Şimir, Hz. Hüseyin’in teklifini kabul ettirmiyor

Şimir bin Zilcevşen adındaki bu melun; “Ey Emir! Ömer kuşkusuz yanılıyor. Hüseyin artık senin elindedir, şayet bu kargaşadan kurtulursa seni asla yaşatmaz ve iş daha da zorlaşır. Görmüyormusun onun ne kadar yandaşı, babasının ne kadar çok bağlısı var, ne kadar çok seviliyor. Yarın buraya akın edecek ve dünyayı başına yıkacaklar.” dedi. Vali Ubeydullah’ın içinde uyuyan

PANORAMA - NEWS 04 Eylül 2019 MUHARREM AYI ÖZEL

Şimir bin Zilcevşen adındaki bu melun; “Ey Emir! Ömer kuşkusuz yanılıyor. Hüseyin artık senin elindedir, şayet bu kargaşadan kurtulursa seni asla yaşatmaz ve iş daha da zorlaşır. Görmüyormusun onun ne kadar yandaşı, babasının ne kadar çok bağlısı var, ne kadar çok seviliyor. Yarın buraya akın edecek ve dünyayı başına yıkacaklar.” dedi.

Vali Ubeydullah’ın içinde uyuyan nefret ateşi harlandı. “Haklısın” dedi Şimir’e. Ömer bin Sad’ı kastederek; “Bu adam nerdeyse bizim aklımızı karıştıracaktı ve gafilce avlanmamıza vesile olacaktı” dedi.

Vali Ubeydullah, İmam Hüseyin’in ikinci teklifi olan Yezit’e gönderme fikrini makul bulduğunda, Şimir ona da itiraz etti. “Hayır! O senin hükmüne boyun eğip sana biat etmedikçe asla!” dedi. Bunun üzerine Vali, ordu komutanı Ömer bin Sad’a şunları yazdı: “O şimdi bizim ağımıza düşmüş vaziyette kurtulmayı ummaktadır. Hâlbuki vakit, kaçıp kurtulma vakti değildir. Hayır! Elini elime koyup biat etmedikçe ona iyilik yok. Yanındakilerle birlikte biatı kabul ederse bana bildir.

Şimir’e de; “Git! Eğer Ömer, Hüseyin’le çarpışmayı kabul ederse neala; eğer savaşmaktan kaçınırsa boynunu vur ve ordunun başına sen geç.” dedi.

Yüreği ateşteki tencereden daha kızgın olanların öfkesi galip gelmiş, Şimir şeytanı istediğini almıştı. Valinin yazısını okuyan Ömer bin Sa’d büyük bir esefle; “Valinin bir iyilik dilediğini sanmıyorum.” dedi.

Bir elçiyle Valinin emrini İmam Hüseyin’e iletti. İmam Hüseyin; “Bu yolda şu ölümden daha ötesi yok, öyleyse hoş geldi, safa geldi.” dedi. Valinin vaatleri karşısında sanki o gün bütün Kufe halkı Kerbela’ya akın etmişti. Şehir boşalmıştı.

Neredeyse kadın ve çocuklardan başka kimse kalmamıştı. Hepsi topu topu yetmiş kişiye karşı, koca şehir, bütün askeri birlikler, komutanlar seferber olmuştu. Hava da ağırlaşmıştı. Bir felaketin an be an yaklaşmakta olduğu anlaşılıyordu. Fırat sel gibi gözyaşı döküyor, ah-u efgân-ı gökleri tutuyor, iniltisi çölü titretiyordu. Seyyide Zeyneb’in gözyaşları hiç durmuyor, yarı baygın halde kendisinden geçiyordu.

İmam Hüseyin; “Kardeşim, Allah’tan kork! Teselliyi Allah’ın merhametinde ara, her insan ve yaratılmış, hercanlı bir gün ölecektir.” diye onu tesellietmeye çalışıyordu. İmam Hüseyin ve ev halkı ölümle aralarında incecik bir perde olduğunu biliyorlardı. Muharrem’in yedinci gününden itibaren su da yasaklanmıştı.

Fırat, az ilerde gürül gürül akarken Ehl-i Beyt susuzluktan cayır cayır yanıyordu. Diller, ağızlarda alev topuna dönmüştü. Susuzluk dayanılmaz bir hal alınca İmam Hüseyin, baba bir kardeşi Celal Abbas’a yanına otuz atlı ile yirmi piyade alıp suya gitmelerini ve her birinin yanındaki kırbalarla su getirmelerini istedi.

Amr bin Haccac onlara mani olmak istedi. Süvariler, Amr’ın askerleri ile kavga ederken, piyadeler kırbaları doldurup çadırlara ulaştırdılar. Komutan Ömer bin Sad, ağırdan alıyor, işi barışla sonuçlandırmak istiyordu.

Şimir şeytanı ispiyon etmiş olmalı ki Validen, ordu komutanı Ömer bin Sad’a yeni ve daha sert bir mektup geldi. “Ben, seni orada Hüseyin’le günler geçiresin diye göndermedim, onun selamet ve bekasını dileyesin, diye de göndermedim. Benim katımda şefaatçisi ve kayırıcısı olman için de göndermedim. Ya hükmüne boyun eğsinler ya da üzerilerine yürü. Çünkü o asi ve şakidir. Yapmayacaksan askerler arasından ayrıl.”

680 yılının bir sonbahar güneşi daha çölde batarken Allah Resulü’nün evlatları Kerbela çölünde çepeçevre kuşatılmıştı. Alev topu gibi kızaran ve olanca ihtişamıyla ufkun ardına kaymaya hazırlanan güneş, gökyüzünde oluşturduğu renkli ışık hüzmeleriyle kederli bir güzellik oluşturmuştu. Muharremin dokuzuncu Perşembe günü, çöl ikindi güneşinde yanarken Ömer bin Sad, ordusuna “hazır ol” emri verdi. Kumandanlarına, “Bölüklere ayrılın!” diye seslendi.

Kufe Valisi Ubeydullah, halktan gizlice Hazreti Hüseyin’in yanına gitmek isteyenlere karşı köprüyü önceden tutmuştu. Kufe ordusu atlarına bindiler. O sırada İmam, çadırının önünde oturuyordu. Koca bir ordunun üzerine doğru geldiğini görünce, kardeşi Celal Abbas’a “Git öğren, bakalım ne yapmak istiyorlar.” dedi.

Celal Abbas gitti ve Ömer bin Sad’ın karşısına dikildi: “Meramınız nedir?” dedi. Ömer bin Sad; “Validen bize yazı geldi, emrine boyun eğmediğiniz takdirde işinizi bitirmemizi emretti.

İmam Hüseyin, vakit kazanmak istiyordu: “Gece saldırmasınlar, bir düşünelim bakalım.”  talebi iletildi ve kabul edildi. Aşure gecesi imam yanındakilere; “Öyle sanıyorum ki bu kavim yarın sizinle çarpışacak. Ben, sizin hepinize müsaade ediyorum, bu gece karanlık sizi bürüyünce benden ayrılınız, kimde kuvvet varsa ev halkımdan birinin elinden tutarak çevrenizdeki köylere dağılınız. Onlar ancak beni isterler. Beni gördükleri zaman sizin peşinize düşmekten vazgeçerler.” dedi.

Bu teklife hepsi birden karşı çıktı: “Vallahi biz seni bırakıp hiçbir yere gitmeyiz, senden asla ayrılmayız.” Onların sevgisi, sadece baharda olan bir sevgi değildi. Onlar, rüzgârında sevmişlerdi birbirlerini. Şimşekler çakarken, yıldırımlar indirmeler yaparken de sevmişlerdi. Kaderlerinin gülistanında da, haristanındada sevmişlerdi.

İmam Hüseyin, sadece onların değil, insanlığın da ikbal güneşiydi. Güneşten kaçılmaz, güneşe sırt önülmezdi. Işığa olan aşklarından ateşin etrafında dönerek can veren pervaneler gibi; yüzünün güzelliği bir ateş parçası olan İmam Hüseyin için yanmayı tercih etmişlerdi.

Bu muhteşem tablo, Divan edebiyatında aşkı anlatan ateş ve pervane metaforunun en güzel misallerinden biriydi. İşte aşk buydu. Sevgide sonsuzlaşmak buydu. Sevenin, sevilen için en sevdiği şeyi feda edebilmesi böyle bir şeydi. Ehl-i Beyt’in nazlı kelebekleri, Kerbela’nın kor ateşinde yanmayı yeğlemişti. Namaza, Kur’an’a tahsisli son gecede son namazlar kılınıyor, son niyazlar, gazap fışkıran kumlara kurulu çadırlardan Sonsuzluğun Sahibine iletiliyordu.

Mehtaplı bir Muharrem gecesiydi… Ay ışığı vurmuş serin sulardan yükselen havar türküsünü sabaha değin dinleyen Kerbela topraklarında şafak sökmeye hazırlanıyordu.

O gece Fırat;

Söyletmeyin beni! Yaram derindir, Fıratım ben… Ciğerleri yanan Ehl-i Beyt’e bir yudum su veremedikten sonra bunca suyu ne edeyimben.

diyerek sabaha kadar ağlamış, sabaha kadar hıçkırıp durmuştu. Çadırlarda, “Su! Su!’” diye inleyen çocuklar Fırat’ın aydınlık şırıltılarını duyuyor, kulaklara dolan serin şırıltılar anaların yüreklerini yakıyordu. Gül dudaklar kuruyor, çadırlar yanıyor, çocuklar yanıyordu.

Berrak bir gökyüzünün altında ve bir masal ülkesini andıran rengârenk Kerbela çöllerinde sürüler halinde gezinen ceylanlar, marallar Ehl-i Beyt’e uyarak, Fırat’ın serin sularına mesafeli duruyorlardı. İnsanlıktan uzak bir yerde, Kerbela’da kader, bir havar çığlığı gibi örüyordu Ehl-i Beyt’in hayatını. Devamı var…


DUAZ-I İMAM (12 İMAM)

İnsanı Kamilden Ayırma Bizi

İnsan-ı Kâmilden ayırma bizi
Yüz-i yirmidörtbin Enbiya hakkı
İnsan-ı Kâmilden ayırma bizi

Desti girimizdir İmam-ı Hasan
Hüseyn-i kerbelâ şah-ı şehid’an
İmam Zeynel, İmam Bakır elaman
İnsan-ı kâmilden ayırma bizi

Caferi Sadık cümlemizin serveri
Musa Kâzım, Rıza yolun rehberi
Medet mürvet Taki, Naki, Askeri
İnsan-ı kâmilden ayırma bizi

Muhammed Mehdi’dir şah-ı velâyet
İşitir cihanı nuru hidayet
Niyazımız budur her dem her saat
İnsan-ı kâmilden ayırma bizi

SIDKI’ yam dünyaya eyleme heves
Ruh pervaz edep de kalır bu kafes
Ya ilâhi evvel ahir son nefes
İnsan-ı kâmilden ayırma bizi İmam

SÖZ : SIDKI BABA
İLÂHİ: MUSTAFA MÜRTEZA HAKKI

ÖNE ÇIKANLAR