidesi adıyla meşhur olan bu şiirinde; bahçıvana emek verdiği gül bahçesini sular altında bırakarak mahvetmesini, boşuna gayret sarf etmemesini, ne kadar çok çabalarsa çabalasın o bahçede sevgili (Peygamberimizin) yüzüne benzeyen tek bir gülün dahi açılmayacağını söylüyor” dedi.

Biz adamla iyiden iyiye gül muhabbetine dalmışken, misafirlerden biri “Ezan okundu, ev sahibi sofraya teşrif ederse, başlayacağız” diye iğneli bir edayla bizi sofraya çağırdı.

Yemekte susuzluğumu gidermek için soğuk suları ardı ardına içerken; bir taraftan adını ilk kez duyduğum Su Kasidesini, diğer taraftan da terörist olduğu söylenen adamın güllerle ilgili sözlerini düşünüyordum.

Yemekler yendi, çaylar içildi. Sohbet faslının ardından konuklar güle oynaya, terörist adam ise sessiz sedasız evinin yolunu tuttu. Eşimle birlikte etrafı derleyip toparladığımızda çocuklar çoktan uyumuş, dışarıdaki güzel yaz havasının yerini çoktan ayaz almıştı. Bir yorgunluk kahvesi içmek için salondaki masaya eşimle karşılıklı oturduk.

“Osman Beylerle gelen şu adam var ya” dedim. “Evet” dedi.  “Sizi camdan gördüm. Pek bir samimiydin o adamla. Eşini dostunu yalnız bırakıp, hep o adamla ilgilendin” diye çıkıştı. “Hanım durum bildiğin gibi değil” diyerek onu yatıştırdım önce. Sonra adamın söylediklerini dilimin döndüğü kadar anlatarak “Allah aşkına bu adam mı terörist olup, insanlara kıyacak” dedim. “Bilemiyorsun işte” diyen eşimin de kafası karışmıştı. Yüzüne baktım, şaşkındı.

Neden sonra gözüm salonun köşesindeki kocaman sehpanın üzerinde duran vazoya ilişti. Güzel kokularını duyalım diye beş on gün önce kesip vazoya koyduğumuz, yaprakları kurumaya yüz tutmuş güller; tıpkı ana babalarından ayrılmış, boynu bükük çocuklar gibi bize bakıyordu. Kalktım, vazoyu elime alıp gülleri kokladım. Ancak hiçbirinde kokudan eser kalmamıştı.