Anadolu Alevi-Bektaşi Edebiyatı’nda Muharrem

Anadolu Alevi-Bektaşi Edebiyatı’nda Muharrem

HABER MERKEZİ – Hz. Hüseyin bir insanın yapabileceği en büyük fedakârlık olan başını vermeyi, ceddi Muhammed Mustafâ’dan miras kalan İslâm davası uğruna severek kabul etmiştir. Pir Sultan Abdal’ın Hz. Hüseyin’in bu hareketiyle, erenlere fermân olduğunu söylemesinin nedeni erenlerin yolu hakkında bilgi vermektir. Gelenekte ölmeden önce ölmeyi göze alamayan, hakîkat uğrunda cânını, başını fedâ edemeyen bir

PANORAMA - NEWS 09 Eylül 2019 MUHARREM AYI ÖZEL

HABER MERKEZİ – Hz. Hüseyin bir insanın yapabileceği en büyük fedakârlık olan başını vermeyi, ceddi Muhammed Mustafâ’dan miras kalan İslâm davası uğruna severek kabul etmiştir.

Pir Sultan Abdal’ın Hz. Hüseyin’in bu hareketiyle, erenlere fermân olduğunu söylemesinin nedeni erenlerin yolu hakkında bilgi vermektir. Gelenekte ölmeden önce ölmeyi göze alamayan, hakîkat uğrunda cânını, başını fedâ edemeyen bir tâlib-i Hakk’ın velî veya mürşid olması mümkün sayılmamıştır.

Hz. Hüseyin’e gönül veren dervişler onunla öylesine bütünleşmişlerdir ki Kerbelâ’da gövdesine açılan yaralar, sanki onların vücudunda açılmış gibidir. Çünkü o Hakk için serini kurbân eylemiştir. Deli Boran bu duygusunu şöyle ifade eder:

Bakıp çâr köşeyi seyrân eyleyen,

Yaraların bende İmâm Hüseyin,

Hakk için serini kurbân eyleyen,

Yaraların bende İmâm Hüseyin.

Velâyete tâlib dervişlerden olan ve Hz. Hüseyin’i derûn-ı dilden seven Derviş Mehemmed bu sevgi ve özdeşleşmenin insanı kendinden geçirmesi; deli/dîvâne haline getirmesi sayesinde hangi manevî hallerin ortaya çıkacağını işlemektedir.

Hz. Hüseyin’in yaralarını bedeninde hissettiği kadar, onun aşkına gözyaşı döken âşık, Hakk’ı kendi özünde bulma gibi bir manevî derece ile ödüllendirilmektedir. Özünü köz etmek isteyen, sözünü özünden söylemeyi murad eden âşıkların/ sâdıkların gözbebeği Hz. Hüseyin’dir:

Seni seven âşık dîvâne olur,

Arar Hakk’ı kendi özünde bulur,

Yaşını silmeğe kapuna gelür,

Ver benim murâdım İmâm Hüseyin.

Teslim Abdal gözündeki perdeyi aralayan, kalbini nazargâh-ı ilâhî haline getiren ve Hakk’ın dîdârını gören gerçeklerin (velîlerin) Hasan Hüseyin aşkına başlarını nasıl kurban verebileceklerini işlemektedir. Nefsinin sesine kulak vermek, hırs, kin ve öfkenin esiri olmak Hz. Hüseyin’i şehid eden Yezîd’in özelliklerindendir.

Bu sebeple kalbin manevî ikliminde seyrü sülûk etmek yerine, nefsin emirlerine itaat etmek gibi bir bayağılığı sergileyen kişi murdâr sayılmıştır. Hüseyin’leşen cânlar onun aşkına fakire, fukarâya vermenin, yemeyip yedirmenin, giymeyip giydirmenin, nefsi aşmanın ve benlik ağacını gönül şehrinden söküp atmanın sembolü olmuşlardır:

Fehmettik dîdârımızı yüzdürelim derimizi,

Kurban verdik serimizi Hasan Hüseyin aşkına.

Gerçekler kalbini güder nefsini dinleyen murdâr,

Verdiğin za’ya mı gider Hasan Hüseyin aşkına.

Zulmün karşılığı adâlet, merhamet ve cömertliktir. Muharremiyye’de yas ve matem günleri yetim ve fakîrlerin gönüllerinin kazanılacağı zaman dilimi haline getirilmiştir. Şu tavsiyelerde bulunulmaktadır: “Bir kişi âşûrâ günlerinde bir fakîrin karnın doyursa cemî’ ümmet-i Muhammed’in yoksulların doyurmuşça sevap bula ve her kim âşûrâ günlerinde bir yetimin başın sığasa şefkat eliyle, Hak Teâlâ Hazreti Kemâl-i Kerem’inden eli altında ne kadar kıl var ise, adedince ol kulun derecâtını arturur.

Pes mü’min olan kişiye lâzımdır ki âşûrâ günlerinde ve gayrı günlerde fakîrleri, yetîmleri, ve garîbleri hoş tutalar. Allah içün kâdir olduklarınca hürmet ve şefkat ve riâyet ideler, rencîde ve remîde (ürkütmek, korkutmak) etmiyeler.

Zira gönül Hakk’ın evidir ve hem nazargâhıdır. Ev sâhibi evden hâlî değildir.” Muharremiyye’dekişu ifadeler ise ihtiyaç sahiplerine yardım etme konusunda Hz. Ali’nin örnekliğini gözler önüne sermektedir:

“Rivâyettir ki ol Esedullâhi’l-Gâlib Hazret-i Emîrü’l-Mü’minîn İmâm Ali ibn-i Ebî Tâlib kerremallâhu vechehû yetîmleri ve garîbleri göricek merhamet ve şefkat idüp gâyetle hoş tutardı ve riâyet etmesine işâret iderdi…” Öğrendiği dinî bilgiyi, uğruna cân fedâ edilebilecek kadar hazmedemeyen, özü (rûhu) ve sırrıyla buluşturamayan, yani zâhiri bâtınla bütünleştiremeyen kişi rûh-ı revân-ı Muhammedî’yi kavrayamamış demektir.

İnancın konusu olan ğayb görünmeyen, bilinmeyen bir âlemdir. Hz. Hüseyin kimsenin görmediği ğayba sanki görmüşçesine kesin bir inançla inandığı ve inancının gereğini yerine getirdiği için cümle mü’minlerin şâhı olmuştur.

Mü’minler Fuzûlî’nin Hadîkatü’s-Süedâ’da anlattığı üzere akrabası Müslim bin Akil’in ölüm haberini alınca; “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir.

Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” âyetini okuyan Hz. Hüseyin örneğinden yola çıkarak, îmânın bedelinin yüksek bir tasdîk olduğunu kavrayabilmektedirler. Alevî-Bektâşî algılamasında Hz. Hüseyin mü’minlerin îmânını artıran bir fenomendir. Pir Sultan Abdal yukarıdaki deyişin bir başka dörtlüğünde bugerçeğe şöyle dikkat çekmektedir:

Bâtının sultânı mü’minler şâhı,

Ğayb âleminin şems ile mâhı,

Şah Hüseyin deyü ederler âhı,

Mâtem ile zârı İmâm Hüseyin.