Ali Ekber ve güller tek tek toprağa düşüyor

Rabia, kocası Vahhab’ın yerde kanlar içinde yattığını görünce fırladı çadırından. Eşinin tam üzerine eğilmişti ki bir ok gelip saplandı sırtından. Kadın bir “Ahhh!” dedi ve yıkıldı kocasının üzerine. Kerbela’nın tek kadın şehidi başını sessizce kocasının göğsüne bıraktı. Yeni evlenmişlerdi, henüz çocukları bile yoktu. Kerbela çölünde koyun koyuna uzandılar. Abis bin Ebi Şebib, Hazreti Hüseyin’e, “Ey

PANORAMA - NEWS 07 Eylül 2019 MUHARREM AYI ÖZEL

Rabia, kocası Vahhab’ın yerde kanlar içinde yattığını görünce fırladı çadırından. Eşinin tam üzerine eğilmişti ki bir ok gelip saplandı sırtından. Kadın bir “Ahhh!” dedi ve yıkıldı kocasının üzerine.

Kerbela’nın tek kadın şehidi başını sessizce kocasının göğsüne bıraktı. Yeni evlenmişlerdi, henüz çocukları bile yoktu. Kerbela çölünde koyun koyuna uzandılar.

Abis bin Ebi Şebib, Hazreti Hüseyin’e, “Ey Ebu Abdullah! Vallahi yeryüzünde yakın veya uzak bana senden daha üstün daha sevgili bir varlık yoktur. Eğer senden zulüm ve ölümü kaldırmak için, kendimi ve kanımı feda etmekten daha üstün bir şeye malik ve kadir olsaydım, sana onu da feda ederdim. Selam olsun sana ey Ebu Abdullah! Ben şehadet ederim ki sen de doğru yoldasın, baban da doğru yoldaydı.” dedikten sonra Yezit’in ordusuna doğru saldırıya geçti.

Rebi bin Temim; “Ey halk! Bu gelen aslanların aslanı Abis bin Şebib’dir, sakın ona karşı hiçbiriniz varmasın.” dedi.

Abis, “Yok mu adama karşı çıkacak bir adam?” diye haykırdı. Ömer bin Sad, onun taşa tutulmasını emretti. Her taraftan taş yağmaya başladı. Abis, bunu görünce sırtından zırhını, başından miğferini çıkararak Kufelilerin üzerine saldırdı. İki yüzden fazla sırtlan sürüsünü önüne katıp kovaladı. Nihayet her tarafından kuşatıldı, çarpışa çarpışa şehit oldu. Güneş arz üzerinde gezinenleri yakıp kavurma telaşındaydı. Üç gündür suya hasret canlar, hele de çocuklar iyiden iyiye Kerbela toprağına belenmişlerdi. Her biri kuruyup damar damar çatlamak üzere idiler. İmam Hüseyin’in büyük oğlu Ali Ekber yerinde duramıyor, bir an evvel Kerbela meydanına atılmak istiyordu. Fakat ne zaman izin istese babası ona; “Dur, benden sonra.” diyordu.

Ali Ekber; “Baba, ben senin gözlerim önünde öldürülmene dayanamam.” diyordu. Bir aralık babasının yalnızlığına dayanamayıp yine izin istedi. Ali Ekber’in sümbül gibi saçları, lalezara benzeyen yanaklarını gölgelendirmedeydi. Huy ve yüz bakımından Ehl-i Beyt gençleri içinde Resulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) en çok benzeyendi. Peygamberi görmek istediler mi herkes ona bakardı. İmam Hüseyin onu çok sever, yanından ayırmak istemezdi. İlk gençlik çizgileri içinde güzel bir yiğitti. Kadınlar, Ali Ekber’in azmini görünce çevresine toplandılar. Bir taraftan İmam gözlerinden öpüyor, amber misali kokan gece karası saçlarını kokluyor, bir taraftan kadınlar elbiselerinin eteklerinden tutarak, önüne geçip yolunu kesiyorlardı.

Bu sırada çadırın dışından “Bir savaşçı yok mu?” diye bir ses duyuldu. Hazreti Hüseyin, kendi eliyle oğlunun başına dedesinin sarığını sardı. Abbas’ın Ukab adlı atına bindirdi, meydana yolladı ve arkasından ağlayarak baktı. Çadırda feryatlar göklere yükseldi. Ali Ekber Kerbela meydanına çıkan ilk Ehl-i Beyt delikanlısı oldu.


Ehl-i Beyt delikanlılarının taze bedenleri bir bir kızgın kumlara düşüyordu. Kerbela’nın kızgın ışıklarında parlayan keskin kılıçlarla güller kesiliyor, dallar budanıyordu. Günlerdir suyun zerresine hasret canlar, güçlükle adım atarken çöl rüzgârlarına kapılmış dal parçaları gibi sağa sola savruluyorlardı.


İmam Hüseyin; “Allah’ım! Sen şahitsin, özü, yüzü ve sözü itibariyle dedeme en çok benzeyenini meydana saldım. Peygamberi özledik mi ona bakardık.” dedi ardından. Ali Ekber, gece kadar siyah atının dizginlerine asıldı. Atının ön ayakları yerden kesildi. Sanki göklere uçuyordu. Kılıcını kınından sıyırdı. Çöl sabahının taze ışıklarında parıldadı kılıç.

“Ben Ali bin Hüseyin bin Aliyyül Mürteza’yım” diye kükreyişi, Kerbela sahrasında yankılandı. Kufelilerden biri, onu eman dilemeye davet etti. “Sen Müminlerin Emiri Yezit’in akrabası olduğun için bu akrabalığı gözetmek istiyoruz, istersen seni öldürmeyelim eman verelim.” dedi. Ali Ekber, “Resulullah Aleyhisselam ile olan akrabalık gözetilmeye daha layıktır. Kabe’nin Rabbi’ne yemin olsun ki biz, Allah’ın Resulü’ne, Şimir’den, Şebes’den ve Kufe Valisi Ubeydullah’dan daha yakın ve daha önceyiz.” diyerek adamın üzerine saldırdı. Kufe askerleri her taraftan kuşattılar onu. Kimse ona vurmaya kıyamıyordu. Ali Ekber, dedesi İmam Ali’nin adını taşıyordu. Güzeller güzeli bir yiğitti. Yüzü, gözleri, saçları, davranışları tıpkı Peygamberimizdi. Ona kalkan kılıç, sanki Resulullah’a kalkıyor gibi geliyordu herkese. Kimse onu öldürmek istemiyordu. Nice zaman sonra Mürre adında bir melun onu mızrakla yere düşürdü.

Hazreti Hüseyin yetişti. Ali Ekber’ini bağrına bastı. Gözleri gülümsüyordu. Son sözleri; “Baba, senden önce Resulullah’a kavuşacağım için gücenmedin değil mi?” oldu. Günün ilk taze ışıklarında kanlı bir üveyik gibi kanatlandı sonsuz ufuklara. İmam Hüseyin, oğlu Ali Ekber’in kanlar içindeki cansız bedenini çadırların önüne getirip kumların üzerine uzattı. Kadınlar koştular çadırlarından, kapandılar üzerine. Ali Ekber’in eşi Atike’nin çığlıkları yeri göğü inletiyordu. İmam Hüseyin; “Ali Ekber’im! Senden sonra bana dünya yoktur.” diyerek yine kızılca kıyametin içine daldı. İmam Ali’nin soylu kızları Seyyide Zeyneb ve Ümmü Gülsüm perişandı. Kerbela çölünden beter olmuşlardı. Ağızlarında bir damla tükürük bile yoktu ki boğazlarını ıslatsınlar. İkisinin de rengi solmuştu. Dilleri damakları kuruydu. Ağlamaktan kan oturmuştu gözlerine. İmam Hüseyin’in kızları çifte sultanlar Fatıma ve Sakine de onlardan farklı değildi. Suyu kurumuş pınarlar gibiydi güzel gözleri. Bir ara Hazreti Hüseyin’in yeğeni olan bir kız çocuğu “Amca, amca!” diyerek İmam Hüseyin’e doğru koştu. Halası Seyyide Zeyneb ona engel olmaya çalıştıysa da, çocuk halasından kurtulup amcası İmam Hüseyin’e doğru fırladı. O anda bir kılıç darbesi kolunu koparıp aldı. Çocuk “Halaaa” diye çadırlara doğru kanlar içinde koştu.

Zulüm bir kasırga olmuş, Kerbela’da esiyordu. Zulmün çadırını kurduğu Kerbela’da, merhamet darağacında sallanıyordu. Ve çember giderek daralıyordu. Celal Abbas’ın küçük kardeşleri Cafer ve Talib sıranın kendilerine geldiğini fark ettiler ve atlarına binip Yezit ordusunun içine daldılar. Sanki biri Hazreti Ali, diğeri Cafer Tayyar’dı. Bedir’de, Uhut’ta, Hendek’te, Hayber’de düşmanı titreten heybet burada aynıyla vuku buluyordu. Kerbela, belalı bir çöldü, aklın mantığın ve vicdanın ifl as ettiği yerdi. Burası iyiliğin ve kötülüğün yol kavşağıydı.

Cennet ve cehenneme giden yolların ayrılma noktasıydı. Seyyide Zeyneb’in iki yavrusu Avn ve Muhammed de zırhlarını giymişler, miğferlerini başlarına geçirmişler, kılıç ve kalkanlarını alıp atlarına binmişlerdi. Dedeleri kardeşti. Bir tarafl arı Hazreti Ali, diğer tarafl arı Cafer Tayyar’dı. Seyyide Zeyneb’in damla damla eridiği anlardı. Eriyip çöle damladığı anlar…

Çadır aralığından oğlu Muhammed’in sesini duyuyordu. Fırtınalı bir uğultu dönüyordu beyninde. Sanki yerler yarılıyor, gökler devriliyordu. Çektiği acı değil yüreğine, dünyaya sığacak gibi değildi. Muhammed’in atı kişnediğinde sahralar da kişniyordu. Şaha kalktığında sahralar da şaha kalkıyordu. Avn, atıyla ağabeyinin etrafında dönüyordu. Oğullarını son kez seyrettiğini biliyordu Seyyide Zeyneb.

Kalbi durdu, duracaktı. Aslında dursa daha iyi olacaktı onun için, bari evlatlarının gözlerinin önünde kıyılmasını görmezdi. Ehl-i Beyt delikanlılarının taze bedenleri bir bir kızgın kumlara düşüyordu. Kerbela’nın kızgın ışıklarında parlayan keskin kılıçlarla güller kesiliyor, dallar budanıyordu. Günlerdir suyun zerresine hasret canlar, güçlükle adım atarken çöl rüzgârlarına kapılmış dal parçaları gibi sağa sola savruluyorlardı. DEVAMI VAR…

Allah’ın Rahmetine Sonsuz Güven Hissiyle Dopdolu Yaşayanların Duası

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

Allah’ım! Yol azığım az fakat sana olan güvenim çoktur. Günahlarımın çokluğu düşününce azabının korkusundan tir tir titriyor ama ümit duygusu ufkumu sarınca içime güven ve emniyet doluyor. Günahlarım cezayı hakettirse de bana affına olan güvenim kulağıma hep affının büyüklüğünü fısıldıyor. Gafl et huzuruna gelirken hazırlık yapmamı engellese de, cömertliğini ve sürpriz lütuflarını düşününce gözlerim ümitle parlıyor.

Ey! İkramı, cömertliğine, yumuşaklığı ve affı bizim hayallerimize bile sığmayacak kadar engin olan yüce Sultanım! Ne olur, bizi, tattırmakla yüzümüzü güldürdüğün nimetlerinden tamamına erdir. Bu zavallı fakir bir kere cömert davrandıktan sonra artık ikramından kesme. Yumuşaklıkla muamele edip örttüğün günahlarımın üzerindeki örtüyü de ne olur daha kaldırma. Senin malumun olan bütün çirkin işlerimi de bağışla. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ım! Bahtına düştüm, ne olur, bana haketmiş olduğum azap edilmek ve mahrumiyete maruz bırakılmakla değil, Senin Şanın olan bağışlama ve rahmetle muamelede bulun!