Sevdi, söz verdi; karşılığı müebbet!

“Aksi ispatlanana kadar herkes masumdur” ilkesi bugünlerde en çok Türkiye’de çiğneniyorsa da maalesef tarih bunun örnekleriyle dolu. Adil yargılamanın eksikliği bazen bütün bir hayata bile mal olabiliyor. Jens Soering, o talihsizlerden biri. Bir Alman diplomatın başarılı ve gelecek vaat eden oğlu iken 18 yaşında Virgina Üniversitesi’nde okumak üzere ilk kez evinden ayrıldığında herkes gibi etkisinde

PANORAMA - NEWS 28 Nisan 2017

“Aksi ispatlanana kadar herkes masumdur” ilkesi bugünlerde en çok Türkiye’de çiğneniyorsa da maalesef tarih bunun örnekleriyle dolu. Adil yargılamanın eksikliği bazen bütün bir hayata bile mal olabiliyor. Jens Soering, o talihsizlerden biri.

Bir Alman diplomatın başarılı ve gelecek vaat eden oğlu iken 18 yaşında Virgina Üniversitesi’nde okumak üzere ilk kez evinden ayrıldığında herkes gibi etkisinde kaldığı Elisabeth Heysom yüzünden hayatının sonsuza kadar değişeceğini öngörememişti Soering. Ancak üç aylık bir yakınlaşmanın neticesi, 1985’te Haysom’ın anne ve babasının öldürülüşünü üstlenmesiyle başlayan ve yaklaşık 30 yıldır süren bir hapis hayatı oldu. Jens, bir otelde buluşacakları gece odaya gelip anne ve babasını öldürdüğünü söyleyen Elisabeth ile birlikte önce sahte kimlikler çıkarıp kaçak hayatı yaşadı, ertesi yıl Londra’da yakalandıklarında ise suçu üstlendi. Bunu, kız arkadaşına verdiği, onu koruma ve asla bırakmama ‘söz’ünü tutmak için yapmıştı.

Dünyada ilk kez naklen yayınlanıp bir ‘medya hadisesi’ haline gelen duruşmalar boyunca Haysom’ın kendini kurtarabilmek için Soering’i kesin bir dille suçlaması üzerine o da masumiyetinin kanıtlarını ortaya sürdü. Ancak bir yandan saygın bir ailenin başarılı ve çekici kızının kendi anne-babasını öldürmesi gerçeğini kabullenmek istemeyen kamuoyu, öte yandan da maktüllerin dostu olan bir hâkimin duruşmalara başkanlık etmesi ve lehine olan delillerin değerlendirilmemesi sonucu şimdi geldiği noktada Soering’in özgürlüğüne kavuşmasının hiçbir yolu kalmadı.

“Türk Babam”, “Cenin’in Kalbi” ve “Sinema Cenin”in de aralarında olduğu pek çok ödüllü belgeselin yönetmeni Marcus Vetter, bu kez Jens Soering’in hikâyesinin peşine düştü. 22. Nürnberg Türk Alman Filmleri Festivali’nden de Öngören Demokrasi ve İnsan Hakları Ödülü ile dönen belgeseli, Vetter ile konuştuk.

2008’de “Açlık” adında bir film yapıyordum. Dünyada açlık neden var; bunu anlamaya çalıştığımız bir işti. Ve bu filmde Karin’le (Steinberger) çalışıyorduk. Karin bana sürekli Jens’ten bahsediyordu çünkü onu tanıyordu ve Almanya’ya transfer edilebileceğini düşünüyordu. O esnada başka bir filmle ilgilenmeye başladık, ekonomik krizle ilgili. Onun için Amerika’ya gitmiştik. Karin dedi ki, “Amerika’dayız, hadi gidip Jens’i görelim!” Ben de kabul ettim. Bu hikâyedeki esas problem şu; Jens, politik bir sebeple hapsedilmiş değil. Gençliğinde yaptığı bir aptallıktan dolayı oradaydı ve evet, ‘aptalsın, cezanı çek’ diyebilirsiniz. Ama bu durum biraz farklı. Ve bu da tam da bir film olmasına imkân sağlıyor.

Sonunda Jens’le tanıştık. Uzun saatler boyunca konuştuk. Ben ona, Elisabeth’le buluşacakları o otel odasında, o geceyarısı Elisabeth gelip de ailesini öldürdüğünü söylediğinde olanları sordum ve aslında her şey buradan başladı. Ona bunu sordum çünkü aynı zamanda ondan bahsederken hep Elisabeth Haysom diyordu; Elisabeth ya da mektuplardaki gibi Lis değil. Çünkü eski hislerinden çok bir dava konusu olmuştu artık onun için.

Arasına mesafe koymak istiyor gibi sanki?

Evet, kesinlikle öyle. Ben Jens’te mizah gördüm, bir savaşçı gördüm, 10 kitap yazmış bir savaşçı. Onu çok sevdim gerçekten ve filmi yapmaya karar verdim. 30 yıldır hapiste olan bir insan söz konusu ve gerçekten adalet sistemi hakkında film yapmak gerekli. Amerikan adalet sistemi tümden çürümüş. Tabii öte yandan şunu da düşündüm; ben bir Alman’ım, Amerika’nın adalet sisteminden neden şikayet edeyim? Fakat şunu da düşündüm; bu insanın gerçekten dikkat çekilmeye ihtiyacı var, bunu hak ediyor.

Kurban da bir Alman ayrıca, bu da önemli miydi sizin için?

Alman olması önemli değildi. Sebep, benim bu adamı sevmem ve onun için gerçekten üzülmemdi. Jens’le görüştükten sonra hikâyeye geri döndüm ve önce aşk mektuplarına baktım; bir gecede okudum hepsini. Çok ilginç, çünkü başlangıçta, cinayet işlendiğinde ve sonrasında kaçak oldukları dönemde, o aşkı hâlâ hissedebiliyorsunuz mektuplardan. Londra’da yakalandıklarında birbirlerine yazmaya devam ediyorlar. İlk bir buçuk ay hâlâ peri masalı havasındalar. Sona geldiklerinin farkında olsalar bile hâlâ macera olarak görüyorlar bunu. Fakat 5-6 hafta sonra bu işin bittiğini fark ediyorlar. Ve aşk mektupları değişiyor. O andan itibaren herkesin kendi paçasını kurtarma derdine düştüğünü görüyorsunuz. Politik sebeple hapiste olsalardı ne olurdu diye düşündüm; bence bu aşk daha da güçlenirdi. Ama burda öyle olmadı; Jens onun suçunu üstlendi çünkü ona söz vermişti ve bir söz verdiyse tutmak zorundaydı. Sonrasında bir şeylerin yanlış olduğunu fark etse de artık hapisten çıkamayacaktı; önce Londra sonra Amerika… Dolayısıyla Elisabeth mahkum oluncaya kadar suçu üstlendi. Elisabeth mahkum olunca durumun ciddiyeti ortaya çıktı onun açısından ve o da paçasını kurtarmaya çalıştı. Jens için önemli olan şuydu; bir Alman erkeği olarak verdiği söze sadık olmak onun için çok önemliydi.

İki karakter hakkında da hiçbir şey bilmeden izlemeye başladığım filmde Soering hakkında bütün anlatımları edebiyattan beslenen ve gerçek hayatı bilmeyen, saf bir adam izlenimine kapıldım. Haysom’ın mahkemedeki hallerinde ise hep bir şeyler gizleme ve ortamı manipüle etme havası sezdim. Bir yönetmen gözüyle sizin için Elisabeth Haysom nasıl bir karakter?

Birincisi çok etkileyici ve çok karizmartik biri. Kesinlikle kafaya koyduğu, kadın-erkek herkesi etkileyebilecek biri. Ama daha sonra öğrendiğim bir şey var, filmde çok az bir kısmını gördüğünüz bir konu; Elisabeth, annesi tarafından cinsel olarak istismar edilmiş biri. Aslında bu, meselenin özüne doğrudan giden hat. O küçük kasabının insanları için cinsel istismar çok kötü bir şey. Ve bu, üst sınıf bir aileden geliyor. Ve üstelik bunu bir anne öz kızına yapıyor. Ve üstüne bu ailenin cinayet davasına bakan hâkim, bu ailenin dostu. Şimdi bu istismar çok açık bir durum ama Elisabeth’in bunu inkâr etmesini, bundan bahsetmemesini istiyorlar. O da yapıyor. Ama bugün, filmi yaptıktan sonra ben artık o kadar da emin olamıyorum hiçbir şeyden. Elisabeth’e ‘borderline’ teşhisi kondu. Ama ben onun sosyopat olduğu kanaatindeyim. Bir sosyopatı, özellikle sosyopat bir kadını teşhis etmesi çok zor. Çoğunlukla zarif görünümleri vardır, cinsel tercihleri çok çeşitli olabilir, çok rahat yalan söyleyebilirler; bir sosyopat cinayet işleyip ardından telefonda uzun uzadıya muhabbet edebilir. Bunu sadece onlar yapar, borderline biri cinayet işlese de bir hisse sahip olur.

Davaya bakan Ricky Gardner’in eski ortağı Chuck Reid, annesi tarafından çekilen fotoğraflarını görmüş Elisabeth’in; çıplak halde dua ederken, elinde Shakespeare kitabı tutarken… Anne de deli… Tuhaf bir aile.

Aslında bugünkü durum şu: Cinayet mahallinde üç farklı kan örneği var, hiçbiri Jens ile eşleşmiyor. İki örneğin DNA’sının iki farklı erkeğe ait olduğu biliniyor. Yani çok açık; bu, Jens için hazırlanmış bir kurgu. Asıl trajedi ise inceleme heyeti filmi izledi ve altı ay geçtikten sonra, iki hafta önce, Jens’in durumunda olumlu bir değişiklik olması ihitimali yine iptal oldu. Jens bütün bu süre boyunca umut doluydu ama artık hiç umut yok. Otuz yıldır hapiste, şu an 50 yaşında ve çok yakında artık vazgeçip intihara kalkışabilir ki en kritik durum bu bence.

 

Bu film, önceki işlerinizden, özellikle kurgu anlamında, daha zor gibi sizin için, gerçekten öyle miydi?

Öncelikle kurguyu bizzat yaptım. İkinci olarak politik boyut olmaması zorladı diyebilirim. Esasen uluslararası bir davayla iligili bir film yapıyorsam bunun politik bir boyutu olması lazım. Ekonomik krizle ilgili bir film yapıyorsam bunun politik boyutu vardır, açlıkla ilgili film yapıyorsam bunun da politik bir boyutu vardır. Fakat burada Amerikan adalet sistemine eleştiri getiriyorum ama ben bir Alman’ım, neden şimdi kalkıp Amerikan adalet sistemini eleştireyim? Bu onların sistemi. Kurban, Alman, diyebilirsiniz ama yani suç unsurunun da politik bir tarafı yok. Yani adi suç denen, bir cinayet davası. Sonunda şuna karar verdim; bütün bunları unut! Ben şu an politik mülteci olmayan, siyasi olmayan, öyle dünyayı kurtarmak filan gibi bir derdi olmayan bir adamla ilgili bir film yapıyorum! Sadece 18 yaşında bir âşıkmış; filmi yapma sebebim bu, bunun dışında her şeyi unuttum. Ve fakat bu daha zor yani insanlara bu derdi hissettirebilme adına. Mesela annem filmin ilk halini izledi ve “E ama yani o da ilk duyduğunda hemen polisi arasaymış, suçu üzerine almasaymış, şu durumda suçlu” dedi. Yani insanların dikkatini, o masumiyet detayına çekebilmek çok zor. Ama kurguda yapmaya çalıştığımın sonunda belki bazı insanlar bir aşk serüveni olarak izleyebilir, belki bazı insanlar bir suç hikâyesi olarak izleyebilir, kimileri ‘bu kadın yalan mı söylüyor doğru mu söylüyor’; onun peşine düşebilir yani dikkati bu şekilde ayakta tutmaya çalıştım.

ÖNE ÇIKANLAR