Kerbela’da dünya gazap olmuş yağıyordu

Kerbela’da dünya gazap olmuş yağıyordu

Kıyamete kadar gelecek bütün evliyanın, asfi yanın anası olan Fatımatü’z Zehra yorgun ve yaralı bir üveyik gibi çırpınıyordu çadırın dibinde. Canparçası’nın ciğer pareleri yanıyor; Hayber Kalesi’nin kapısını bir pençede söken Allah’ın Aslanı’nın yavruları kızgın kumlara seriliyordu. Müslümanları saran, buluşturan, kuşatan Ehl-i Beyt kalesi, taş taş, duvar duvar yıkılıyor, kısım kısım parçalanıyordu. Öfkeli, kan kırmızısı bir

PANORAMA - NEWS 08 Eylül 2019 MUHARREM AYI ÖZEL

Kıyamete kadar gelecek bütün evliyanın, asfi yanın anası olan Fatımatü’z Zehra yorgun ve yaralı bir üveyik gibi çırpınıyordu çadırın dibinde.

Canparçası’nın ciğer pareleri yanıyor; Hayber Kalesi’nin kapısını bir pençede söken Allah’ın Aslanı’nın yavruları kızgın kumlara seriliyordu. Müslümanları saran, buluşturan, kuşatan Ehl-i Beyt kalesi, taş taş, duvar duvar yıkılıyor, kısım kısım parçalanıyordu. Öfkeli, kan kırmızısı bir güneş göründü çölün doğu ufkundan.

Mah-ı Muharrem’in ilk ışıkları daha gün görmemiş taze delikanlıların kanlı cesetleri üzerine doğuyordu. Sabahın ilk saatlerinden itibaren kumlardan alev fışkırıyor, güneş yükseldikçe çölün de bağrı cehenneme dönüyordu. Zaman durmuştu Kerbela’da. Kainat, Kerbela’ya kilitlenmiş, melekler birbiri üzerine üşüşmüştü. Taze bedenlerine inen her kılıç darbesiyle acıdan kıvranan, kızgın kumlara belenen delikanlılar İmam Hüseyin’e doğru sülünler gibi başlarını uzatarak; “Amca! Amca!” diye feryat ediyordu. Hazreti Hüseyin hem kahramanca savaşıyor hem de yere düşenlerin feryatlarına koşuyor, onları çadırların önüne taşıyordu.

İmam Ali’nin oğulları Ebu Bekir, Abdullah, Cafer ve Osman da şehit olmuşlardı. Kerbela’nın Caferleri, Kerbela’nın Hamzaları, kimi kanatsız uçuyordu sonsuz cennetlere, kimi amcaları Hamza gibi sinelerinden yedikleri sinsi bir mızrakla seriliyorlardı sahranın kızgın bağrına. Susuzluk, ateş, ölüm, kol kola gezintiye çıkmışlar, dünya bir dram sahnesine dönmüştü. Arzın halifeleri batıla boyun eğmiyordu, eğmeyecekti… İmam Hasan’ın oğlu Kasım on üç yaşındaydı. Boyuna uygun bir kılıç bulunamamıştı. Silahsız sadece cesaretiyle sürmüştü atını.


Zaman durmuştu Kerbela’da. Kainat, Kerbela’ya kilitlenmiş, melekler birbiri üzerine üşüşmüştü. Taze bedenlerine inen her kılıç darbesiyle acıdan kıvranan, kızgın kumlara belenen delikanlılar İmam Hüseyin’e doğru sülünler gibi başlarını uzatarak; “Amca! Amca!” diye feryat ediyordu.


 

Gerisini Hamit bin Müslim’den dinleyelim: “Körpe delikanlılar tükenince Kerbela meydanına çocuk denecek yaşta bir genç çıktı. Yüzü sanki bir ay parçasıydı, elinde bir kılıç vardı. Üstüne bir gömlek giymişti. Belinde bir peştamal, ayaklarında ayakkabıları vardı. Bir tanesinin üstü kesikti. Fakat hangisinin, unuttum. Galiba sol ayakkabısıydı. Kimsecikler bu ay parçası çocuğa kıymaya cesaret edemiyordu. Zalim avcıların tuzağına düşmüş sürmeli bir ceylan yavrusu gibiydi. Nihayet Amr adında Kufeli bir asker başına bir kılıç vurdu, başı yarıldı ve yüz üstü yere düştü. Hazreti Hüseyin’e doğru bir kuğu gibi başını uzatarak; “Amca yetiş!” diye bağırdı.

İmam Hüseyin kükremiş aslan gibi koştu. Amr’ın bileğini kesti. Bileği kesilen Amr yerden doğrulamadı, atların altında kalarak can verdi. Derken toz duman dağıldı. İmam Hüseyin, Kasım’ın başucundaydı. Kasım çırpınıyordu. Onu yerden aldı, başını göğsüne koydu; görüyordum, acıdan çocuğun ayakları yerde debeleniyordu. İmam Hüseyin, onu çadırların önüne taşıdı. Kadınlar abandılar üzerine. Gözyaşı yağmurları da onu geri döndürmeye yetmedi, oracıkta can verdi. Ehl-i Beyt şehitlerinin yanına uzatıldı. Çadırlarda feryatlar arşı titretiyordu. Yüzüne bakmaya kıyılmayan körpecik delikanlılar keskin kılıçlarla kesiliyordu Kerbela’da.

Aylardan Mah-ı Muharrem, günlerden Cuma idi… Uzaklardaki köylerin minarelerinden saniye saniye bütün bir dünyayı kıyamete dek hüzünden bir şal gibi örtecek olan güzel sesli müezzinlerin sesleri duyuluyordu. Salâ sesleri, Kerbela’nın kızgın güneşinin yakıcı ışıkları altında ara sıra yeisle inceliyor, titriyor, bazen tevekkül ve teslimiyetle ağırlaşıyordu. Kızgın kumların üstünde yatan canlar o Resul’ün evlatlarıydı. İmam Hüseyin O’nun evladıydı. Hazreti Zeyneb, salâ seslerinin yükselmeye başladığı bu demlerdeki bu yürek parçalayan manzara karşısında; “Keşke gökyüzü yerin üzerine düşse…” dedi.

Gelişiyle geceleri bile aydınlatan Efendimiz’in evlatları gündüzün ortasında karanlıkta kalmıştı. Namaz için izin istediklerinde Kufe kumandanlarından Husayn; “Onların namazı kabul olmaz.” dedi.

Habib bin Münzir; “Resulullah’ın torununun namazı değil de senin namazın mı kabul olacak?” dedi. Bunca acı, keder, dert, hüzün yetmezmiş gibi dört gündür bir damla suya hasrettiler. Sararıp solan ve güz yaprakları gibi buruşmaya başlayan çocukların artık ‘su’ demeye bile güçleri kalmamıştı. Çocuklar ‘su’ diyemeyecek kadar susuzdu.

Susuzluktan ağızlarında dilleri dönmüyordu. Diller bir alev topu olup damaklara yapışmıştı. Biraz yetişkin kızlar ‘su’ demeye utanıyorlardı. “Kardeşim daha susuz, o içsin!” diyorlardı. Kufe ordusunun kampından dumanlar yükseliyor, etrafa et kokuları yayılıyor, at kişnemeleri ve gafil askerlerin kahkahaları duyuluyordu. Çadırdaki kadınlar ve çocuklar o kadar susamıştı ki az ileride köpük köpük akan Fırat’ın bütün suyu onlara çevrilse Kerbela’dan daha yanık yüreklerini serinletemezdi. Çocukların iniltileri Zeyneb’in kulaklarına bir rüzgâr uğultusu gibi doluyor, beyninde fırtınalara dönüşerek ortalığı kasıp kavuruyordu. Dudaklar susuzluktan yarılmış kanıyordu. İmam Hüseyin ölüm orucuna başlamıştı sanki; susuzluğunu azdırmamak için fazla bir şey yemiyordu. Son birkaç gün içinde iyice zayıflamış, bakışları süzülmüş, gözlerinin çevresinde ölümcül hastalarda ortaya çıkan mor halkalar oluşmuştu. Susuzluktan kurumuş ve çatlamış dudakları, acıklı bakışları ve suskun duruşuyla hüzün veriyordu çevresine.

Seyyide Zeyneb biliyordu ki onun yüreğini yakan acılar kendi susuzluğu ve açlığı değil, kadınların ve özellikle çocukların durumuydu. İmam Hüseyin’le baba bir kardeş olan Celal Abbas’ın durumu daha da vahimdi. O genç yaşta sanki yaşlılar gibi beli bükülmüş, son birkaç gün içinde saçı sakalı ağarmaya başlamıştı. Çocukların “Su!” diye inlemesine dayanamıyordu. Söktükleri otların taşla suyunu çıkarıp içmeye çalışan kadınlar ve çocuklar, etrafta otlar da bitince susuzluktan atların idrarını toplayıp içmeye başladılar. Dünyanın bütün pınarlarının ve ırmaklarının, dedelerinin yüzü suyu hürmetine aktığı insanlar, susuzluktan can çekişiyordu. Devamı var…

Seyyid Nesimi’den bir deyiş

Hâr içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim Rahimi
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem

Bir acaip derde düştüm herkes gider kârına
Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Huda’dır kula minnet eylemem.

Ey NESİMİ, can NESİMİ ol gani mihman iken
Yarın şefaatlarım Ahmed-i Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol Gani Settar iken
Yeryüzünün halifesi hükümdara minnet eyleme