Rasim Öztekin kimdir? Hayat hikayesi

HABER MERKEZİ – Bir süredir zamana mühürlediğim cümlelerimi sevdiğim bir isim için yazmamıştım. Hayat böyle aktı. Olur ya bazen, öyle olması gerekir, yaşarsın. Yaşadım. Sonra Adana’dan İstanbul’a uçan uçaktan indiğimde aldığım ilk haber, Rasim Öztekin’i kaybettiğimiz oldu. Zor bir durumdan ruhumu henüz çıkaramamışken bu haberle gözümden bir damla yaş geldi. Kalbim o anda başladı bu

PANORAMA - NEWS 26 Ekim 2021 KÜLTÜR-SANAT

HABER MERKEZİ – Bir süredir zamana mühürlediğim cümlelerimi sevdiğim bir isim için yazmamıştım. Hayat böyle aktı. Olur ya bazen, öyle olması gerekir, yaşarsın. Yaşadım.

Sonra Adana’dan İstanbul’a uçan uçaktan indiğimde aldığım ilk haber, Rasim Öztekin’i kaybettiğimiz oldu. Zor bir durumdan ruhumu henüz çıkaramamışken bu haberle gözümden bir damla yaş geldi.

Kalbim o anda başladı bu biyografiyi yazmaya. Onu sahnede izleme fırsatım hiç olmadı. Önce buna üzüldüm. Sonra bir yanım kavuk teslim törenine iyi ki gittin, dedi. İyi ki yağmur çamur demedin.

Sahnede konuşurken, gülerken, şakalar yaparken gördün onu; hissettin. Şimdi o, bizden ne kadar uzağa gidebilir ki? Hiç tanımasak da evimizin ve yaşamımızın bir parçası olduğunu hissettiğimiz isimler, sanırım kalbimizde hep aynı boşluğu yaratıyor.

Yeri dolmuyor belki ama sevgisi de bir şekilde hiç bitmiyor. Bu biyografi, işte tüm bu hissedişlerin ve bir kalbi buluşmanın ürünü.

Vedalara dayanmıyor kalbim Rasim Abi, onun için sana “Merhaba!”

ÇOCUKLUĞU VE EĞİTİM HAYATI 

Rasim,  14 Ocak 1959’da, İstanbul’da Şükran ve Atilla Fazlı Öztekin çiftinin çocukları olarak dünyaya geldi. Oldukça modern ve çağdaş bir aile ortamında büyüdü. Evde her şey demokrasi ile işliyordu.

Ailesi, Rasim’i her kararında destekliyor ve hep yanında oluyordu. Belki de bu sayede Türk tiyatrosu doğal bir yetenek, özel bir oyuncu kazandı…

Lise eğitimini Galatasaray Lisesi’nde alan Rasim, belki de ilk şanslı adımlarını burada attı. O zaman farkında değildi, ama yıllar sonra ortaoyunun sembolü olan kavuğu kendisine teslim edecek olan ustası Ferhan Şensoy, buradan tanıdığı bir ağabeyiydi. Yıllar sonra eşi Esra Kazancıbaşı’na verdiği röportajda, “Bana göre gerçek hayatta da ağabeyimdir,” diyecekti.

Bunun da yanında okuduğu liseye vefasını, güzel düşüncelerini bir ömür taşıyacaktı. Yine bir başka röportajında Galatasaray Lisesi’ni şöyle anlatıyordu:

“Galatasaray Lisesi sadece bir lise değildir. Galatasaray Lisesi aynı zamanda çok önemli bir kurumdur. Yaşamda ayakta kalmayı öğretir. Nasıl kalınacağını öğretir ve orada aldığın eğitimin yanı sıra seni çok ufak yaştan itibaren hayata hazırlar. Galatasaray Lisesi’nin hayatımdaki en önemli anlamı budur.

İkincisi ise Galatasaray Lisesi dayanışması vardır. Hayatın boyunca kendini yalnız hissetmezsin. Mutlaka yanında birileri vardır. Sıkıştığın zaman yanında olacağını bildiğin arkadaşların vardır. Onun için Galatasaray Lisesi aslında bir lise değil bambaşka çok büyük bir kavramdır.”

Üniversitede ise gazetecilik bölümünü tercih etti, ancak kendisine uygun olmadığını anlaması çok uzun sürmedi. Aslında uygunluktan ziyade bir karar vermesi gerekiyordu.

Eğitimini yarıda kesti. Kendisinin de yıllar sonra açıklayacağı gibi, aslında o gazetecilik yapmıyordu. Çünkü gazetecilik okurken bir yandan da tiyatroyla ilgileniyordu. Hatta okula başladığında tanınan profesyonel bir oyuncuydu. Gazetecilik yapmayı isteseydi bile tiyatronun buna izin vermeyeceğini anlamıştı.

Oyunculuğu düşündüğünden de fazla sevmişti, okul bittiğinde oyunculuğu bırakıp gazeteciliğe başlamak çok da mantıklı gelmiyordu. Geriye sadece lise sıralarında hiç de planlamadan başlayan tiyatro serüvenin hayatını şekillendirmesine izin vermek kalmıştı.

Tabii tek sebep böylesine duygusal bir yaklaşım değildi. O nedenlerden biri de eski yöntemlerin öğretilmesini bir türlü kabullenememesiydi. Bir röportajında kendisine yöneltilen soruda “Biliyor musunuz, hâlâ öyle,” diyen röportörü şöyle yanıtlıyordu Rasim:

“Yapma yav… Okulun en önemli dersi stenografiydi. Hocaya diyorum ki: “Yeni bir şey icat etti Japonlar. Düğmeye basıyorsunuz, o sesi kaydediyor. Sonra da siz onu dinliyorsunuz.” Sürekli beni dersten kovuyordu. Herif de haklı, stenografi kalksa adam aç kalacak. Her yıl aynı ders vardı. Fotoğrafçılık dersi vardı, her derste karanlık odaya sadece 2 kişi girebiliyordu. Bütün yıl o odaya girmeyi beklerdik. Ben hiç beceremedim girmeyi. Allah’tan karanlık odaya kalmadık. Hâlâ o ders vardır.

Bizim zamanımızda da bilgisayara geçilmişti. Dijital baskı vardı ama biz son teknik olarak web ofset baskıyı okuyorduk.”

Son nokta ise yaşadığı kovulmalar oldu. Rasim, bir gazetede yazılar yazmaya başlamıştı. Yönetim değişince onu kovdular. Pek takılmadı, sonra bir başka gazetede yazmaya başladı. Ancak orada da yönetim değiştiğinde yine ilk kovulan o oldu. Bu konuyu da şöyle anlatıyordu:

“… Benim en taktığımsa, gelen yönetim ilk icraat olarak beni kovuyor. “Rasim mi? Hemen hemen atın onu” diyor. O ana kadar gazetenin kötü gidişatından ben sorumluymuşum gibi ilk ben kovuluyorum. İkinci kovulayım bari! Sonra ben de bıraktım gazeteciliği. Madem her şeyin sebebi benim, ben de basın kendini toparlasın diye bıraktım. (Gülüyor.)”

İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun Rasim’e kattığı bir güzellik de vardı aslında, ama henüz bunu bilmiyordu…

TİYATRO İLE İLK TANIŞMA 

Rasim, lisede tiyatro kolunu seçmişti. Aslında bu konuda bir iddiası yoktu. Tiyatro kolu başkanı olmuştu, ama gözü sahnede hiç değildi. Arkadaşlarına, siz oynarsınız ben de okulun idari işlerini sürdürürüm, diyordu.

Bir gün 72. Koğuş oyunun oynanmasına karar verildi. Karar verilmişti verilmesine de bir türlü oyuncu kadrosu tamam olamıyordu. Sonunda Rasim, Berbat rolünü oynamaya mecbur kaldı. “Ondan sonra da derler ya kulis tozu yutma, o tozu yuttuk,” diyordu.

Sahnenin tozunu bir kez yutan Rasim bu işi sevmişti. Sahnede gözü yoktu, ama hem yavaş yavaş hem de aniden onun bir parçası oluvermişti. O deli kan damarlarında dolaşmaya başlamıştı bir kere.

1977 yılında Kadıköy Halk Eğitim, İstanbul Akademik Sanatçılar Topluluğu ve ardından Nöbetçi Tiyatro’da sürdürdüğü amatör tiyatro çalışmalarının peşini profesyonel çalışmalar izledi.

1980 yılında Ferhan Şensoy’un Ortaoyuncular Topluluğu’na katılarak profesyonelliğe ilk adımını attı. İşte Şensoy ile ağabeylik kardeşlik ilişkisi şimdi pekişmeye başlayacaktı.

1992 yılına kadar “Şahları da Vururlar, Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı, İçinden Tramvay Geçen Şarkı, İstanbul’u Satıyorum” gibi önemli oyunlarda rol aldı.

RASİM ÖZTEKİN EVLENDİ 

Rasim Öztekin iki kez evlendi. İlk evliliğini Zeynep Aslıhan İsbay ile yaptı.

Çiftin 1987 yılında Pelin adını verdikleri bir kız çocukları dünyaya geldi. Pelin Öztekin de babasının izinden giderek oyuncu oldu.

İkinci evliliğini ise 2005’te Esra Kazancıbaşı ile yapan Öztekin, bir röportajda tanışma hikâyelerini şöyle anlatıyordu:

“Üniversite döneminden tanışıyoruz. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek okulundaydık. O dönem tanışıklığımız sadece selamlaştığımız bir arkadaşlıktan ibaretti. İleriki yıllarda Esra gazeteci oldu, aynı ortamlarda fazla bulunmaya başladık. Esra Show TV’de çalıştığı sırada konuk ihtiyacı olmuştu. Benimle görüştü ve ben de onu tavladım.”

İşte üniversitenin hayatına yıllar sonra kattığı o güzellik eşiydi. Öztekin çifti birlikte en çok gezmeyi, yeni yerler keşfetmeyi seviyorlardı. Hayatı paylaşmaktan keyif alıyorlardı. Ev içinde yardımcı olmak diye bir şey yoktu, onun adı paylaşmaktı. Rasim’in paylaşmayı en çok sevdiği şeyse yaptığı yemeklerdi.

Esra Hanım yemek yapmaktan pek hoşlanmazken Rasim mutfakta dinlendiğini hissediyordu. Biri yemek yemeyi, diğeri ise yaptıklarının yenmesini seviyordu. Onlarınki her anlamda dengeli bir buluşmaydı. Yemekler de çok lezzetliydi hani. Birbirlerinin özgür alanlarına da müdahale etmiyorlardı. Birlikte en büyük hayalleri ise yılın on iki ayı gezmekti…

SİNEMA VE TELEVİZYONDA RASİM ÖZTEKİN 

90’lı yıllara gelindiğinde Rasim Öztekin’in kamera ile olan yolculuğu başladı. 1992-1995 yılları arasında Nükhet Duru ve Demet Akbağ ile Müzikomedi, Hülya Avşar ve Demet Akbağ ile birlikte de Mega Show adlı televizyon programlarını yaptı.

1994 yılında Gani Müjde ve Yılmaz Erdoğan’ın kaleme aldığı 2071’de Türkiye adlı müzikali sahneledi.

1995 yılında da Ortaoyuncularla birlikte Aptallara Güzel Gelen Televizyon Dizileri, Çok Tuhaf Soruşturma ve Fişne Bahçesi gibi birçok projede yer aldı. Rasim Öztekin, 90’lı yıllarda mizah söz konusu olduğunda her yerdeydi. Hele ustası Ferhan Şensoy varsa orada Rasim de vardı.

Köşedönücü, Biraz Düş Biraz Gülüş, Eğrisiyle Doğrusuyla, Bir Yaz Gecesi Eğlencesi, Boş Gezen ve Kalfası, Başka İstanbul Yok ve Yeni Hayat adlı televizyon dizilerinde rol alan ve her rolüyle sevilen Öztekin, kuşkusuz en çok Seksenler dizisindeki “Fehmi Baba” karakteriyle hafızalara kazındı.

Televizyon karşısında seyrederken tüm samimiyetiyle ruhumuza sirayet eden Fehmi Baba, evimizin içindeki babaydı sanki. Onu işte öyle sevdik.

Televizyon dizilerinin yanı sıra sinema filmlerinde de ilgi çeken isimlerden biriydi. Bir Günlük Aşk Hikayesi, 72. Koğuş, Arabesk, Tersine Dünya, Passion Du Turca, Pardon, Şans Kapıyı Kırınca, Mandıra Filozofu, Baba Parası gibi pek çok film için kamera karşısına geçen Öztekin, özellikle “Bob Marley Faruk” ve “Muzo” karakterleriyle unutulmazlar arasına yazıldı.

G.O.R.A’da hayat verdiği Bob Marley Faruk karakterinin Arif Işık karakterine verdiği öğüt hafızlardaki yerini aldı:

“Fazla dikkat çekiyorsun, yapma!”

Bir diğer çok sevilen “Muzo” karakterini canlandırıken ise ustası Ferhan Şensoy ile kamera karşısındaydı. Pardon adlı filmde Muzo karakterine hayat veren Öztekin’in burada hafızalara kazınan repliği ise şu oldu:

“Sigaramız diye genel bir durum yok.”

Öztekin, sadece kamera karşısında yer almadı. Yönetmenlik ve yanı sıra TRT için metin yazarlığı, bir dönem de Akşam Gazetesi’nde köşe yazarlığı yaptı. Hatta son dönemlerde Youtube için içerik de üretiyordu.

Sanat yaşamı boyunca Erol Günaydın, Münir Özkul, Ferhan Şensoy, Tuncel Kurtiz, Zeliha Berksoy gibi çok değerli isimlerle karşılıklı oynama fırsatı yakalamıştı. Tabii keşkeleri de vardı. Onları da bir röportajında şöyle anlatıyordu:

“O kadar çok ki bizim Türk tiyatro, sinema camiasında keşke karşılıklı oynasaydım dediğim; mesela Gazanfer Özcan var. Yine sinemada Sadri Alışık vardır. Keşke bu isimlerle karşılıklı oynayabilseydim. Daha bir sürü isim var aslında, ama bu oyuncularla maalesef bir arada olamadım…”

Rasim, mesleğinin her şeyden önce disiplin gerektirdiğine inanırdı. Ustalarından böyle görmüştü. Sette lakaytlık ve geç kalmaya hiç tahammülü yoktu. Ayrıca tiyatro, sinema ve dizi oyunculuğunun üç ayrı oyunculuk şekli olduğunu düşünüyordu. Her ne kadar farklı olsalar da hepsinin temeli tiyatroya dayanıyordu. “Oradan eğitilerek gelmen lazım, tiyatrodan eğitilmeden gelenlerin oyunculuğunun çok süreceğine inanmıyorum,” diyordu.

Ve şöyle devam ediyordu konuşmasına:

“Oyuncunun tiyatronun tedrisatından mutlaka geçmesi gerekiyor. Ancak ondan sonra yani epey tiyatro yaptıktan sonra oyuncu olmaya başlıyorsun. Dolayısıyla ilk başta tiyatrodur ötekiler yan sanayidir. Tiyatronun yan sanayileridir.”

Elbette kariyeri ödüllerle de taçlandı. 1988’de Altan Erbulak Ödülleri’nde En İyi Oyuncu Ödülü’ne layık görülen Öztekin, 1995’te İsmail Dümbüllü Ödülleri’nde Yılın En Başarılı Oyuncusu, 2003 Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nde komedi ve müzikal dalında En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, 2010’da Ayaklı Gazete Yılın En İyi Yardımcı Erkek Oyuncusu Ödülü’nü alırken, 2011 yılında da Yılın Nasrettin Hocası seçildi.

SAHNEDE HASTALANDI 

Lisede bir öğrenciyken öylesine başlayan sahne yolculuğu yıllarca sürmüştü. Hiç hesapta yokken kalbinde büyüttüğü tiyatro aşkı, içinde bambaşka bir yer edinmişti.

Öyle ki hastalık bile onu gelip sahnede buldu. Öztekin’in sağlığı bozulmaya başladığının sinyallerini 2004’te kalp yetmezliği tanısı konduğunda vermeye başlamıştı.

2009 yılının Ocak ayında ise Boş Gezen ve Kalfası adlı oyunda oynuyordu. İşte günlerden bir gün bu oyun sırasında sahnede kalbinden rahatsızlandı. Yirmi günü yoğun bakımda geçen iki buçuk aylık bir hastane süreci geçirdi.

Kalp pili takılan Öztekin’in yaşamı bundan böyle sağlık koşulları çevresine gelişecekti. Bir röportajında kendisine bundan sonra değişenler üzerine yöneltilen soruyu şöyle yanıtlamıştı:

“Çok şeyler değişti… Bir kere kendimi ekonomik kullanmaya karar verdim. Her şeye deli gibi koşturmamaya karar verdim. Artı yaşamdaki size yıllarca parazit olmuş sizi sülük gibi emen insanlardan kurtulmaya karar verdim. Çünkü hep kanını emmişler, size hiçbir şey vermemişler. O bakımdan güzel bir silkeleniş oldu hastalık. Hastalık aslında çaresi olduğu zaman kafanızı toparlamaya yarıyor ve siz de faydalanabilirseniz iyi tarafları da var. Dersler çıkartıyorsunuz. O yaşam derslerini de çıkarttım. Tıbbi olarak ya da fiziksel olarak yıpratmışlığı vardır ama zihinsel olarak hastalık bana iyi geldi.”

Başlangıçta kalp yetmezliği, KOAH ve şeker gibi kronik hastalıklarına rağmen aktif olarak çalışmalarını sürdüren Öztekin, 2020’de Koronavirüs sebebiyle başlayan pandemi sürecinde mesleğinden de uzak kalacaktı.

Bu süreçte eşine verdiği röportajda kendisini “kronik hastalıklar koleksiyoneri” olarak tanımlıyordu. Kronik hastalıklarından söz ederek, “Koronavirüsün en sevdiği hastalıklar. Dolayısıyla virüse karşı kendimi korumam, bunun için de sokağa çıkmamam gerekiyor. Sağlık Bakanı ‘Bu iş bitmiştir’ diyene kadar ben evdeyim,” diyordu…

Bir başka röportajında ise “Her şeyin başı sağlık,” diyor ve şöyle devam ediyordu:

“Sağlık yerinde olduktan sonra arkadan her şey gelir. Onun için kendimize iyi bakalım. Geçen gün bir araba için 3 saat serviste bekledim ve yanımda olan arkadaşlara dedim ki ‘’Hasta olsak 3 saat hastanede sırada beklemeyiz.’’ Kendimiz daha çok önemliyiz. Sağılığımıza dikkat edelim, önem verelim ve en önemlisi en ufak bir sorun bile olsa doktora gidelim.”

BEŞİNCİ KAVUKLU RASİM ÖZTEKİN 

Ustası Dördüncü Kavuklu Ferhan Şensoy, Kel Hasan’dan bu yana Türk tiyatrosunun sembolü olan kavuğu 2016 yılında Rasim Öztekin’e devretti.

Öztekin, hem gururlu hem de dünyanın en mutlu insanıydı. Ancak bir yandan da hüzünlüydü, çünkü sağlığının ne kadarına izin vereceğini kestiremiyordu. Aslında vermeyecekti de…

Halbuki kavuğu teslim aldıktan sonra verdiği bir röportajda, “Şimdi neler yapacaksınız?” sorusunu şöyle yanıtlıyordu:

“Kavuktan sonra bir sorumluluk geldi bana. Bu sorumluluğu daha değişik bir hale getirmek istiyorum. Şimdi Ayvalık Belediyesi’yle beraber Rasim Öztekin Tiyatro Atölyesi kuruyoruz. Oranın civarındaki gençlerle tiyatro yapmaya çalışacağız. Kriterimiz 18 yaşından büyük olması. Belki yazar ve oyuncu çıkar. Kavuk beni tembellikten kurtardı.”

Evet, kavuk ona iyi gelmiş, dediği gibi tembellikten de kurtarmıştı. Ama çok değil üç ay sonra doktoru sahneye çıkmasını yasakladı. Yani beşinci kavuklu Rasim Öztekin, kavuğuyla sahneye hiç çıkamadı…

Eşine verdiği röportajda bu süreci şöyle anlatıyordu:

“Geleneksel Türk Tiyatrosu’na yıllarını vermiş bir tiyatrocu olarak kavuk çok önemli bir ödül, çok önemli bir nişan. Kavuklu olmak büyük bir onur, büyük bir gurur. Ferhan Şensoy’dan kavuğu devraldığımda da kalp pilim vardı Ama canlı performans yapmaya özlemim büyüktü. Kavukla birlikte kalp rahatsızlığım nedeniyle ara verdiğim tiyatroya kaldığım yerden devam etmek istiyordum. Pil ve tedaviler kalbimi epey toparlamıştı çünkü. Ancak kavuğu aldığım yaz bir aritmi problemi yaşadım. Kalp yetersizliğinin yanına bir de aritmi problemi eklendi. Aritmi heyecandan, yorgunluktan, stresten tetiklenen bir şey. Dolayısıyla doktorlarım bana canlı performansı yasakladılar.”

2018 yılında geçirdiği bir operasyonla kalp pili değişti ve kendini yenilenmiş gibi hissediyordu:

“Geçmiş olsun mesajları için çok çok teşekkürler. Benimki var olan pili değiştirmekti yani mazot aldım yola devam. Allah çaresiz hastalık vermesin. Çaresiz hastalığı olanlara Allah’tan şifa diliyorum”

Ve yıl 2020’ye geldiğinde kavuğu devretmeye karar verdiğini açıkladı. “Çok vaktim yok, üstümde kalmasın. Kavuğu sahneye çıkan birine vermem lazım,” diyordu. Altıncı kavuklu Şevket Çoruh oldu.

(Rasim Öztekin, kavuğu Şevket Çoruh’a teslim ederken.)

KARAR VE SONRASI 

Öztekin, kavuğu devretme kararını bir televizyon programında açıkladığında eşi Esra Hanım çok şaşkındı. Eşiyle yaptığı röportajın giriş paragrafında şöyle diyordu:

“Babıali ruhu iliklerine işlemiş bir gazeteci olarak haber atlamanın dayanılmaz sızısını yüreğimde hissettim.”

Çünkü haberin kaynağı yanı başındaydı, ama o Korona ile ilgili haberlerle o kadar meşguldü ki eşiyle “Karantina günleri ve sağlık” üzerine bir söyleşi yapmak hiç aklıma gelmemişti. Şöyle devam ediyordu anlatmaya:

“Oysa, gazeteci kimliğimden sıyrılıp eşi olarak düşündüğümde, tiyatroya özlemini ve Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun simgesi kavuk hakkındaki duygularını, düşüncelerini bazen gece yarılarına kadar süren sohbetlerimizden öylesine iyi biliyorum ki! Dile kolay, tiyatroyla geçen yaklaşık yarım asır! Amatör yıllarını da saydığımızda Rasim Öztekin’in tiyatro geçmişi 45 yıl öncesine dayanıyor. Yıllardır alkışlarla yaşayan biri için tiyatrodan uzak kalmak son derece zor.  Tiyatro sahnesinde bakışlarla anlaşıp tuluat sanatından muhteşem örneklerle Ses Tiyatrosu’ndan Beyoğlu sokaklarına kahkahaların yayılmasına neden olan Rasim Öztekin ve ustası Ferhan Şensoy’u gönlüm yeniden birlikte görmeyi istiyor. Ama hayatın bir de acı gerçekleri var. Kronik hastalıklar bazen kişileri çok sevdikleri mesleklerinden, hobilerinden ayırabiliyor. Hayat sahnesi böyle inişli çıkışlı bir zemine sahip ne yazık ki! Önemli olan insanın yaşama tutunacağı, içindeki sanat ve yaşam enerjisini kanalize edebileceği başka alanlara yönelmesi. Yaşamın getirdiği sürprizler içinde güzellikleri görebilmesi…”

İşte o röportajda Öztekin, kavukla hiç sahneye çıkamamış olmanın kendisinde yarattığı boşluğu şöyle anlattı:

“Kavuğun yeni sahibi olarak canlı performans yani tiyatro yapamamak bende acayip bir duygusal boşluk yarattı. Yani bu kelimelerle tanımlayabileceğim bir duygu değil. Verdiğim bazı röportajlarda durumu anlatmama rağmen olayın bu yönü tamamen es geçildi. ‘Kavuğu kime verecek?’, ‘Kavuğu şuna mı versin, buna mı versin?’ gibi konunun tamamen magazinsel tarafı hep ön plana çıktı ama aslında kavuğu aldıktan sonra resmen kalp tarafından mağdur oldum. Dolayısıyla canlı performans yapamadım. Bu içimde bir ukdedir. Şimdi diyorlar ki ‘Ama sen dizi, film yapıyorsun!’ Evet, Allah’tan onları yapabiliyorum da mesleğimi ve oyunculuğumu devam ettirebiliyorum. Tiyatro; dizi ve sinema çekimi ile aynı şey değil ki! Tiyatroda sahnede iki saat ciddi bir performans sergiliyorsun. Sahnede olmadığın zaman da kuliste koşturuyorsun. Çünkü o sırada da kostüm değiştiriyorsun. Sahne önündeki ve sahne arkasındaki iki saatlik koşturma, canlı performans benim kalbim için yorucu ve riskli bir şey. Artı bir de canlı performansın heyecanı var. Zaten o heyecanı fazlasıyla yaşayan bir insanım ben.  O heyecan olmadığı zaman tiyatro yapılmaz. Dolayısıyla bunlar diziyle sinemanın canlı performanstan ayrıldığı yerler. Aslına baktığın zaman sinema ve dizide de beğendiğim her projeye balıklama dalmıyorum.”

İçindeki bir başka ukde de Nuri Bilge Ceylan’ın film teklifini kabul edememekti. Filmin kar altında çekileceğini öğrendiğinde senaryoya bile bakamadı. Sağlığım buna müsaade etmez, diyerek iznini istemişti.

Kendisini yormayacak projelerde yer almaya çalışıyor, böylece mesleğinden de tam anlamda uzak kalmamış oluyordu. İçinde ukde kalan şeyler vardı, evet ama yapamadıklarına üzülmekten çok yapabildiklerine odaklanmayı seçmişti.

Nihayetinde hastalığının tedavisi olması da bir şanstı. Belki tiyatro yapamıyordu, ama mümkün olan sinema ve dizilerde oynayabiliyordu. Bu, onun en büyük avuntusuydu. “Kendi halime ve tüm bunlara şükrediyorum. Çünkü çaresiz hastalığa yakalanmış bir sürü insan var,” diyordu.

Elinde olanlara şükrediyordu, evet ve onu en çok sevindiren şeylerden biri de Seksenler dizisinde oynuyor olmaktı. Pandemiyle birlikte dizilere ara verilmişti ama o seti özlemek bile güzeldi onun için.

Röportajda, “Şimdiye kadar bir sürü dizide çalıştım. Herkesle o sırada arkadaş,  samimi olursun ama dizi bitince böyle bir ilişki devam etmez. İşte o yüzden Seksenler’deki arkadaşlık çok başka.

Korona belasını bir atlatalım, inşallah başlayacağız,” diyordu.

Güzel ilişkiler kurmak demişken, yer aldığı projelere bakıldığında genç kuşakla da çok iyi bir iletişim içindeydi. Genç oyuncularla kurduğu arkadaşlığı, onlardan çok şey öğrendiğini vurgulayarak şöyle özetliyordu:

“Projelerde genç oyuncularla birlikte olmaktan keyif alıyorum. ‘Sen hocasın senden öğreniyorlar’ diyorlar evet tabii ki mutlaka benden bir şeyler öğreniyorlar ama ben de gençlerden çok şey öğreniyorum. Dolayısıyla buna ‘karşılıklı bir kültür alışverişi’ diyebiliriz. Gençlerden en azından günümüzün trendini öğrenebiliyorum. Seksenli yıllardaki oyunculukla bugünkü oyunculuk arasında dağlar kadar fark var. Ben 80’li yıllardaki Oscar almış bir filmi seyrederken sıkıntıdan ölüyorum. Dolayısıyla yeni nesli de takip etmek lazım.”

KAVUK TESLİM TÖRENİNDEN: BEN EN MAĞDUR KAVUKLUYUM 

Dün gece (20 Eylül) Türk tiyatrosu için yaşanan çok özel bir anın şahitlerinden birisiydim. Beşinci Kavuklu Rasim Öztekin, kavuğu Altıncı Kavuklu Şevket Çoruh’a kah duygu yüklü kah kahkahaların yükseldiği bir törenle devretti.

Gözlerimizi dolduran bu gururlu anı size de kelimelerle resmetmek istedim.

İşte kavuk teslim töreninde yaşananların izleri…

Dün gece sonbaharın en keskin başlangıcının da ilk günüydü. Hepimiz indi inecek yağmura aldırmadan oradaydık. Belli ki bu anı kaçırmak istemiyorduk. Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi’ni, pandemi tedbirleri kapsamında koltuklara birer boşluklu oturarak doldurduk. Bir süre sonra panolardan Rasim Öztekin ve Şevket Çoruh’un kavuk tesliminin kararını anlattığı küçük bir belgesel yayınlandı. Alkışlar daha belgeseli izlerken coşkuyla başlamıştı.

Usta oyuncu Rasim Öztekin, bir yerde şöyle diyordu anlatımında:

“Kavuk bendeyken hiç alkış almadı. Zaten onun için teslim ediyorum.”

Öztekin, kavuğu ustası Dördüncü Kavuklu Ferhan Şensoy’dan teslim aldıktan üç ay sonra bir kalp rahatsızlığı yaşayınca doktoru İzzet Bey (İzzet Celal Erdinler), canlı performans yapmasını yasaklamıştı. Hal böyle olunca Öztekin, hiç kavukla sahne alamadı.

Belgeselin ardından Hakan Bilgin’in sunumuyla usta oyuncu sahneye davet edildi.

Sevgili Beşinci Kavuklu Rasim Öztekin sahneye çıktığında seyircisi, onu ayakta dakikalarca alkışladı. Ne müthiş bir andı; gözlerinizi bir anlığına kapatıp düşleyerek hissedin isterim.

Alkışlar dinerken Öztekin’in söylediği ilk şey şuydu:

“Ben ve kavuk, uzun zamandır hasret kaldık bu alkışlara. Ben en mağdur kavukluyum…”

Kavuk, diğer kavuklularda 20 yılı aşkın süre kalmışken, en kısa süreyle Öztekin’de kaldı. Kavuğun hiç alkış almamış olmasını içine sindiremeyen usta oyuncu, dört yıl gibi bir sürenin ardından kavuğu devretmek için Şevket Çoruh’u düşünmüştü.

Ferhan Şensoy’u arayıp fikrini belirten Öztekin, ustasından da aldığı onayla Çoruh’u aradı. Sonrası yine duygu seli bir an. Öztekin şöyle anlatıyordu:

“Şevket beş gün uyuyamamış, iki gün ağlamış…”

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü’nde gerçekleşmesi planlanan tören, pandemi sebebiyle ertelendi ve nihayet bugüne dek Ses Tiyatrosu’nda yapılan bu tören, Harbiye’ye taşındı. Her şey Öztekin’in eşinin “Ses Tiyatrosu şart mı, açık havada yapalım,” fikriyle başladı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu da, kavuğun İstanbul’dan çıktığını ve bunun İstanbul’un işi olduğunu vurgulayarak töreni üstleneceklerini söyledi. Biz tiyatroseverlere de bu anın tadını çıkarmak kaldı.

Öztekin’in konuşmasından aldığım notları da aktarmak istiyorum. Gerçekten çok güzel bir konuşmaydı. Kavuk teslim töreninin Harbiye Açıkhava Sahnesi’ne taşınmasıyla ciddi bir aşama kaydettiğini vurgulayan Öztekin, gelirin bağışlanması kararını da açıklayarak konuşmasına şöyle devam etti:

“Sanatın ve ülkenin geleceği için çağdaş beyinlere ihtiyaç var. Onun için bu geçenin gelirini Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne bağışlamaya karar verdik. (Büyük alkışlar) Kavuğun önemi bir usta çırak, bir liyakat ilişkisi. Bizler ustalarımızdan göre göre çırak olduk, sonra ustalaştık. Eğitim almam şart değildi, ben ustalarımdan eğitimi onları seyrederek aldım. Birçoğu da yukarıdan seyrediyor. Erol Günaydın şuradan, (alkışlar) Tuncel Kurtiz şuradan, (alkışlar) Savaş Dinçel şuradan (alkışlar) bakıyor. Münir Abi (Özkul) de oradan. (Alkışlar ve Öztekin’in nemli gözleri, titreyen sesi…)”

Alkışlarla bir arada süren konuşmasını şöyle sürdürdü usta oyuncu:

“Onlardan eğitim aldım. Asıl eğitim kulisteydi. Baka baka, göre göre öğrendim. Ustam Ferhan Şensoy sağlık nedeniyle gelemedi. Ben onlardan kulis öğrendim. Bence kulis terbiyesi sahneden çok daha önemli. Hayata nasıl davrandığını belirliyor.”

Ardından Altıncı Kavuklu’yu sahneye bizzat davet etti:

“Epeydir seyirci görmeyince fazla konuştum. (alkışlar ve gülüşler) Şimdi huzurlarınızda Türk tiyatrosu için güzel şeyler yapan ve bundan sonra da yapacağını umduğum bir oyuncu kardeşimi, Altıncı Kavuklu Şevket Çoruh’u davet ediyorum.”

Sonrası yine büyük alkışlar ve özenli bir devir. En başından beri kavuk, cam kabın içinde özenle bekliyordu. Öztekin, kavuğu çıkardı. Çoruh’un başına geçirdi. Sonrasında bir mizansen yaşandı. (Bu görüntülere sosyal medyada sıkça rastlayacağınızı söyleyebilirim.)

Çoruh, ustasının eline uzandı; öpmek için. Öztekin herkesin maske taktığını, pandemide olduğumuzu ve öpüşülmeyeceğini anlatırken çok tatlıydı. Madalyonun hangi yüzünden baktığımıza göre değişiyor sanırım. “Ah!” diyebilirsiniz; “Pandemi yüzünden kavuk teslim töreninde bir sarılamadılar bile.” Ancak bir başka yandan da tarihe özel bir anı olarak geçti bu an. Ben sanırım bu yönden bakmaya karar verdim ve duygularım da coştu böylece.

Tabii Çoruh da bir konuşma yaptı. Onun da konuşması çok güzeldi gerçekten. Ama titreyen sesine, yaşadığı duygunun yoğunluğunu seyre öyle dalmıştım ki, çok detaylı notlar alamadım. Ancak güldürerek başladığını söyleyebilirim. Şöyle demişti sahneye çıkar çıkmaz:

“Rasim Abi, bu güzel sözlerinden sonra sanırım kavuğu bana vermekten vazgeçti diyordum.”

Çoruh, heyecanlanacağına emin olduğu için konuşmasını yazmıştı. Birkaç cümlesi şöyleydi:

“Türkiye böyle bir dönem yaşarken ne yapacağını bilemedim. Çok sevinsem ayıp olur. Ağlasam olmaz. Bilemedim. En önemlisi iki büyük ustam hayatta, Ferhan Şensoy ve Rasim Öztekin…”

Cümle cümle aktaramıyorum, ama daha sonra geleneksel Türk tiyatrosunun geçmişten bugüne geçtiği yollardan bahsetti. Ustalarının yeri geldiğinde ek işler yapmak zorunda kalışlarına da dikkat çeken Çoruh, “Pandemi dönemi böyle devam ederse bizden simit almayı unutmayın!” diye seslendi.
Konuşmasını şöyle sonlandırdı:

“Beni yetiştiren tüm ustalara çok teşekkür ediyorum hakkınızı helal edin. Kavuğu, tüm tiyatro emekçileri adına kabul ediyorum; başımın üstünde yeri var. Başka bir meslektaşıma devredene kadar son sözüm: Hak dostum hak!”

Konuşmasını başladığı gibi bitiren Çoruh’un ardından törende bulunamayan Ferhan Şensoy ve Ekrem İmamoğlu’nun kaydettikleri videoları izledik.

Şensoy şöyle diyordu:

“Yolumuz çok dikenli Şevket. Olsun, sen dikenleri yolarsın. Bu gece asıl cennette kutlanıyor bu tören; Kel Hasan, İsmail Dümbüllü, Münir Özkul ile.”

Ekrem İmamoğlu ise tebrik ve teşekkür ederek şöyle dedi:

“İstanbul olarak Türk tiyatrosunu desteklemeye devam edeceğiz.”

Tören sona ererken usta oyuncu Öztekin, sahnenin tadına yeniden varmış olmanın huzuruyla devam etti ve doktoruna seslenerek hepimizi yine güldürdü:

“Canlı performans hoşuma gitti İzzet bey, hâlâ konuşuyorum ve ölmedim.”

Öztekin, bu kez seyircisiyle birlikte gülüyordu. Umarım bu cümledeki sesi şimdi kulaklarınıza ulaşıyordur. Ardından sahne “Baba Sahne”ye kaldı. Şevket Çoruh ve Murat Akkoyunlu, “Bir Baba Hamlet” oyunlarına başladı.

Altıncı Kavuklu Şevket Çoruh, kavuğuyla ilk oyununu oynadı. Beşinci Kavuklu Rasim Öztekin, kavuğun dört yıl aradan sonra aldığı alkışa mutluydu ve gururla sonlandı gece.

Canım Rasim Öztekin, tadımlık da olsa muhteşemdin. Dilerim her şey yolunda gider ve biz yine seni coşkuyla alkışlarız.

Sevgili Şevket Çoruh, dilerim kavukla mis gibi coşkulu alkışların olsun.

Sevgimle…

ANILARI , KİTAP YAZMA VE YEMEK PROGRAMI YAPMA ZAMANLARI 

Öztekin, televizyon için ilk kez kamera karşısına geçtiği zamanlarda yarışma programları sunuyordu. Bunlardan biri de Teledüldül’dü. Bir röportajı sırasında kendisine hatırlatılan bu program üzerinden Öztekin anılarını paylaşmaya başlamıştı.

Onlardan biri şuydu:

“Anadolu’ya gidince çok çarpıcı şeyler oluyordu. Anadolu’dakiler saftı, olduğu gibilerdi. O yüzden muhteşem hikâyeler kendiliğinden oluşuyordu. Köylerde yarışma yapıyoruz, bir sürü hediye dağıtıyoruz ama en revaçtaki hediye merdaneli plastik bir çamaşır makinesi. Orada daha pahalı buzdolabı var ama yüzüne bakmıyor kimse. Meğerse onunla çamaşır yıkamıyorlarmış, yayık ayran ve tereyağı yapıyorlarmış! (Gülüyor.)”

Ardından “Bir tane daha var,” diyerek ikincisini anlatmaya başlıyordu:

“Bilecik’teyiz, çekim yapacağız. Belediye arabasından 3 kişi sürekli yanıma gelip “Abi gel arabamızda rakı ikram edelim” diye tutturdular. Çekim var, içemem. 10 dakikada bir geliyorlar falan. Neyse, çekime başladık, artık sonlara doğru kameranın arkasında da bu 3’ünü izliyorum. Aynı İtalyan komedi filmi gibi, biri sağa koşuyor, diğeri sola koşuyor, sonra birbirlerine dönüp “Bilmiyorum” der gibi ellerini açıyorlar. Bir de sarhoşlar… İyice meraklandım. Çekim bitti, gittim birinin yanına “Noldu?” dedim. (Sarhoş taklidiyle.) “Abi sorma, arabayı kaybettik bulamıyoruz” dedi. Arabayı nereye koyduklarını unutmuşlar! (Gülüyoruz.) Çok komik tiplerdi.”

Öyle çok anı biriktirmişti ki bunları her seferinde yazmaya niyetleniyor, sonra da kendi kendine “Manyak mıyım, Türkiye’de kitap okunmuyor ki!” diye bir hatırlatmada bulunuyordu. Hep vazgeçiyordu, ancak bir yandan da röportajın ucuna şöyle iliştirmişti:

“Eninde sonunda belki olur ama benim kitaplığımı süsleyecek bir şey olur.”

Kitaplığını süsleyen bir tane yazdı mı, bilinmez, ama ömrü paylaşmaya yetmeyecekti…

Kitap planlarının yanında bir de yemek programı yapma gibi bir düşüncesi, hatta belki de doğru sözcükle “isteği” vardı. Yemek yapmaya duyduğu sevgiyi şöyle anlatıyordu:

“Yemek olayı benim için gerçekten keyifli bir şey. Terapi gibi. Setten yorgun argın geliyorum eve, yemek yapıyorum. Eşim “Bırak yorgunsun” diyor, ben de “Yok, ben o sırada dinleniyorum” diyorum. Yemesinden de keyif alıyorum. Yemek benim için karın doyurmadan öte. Yemek benim için bir karnaval, seremoni. Allah aratmasın o ayrı bir şey ama tadını sevmediğim bir şeyi aç da olsam yemem. O da benim şımarıklığım yani.”

Yemek programı konusunda idolü Gerard Depardieu idi. Onun gibi Avrupa’yı gezdiği bir yemek programı yapmayı hayal ediyordu. Gezerek yeme fikri onu cezbediyordu ve şöyle diyordu:

“Eninde sonunda da yapacağım. Ancak Gérard Depardieu sadece yiyici olarak o programda bulunuyor. Yanında şef var, o anlatıyor. En sevdiğim yemek programıysa İki Obur İtalyan. Onlara bayılıyorum yav, hastasıyım. Amacım tam onlarınki gibi program yapmak.”

Aslında bunu İlker Ayrık’la birlikte bir proje hâline de getirdiler. O proje muhtemelen hâlâ öylece duruyor. Bu proje için hayali ise onu Erol Günaydın ile gerçekleştirebilmekti…

RASİM ÖZTEKİN ÖLDÜ 

Anılardan, hayallerden bahsederken insanın ense köküne sızı bırakan bir başlık oldu bu şimdi.

Sesi, yer yer ciddiyeti, en çok gülüşü nasıl da kazınmış hafızamıza. Evet, Rasim Öztekin, 8 Mart’ta geçirdiği kalp krizinin ardından akşam saatlerinde yoğun bakım tedavisindeyken hayata veda etti. 62 yaşındaydı.

10 Mart’ta Ses Tiyatarosu’nda düzenlenen törenden sonra saat 15.00’da, Zincirlikuyu Mezarlığı Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.

Sağlık sorunları nedeniyle törene katılamayan Ferhan Şensoy’un mektubunu kızı Derya gözyaşları içinde okudu. Mektupta şöyle diyordu:

“Kavuğumu ona devrettim. Orta oyuncularda çok başarılı bir dönem yaşadı. Kimi rahatsızlıklarından ötürü sahneyi bıraktı, kavuğu Şevket Çoruh’a devretti. Günü geldi uçtu gitti gökyüzüne. Kavuklu fotoğrafı asılı durur Ses 1985’te. Bir gün ben de uçup geleceğim gökyüzüne.”

Acı haber gelmeden önce kızı Pelin ise sosyal medyadan şu mesajı paylaşmıştı:

“Çoook seviliyorsun Babiş. Biran önce iyileş, iyileş ki senin için her an hazırız diyen binlerce insanı gör. Daha yaşanacak çok an, gezilecek çok yer, gidilecek çok maç, keşfedeceğimiz çok tat var. Hepsi bizi, biz seni bekliyoruz. Seni çoook seviyorum.”

Eşi Esra Hanım ise uzunca mesajının sonunda şöyle demişti:

“… sesimi duyduğunu biliyorum koca yürekli adam… Aşkım. Rasim’im… Havalar güzelleşiyor, Ege’nin zeytin ağaçları, mavi koyları bizi bekliyor. Hadi çabuk toparlan.”

Ama toparlanamadı. Her şey bir anda olmuştu. Öztekin, kalp krizi geçirmeden yirmi dakika önce Seksenler dizisinin yapımcısı Birol Güven’e şu mesajı atmıştı:

“Günaydın Patron. Umarım iyisindir. Pazar günü için güzel bir şiir gönderiyorum biraz nostalji… ”Seksenler”de de kullanılabilir.”

Gönderdiği şiir, İbrahim Sadri’nin “Kuş Hatırları” şiiriydi ve bir kısmı şöyle:

“Benim çocukluğumda soframıza kuşlar konar
Rüyalarımıza melekler uğrardı.
Kapımızdan yoğurtçu
Bahçemizden ishakkuşu
Kalbimizden yeni çıkan şarkılar geçerdi.

Kışın bir sobamız olurdu
Sobanın yanında kedimiz
Kedinin önünde yün yumağı
Bir Hayat Bilgisi fotoğrafı gibiydik.

…”

Birol Güven, Öztekin’in ölüm haberinin ardından şunları söyledi:

“Rasim Öztekin sadece ölünce değil, yaşarken de arkasından iyi konuşulan çok özel bir insandı. Ülkemizin ortak bir değeriydi. Benim için de ailecek çok yakın görüştüğüm, çocuklarımın elinde büyüdüğü bir dosttu. İyi günde kötü günde hep yanımdaydı. Onunla çok özel projelerimiz vardı. Projelerimiz ne bir dizi, ne de bir filmdi. Projemiz çalışmamaktı. Bundan sonra çalışmayıp, gezecektik. Gidilecek bir restoran listesi vardı elimizde. Hiçbirini gerçekleştiremedik. Mekanı cennet olsun.”

Öztekin’in bu ani gidişi ailesini, hayranlarını, sanat ve siyaset dünyasını yasa boğdu.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, komedyen Cem Yılmaz gibi pek çok isim başsağlığı dileklerini paylaştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Öztekin’in kızı Pelin’i bizzat arayarak taziyede bulundu.

Güldüren, güldürürken düşündüren, oyunculuğu ile göz dolduran, ustalığını kanıtlarken babalığıyla da kalbimizi kazanan, Türk tiyatrosunun Beşinci Kavuklusu, bir Rasim Öztekin geçti bu dünyadan…

İyi ki…