Kundaktaki bebek vuruluyor, çöl kızarıyordu

Kundaktaki bebek vuruluyor, çöl kızarıyordu

Hani bizde İstiklal mücadelesine giden askerler, trenin penceresinden kendilerine uzatılan evlatlarını son bir defa daha koklayıp annelerinin omuzlarına bırakırlar ve yaşlı gözlerle; “Yavruma babasızlığını bildirme.” derler ya! İşte öyle bir sahne… İmam Hüseyin onu okşarken bir ok gelip Abdullah’ın boğazından girdi ve baba ile oğlu birbirinden ayırdı. Avuçları kanla doldu İmam Hüseyin’in. Bir bezle yavrusunun

PANORAMA - NEWS 10 Eylül 2019 MUHARREM AYI ÖZEL

Hani bizde İstiklal mücadelesine giden askerler, trenin penceresinden kendilerine uzatılan evlatlarını son bir defa daha koklayıp annelerinin omuzlarına bırakırlar ve yaşlı gözlerle; “Yavruma babasızlığını bildirme.” derler ya! İşte öyle bir sahne…

İmam Hüseyin onu okşarken bir ok gelip Abdullah’ın boğazından girdi ve baba ile oğlu birbirinden ayırdı. Avuçları kanla doldu İmam Hüseyin’in. Bir bezle yavrusunun boğazını sarmaya çalıştı ise de o şartlarda ne yapabilirdi ki…

Hazreti Hüseyin, küçük yavrusunun boğazından oku çıkarıp attıktan sonra eliyle kanını sildi ve; “Vallahi! Sen Allah katında Salih Peygamber’in devesinden daha şerefli ve kıymetlisin. Muhammed Aleyhisselam da, Allah katında Salih Peygamberden daha üstün ve kıymetlidir. Allah’ım! Bunlarla ve kavmimizden olanlarla aramızda sen hükmünü ver. Yardım etmek için bizi çağırdılar, sonra da tutup öldürüyorlar.” dedi.

Az önce annesinden canlı teslim aldığı evladını cansız teslim etti. “Oğlumuz şehit oldu.” diyebildi sadece.

İmam Hüseyin’in sesindeki acılık, çöl sıcağından daha yakıcıydı. Bu yangını Fırat da söndüremezdi artık. Ummanlar bir araya gelse söndüremezdi. Hıçkırıklar boğazına düğümlendi. Hangi oğul babasının kucağında boğazlanmıştı? Buna can mı dayanırdı? Ağladığı görülsün istemiyordu. Hazreti Hüseyin’in bu en küçük yavrusu Abdullah, beş ay önce Medine’den çıkarken henüz 18 aylıktı. Hayatın ne olduğunu anlayamadan bu belalı çöle gelmiş ve burada son nefesini vermiş ve Kerbela’nın en küçük şehidi olmuştu.

İmam Hüseyin;
“Elveda ey dostlar! Yolculuk zamanı geldi.” dedi.
“Can kuşum, arşa doğru uçmak için kanatlarını açtı. Gidiyorum. Dar dünya zindanıyla ilişkimi kestim. Sonsuzluk mülküne gitmeyi neden geciktireyim? Veliler èahı babam Hazret-i Ali, benden uzak kaldığı için üzülüyor. İnsanların en hayırlısı dedem Hazreti Muhammed Aleyhisselam beni görmek istiyor, annem beni bekliyor.”

İnce, uzun kirpiklerin uçlarından damlayan yaşlar, bir çiçeğin yalvaran yapraklarına şafağın döktüğü laleler gibi, gül yanaklarına dökülmeye başladı. Atına bindi. Düldül soyundan gelen Zülcenah’ı hışımla meydana sürdü. Zülcenah kefenini giymiş gibi bembe yazdı. Yelesi ve kuyruğu çöl rüzgârında ilahi aşkın sancağı gibi dalgalanıyordu. Belli ki binicisiyle birlikte cennete kanatlanmaktı muradı.

İmam Hüseyin sanki “Haydi Zülcenah ufuklara uç!” dese kanatlanıp ufuklara uçacak gibiydi. Onun meydana doğru gidişini Zeyneb izlerken gözlerinden yaşlar sel olup aktı. Dizlerinin üzerine çöktü… Ellerin yüzüne kapayarak hıçkırmaya başladı. İmam Hüseyin bir fırtına gibi esiyordu Kerbela meydanında. Alnı, gözleri, güzelliği gönülleri fetheden cennet reyhanı oradan oraya mekik dokuyor, yöneldiği yerdeki askerler, çil yavrusu gibi dağılıyordu. Ben Hüseyin bin Fatıma Binti Muhammedim!’ Canımı Kerbela’ya adadım; belâdan dönmem. Teslîm erlerindenim, Kerbela belâsından dönmem. Aşk alanında başını vermek iddiasındayım; başım gitse de, bu iddiamdan vazgeçmem. Dünyada, sonsuza dek süren devlet yoktur; ancak Peygamber soyunun devleti sonsuza dek duracaktır.”

Gökyüzü sıkıntı kapılarını açmıştı. Günah ikbâl yıldızına kadar ulaşmıştı. Yapılacak bir şey, alınacak bir önlem kalmamıştı. Zaman, ıztırab içindeydi. Devran, devrin muhalefetinden ötürü utanmış; âlem, şaşırtıcı tavırdan dolayı usanmıştı. Kerbela’da bir kasırga gibi esiyordu İmam Hüseyin ama bir başına beş bin insana ne yapabilirdi ki… Ne kadar dayanabilirdi? Aç kurtlar gibi saldıran düşmandan tek başına ne kadar korunabilirdi?

Cübbesiyle, sarığıyla, kınalı saçlarıyla kurbanlık bir koçu andırıyordu. “Dedemin yolunu diriltmek, babamın yolundan gitmek için buradayım ben, benim taşıdığım ruh bozguncularla uyuşmaz.” diyordu. Kufeli piyadeler, İmam Hüseyin’i kuşatmıştı. İmam kükremiş bir aslan gibi saldırıyordu. Ne tarafa yürüse Kufeliler, sırtlan sürüsü gibi kaçışıyorlar, darmadağın oluyorlardı. Çadırın içinde ateşler içinde yatan Zeynü’l Abidin’i babasının kimsesizliği kahrediyordu. Bir ara kalkmaya davrandı, kılıcının nerede olduğunu sordu. Seyyide Zeyneb ağabeyinin emrini hatırlattı: “Ölmek kolay, ölür kurtulursun. Fakat herkesin yapması gereken görevler vardır ve bazılarının ölmemesi gerek.” Acı sona gelindiğini gören kadınlar çadırlarında tir tir titriyor, birbirine sarılıp ağlaşıyorlardı. Biraz sonra başlarına gelecekleri görüyorlardı. Bir ara susuzluk canına tak deyince Hazreti Hüseyin, süt beyaz Zülcenahı Fırat’a doğru sürdü. Sırtlan sürüleri peşine takıldı, doludizgin bir yarış başladı, ortalık toz dumandı. Öne doğru yatıp atın yelesine yapışan Hazreti Hüseyin, çölde şimşek gibi kayıyordu. Fırat’a ulaştı. Bitmez tükenmez hissi veren bir nehir, gittikçe coşan, coştukça kabaran, insanın yüreğinde akıp giden bir su…

Fırat buz gibi bağrını açtı Hazreti Hüseyin’e… O’nun suya kavuşması bir sevinç dalgası gibi bütün Fırat’a yayıldı. Sular dalga dalga coştu.

Suyu avuçladı İmam Hüseyin. Tam dudaklarına götürecekti ki, bir ok vınlayarak geldi ve damağına saplandı. O an dedesinin öptüğü o gül dudaklardan bir damla kan düştü suya. Kanlı su kalakaldı avucunda. Zülcenah acı acı haykırdı. Avucundaki kanlı suya acılı gözlerle baktı ve serin sulara bıraktı o kanlı suyu. Köpük köpük akan suya kan düştü. Bir tutam ateş tutuştu o kanlı sudan.

Asırlar boyunca o kanlı su, hep çoğalarak, o ateş hep harlanarak günümüze kadar geldi. O ateş hâlâ yanıyor… O gözyaşı hâlâ akıyor… O kan hâlâ damlıyor… Kimi yerde yukarıdan aşağıya kıvrılarak, kimi yerlerde nazlı nazlı süzülerek, kimi yerlerde çığlık çığlığa başını taştan taşa vurarak bir sonbahar güneşinin son kızıl ışıklarında erimiş bir ayna gibi akan Fırat, Suya Düşen O Kan’ı aldı, taşıdı, götürdü. “Cihanın sahibinden bir yudum su kıskanılmış aah! Fırat ağlar, Murat ağlar, zemin-ü asuman ağlar”