Asar: Türkçe benim çocukluğumun ve gençliğimin dili

Asar: Türkçe benim çocukluğumun ve gençliğimin dili

DUİSBURG – Almanya’nın Duisburg kentinde yaşayan yazar, şair, çevirmen Mevlüt Asar ile göç edebiyatının 60 yıllık tarihi hakkında bir söyleşi yaptık. Söyleşi de Mevlüt Asar, “Göçmen edebiyatçılar ve göç üzerine yapılan edebiyatın tarihi, göç kadar eski, yani 60 yıllık bir tarihe ve birikime sahip” dedi. Asar, ’’Türkçe benim anadilim. Yani çocukluğumun, ilk gençliğimin dili. İlk

FATİH ÇİMEN 04 Nisan 2021 GÜNDEM

DUİSBURG – Almanya’nın Duisburg kentinde yaşayan yazar, şair, çevirmen Mevlüt Asar ile göç edebiyatının 60 yıllık tarihi hakkında bir söyleşi yaptık.

Söyleşi de Mevlüt Asar, “Göçmen edebiyatçılar ve göç üzerine yapılan edebiyatın tarihi, göç kadar eski, yani 60 yıllık bir tarihe ve birikime sahip” dedi.

Asar, ’’Türkçe benim anadilim. Yani çocukluğumun, ilk gençliğimin dili. İlk orta ve yüksek öğrenimimi Türkçe yaptım.  İlk tanıdığım edebiyat Türk edebiyatı oldu, ilk şiirlerimi Türkçe yazdım.

Yazar, şair, çevirmen Mevlüt Asar ve gazeteci Fatih Çimen

Almanya’da göçün 60. yılına girdik. Bu zaman içerisinde ortaya çıkan edebiyata genellikle “Göç Edebiyatı” deniyor. Size göre “Göç Edebiyatı” nedir?

Ülkelerini terk edip farklı bir coğrafyada ve kültürde yaşamak zorunda kalan insanlar hem kültürel bir kopuş hem de yabancı bir kültürle karşı karşıya kalma olgusunu birlikte yaşarlar. Bu durum tek tek bireyler için bir çok alanda mağduriyet yaşamak, aynı zamanda yeni bir kültür ve dil ile ayakta kalma mücadelesi anlamına gelir. Göçmenlik süreci uzadıkça veya kalıcılık eğilimi arttıkça etnik gruplar kendi kültürel altyapılarını (subkültür) oluşturmaya ve bu alt yapıya dayalı kültürel ürünler vermeye başlarlar. Doğal olarak bu yeni-kültürde /dilde üretilen edebi ürünlerin farklı söylemleri, hatta farklı bir “dili” olacaktır.

Birinci kuşak yazarlarımız göçü nasıl gözlemledi, nasıl yazdılar? Bu yazarlar arasına ön plana çıkanlar kimlerdir?

İlk göçmen-yazar kuşağın başlıca temsilcileri olarak: Fethi Savaşçı, Bekir Yıldız, Aras Ören, Güney Dal, Emine Sevgi Özdamar, Şinasi Dikmen, Habib Bektaş, Nevzat Üstün, Nursel Duruel, Özgen Ergin, Gönül Özgül, Saliha Scheinhardt ve Yüksel Pazarkaya’yı sayabiliriz.

Bu yazarların göçe bakış açıları, gözlem alanları ve bunu edebi olarak kağıda döküşleri farklı. Her yazarın toplumsal konumuna, bilgi ve bilinç düzeyine göre değişiyor. Aynı toplumu farkı bir şekilde algılayıp yorumluyorlar. Ancak genel ya da ortak bazı izlenimler de yok değil. Anadolu insanın fabrika işçiliğine ayak uyduramayışı, Almanlarla olan farklılıklardan doğan çatışmalar, komik olaylar, kaçak işçi olmanın ve işsiz kalmanın yarattığı sorunlar, izinler, geri dönenler gibi…

İkinci kuşak yazarlar, bu süreçteki yeri nedir? Birinci ve üçüncü kuşak yazarlardan onları ayıran farklar nelerdir?

İkinci kuşak yazarlar ve şairlerin temsilcisi olarak, Murat Karaaslan, Ertunç Barın, Şakir Bilgin, Halit Ünal, Sami Sülük, Molla Demirel, Metin Gür, Ali Özenç Çağlar,  Mevlüt Asar, Muammer Bilge, Şinasi Dikmen gibi isimleri zikredebiliriz.  Bu kuşakta yazın dili ağırlıklı olarak Türkçe iken, benim gibi her iki dilde yazanlar ya da Şinasi Dikmen gibi Almanca yazanlar da vardır. Bu kuşağının yapıtlarında senin de söylediğin gibi daha çok iki kültür ve kimlik arasında kalmanın sıkıntıları, çelişkileri öne çıkar. “Acı vatan” kavramı yerini “ikinci vatan” kavramına bırakır. Aslında senin de söylediğin gibi, edebiyat araştırmacıları ve sosyal bilimciler  bu kuşağı “iki kültür arasında kalmış” bir kuşak olarak betimlerler.

Üçüncü kuşak yazarlara‚ ’’göçmen yazarlar” mı yoksa “göçmen kökenli” yazarlar mı demeliyiz? Almanca yazan bu kuşak yazarlar daha çok hangi konuları işliyorlar?

Yeni kuşak yazar ve şairler için göç ya da sürgün, ailelerinin Almanya’ya geliş nedenidir. İki kültür arasında kalmanın sancılarını yaşasalar bile Türkiye, onlar için yaz tatillerinde görülen bir ülke olmaktan öteye gidemeyecektir. Dolaysıyla yurt dışına ekonomik veya siyasi nedenlerle çıkmış edebiyatçıların eserlerinde yer alan ve ülkeye duyulan tutku ve özlem onların eserlerinde farklı bir yer alıyor.

Üçüncü kuşak bence bir “kimlik” sorunundan çok bir “aidiyet” sorunu yaşıyor. Bu sorunun kaynağı aslında Almanya’da her zaman var olan “ayrımcılık” ve son yıllarda giderek yükselen “ırkçılık”tır.  Bu kuşağı temsil edenler, kendilerini “Alman” hissetmeseler de bu topluma ait “yeni tip bir Alman” olarak görüyor ve bunun çoğunluk toplumu tarafından kabul edilmesini istiyor.

Göçün Alman Edebiyatına yansıması nasıl oldu? Alman toplumunda göç edebiyatının karşılığı var mı? Buna bir kaç örnek verebilir misiniz?

Almanya’nın ekonomik, kültürel ve sosyal hayatında önemli gelişme ve değişimlere yol açan yabancı işçi göçünün edebiyat ve sanat alanında aynı etkiyi ya da yankıyı maalesef pek bulamamıştır.

Bu konudaki ilk edebi eserler, daha çok çocuk ve gençlik edebiyatı yapan yazarlar tarafından yazılmıştır. Bu eserler daha çok günlük ve okul yaşamında göçmen çocukların yaşadıkları sorunları dile getirmiştir.

Göçmen işçilerin dünyasını ve yaşamını ilk yazanlar, Max von der Grün gibi kendileri de işçi kökenli olan yazarlar olmuştu. Bir edebiyat eseri olmaktan çok bir tür belgesel olan ve yabancılar konusunda en çok ses getiren kitap, aslında bir gazeteci olan Günter Wallraff”ın „En Alttakiler“ kitabı olmuştur.

Göçmen edebiyatçılar ne tür sorunlar yaşıyorlar?

Genel olarak Avrupa’da, özel olarak Almanya’da yaşayan yazarlar, ister Türkçe, Kürtçe ya da Almanca yazsınlar bir takım engeller ve zorluklarla karşı karşıyadır. Bu sorunların en başında hem burada hem de Türkiye’de kendilerini kabul ettirme, yazdıklarını yayınlatma ve okuyucuya ulaşma zorluğu gelmektedir.

Çünkü her iki ülkede de bir görmezden gelinme, küçümsenme söz konusudur. Bunları aşabilmek için çok iyi ürünler vermek ve yılmadan mücadele etmek gerekmektedir. Bunun dışında bu yazarların yapıtlarını değerlendirecek, objektif bir şekilde eleştirecek bir altyapı ya da kurumsallaşma da yoktur. Böyle olunca yapılan edebiyatın kalitesinin yükselmesi zorlaşmaktadır.

Yazar, şair, çevirmen Mevlüt Asar

 Sizin Almanca eserleriniz de var, fakat daha çok Türkçe yani anadiliniz de yazıyorsunuz. Neden?

Ben Almancayı, 25 yaşımdan sonra, yabancı dil olarak öğrendim ve çevirmenlik diploması aldım. Oysa Türkçe benim anadilim. Yani çocukluğumun, ilk gençliğimin dili. İlk orta ve yüksek öğrenimimi Türkçe yaptım.  İlk tanıdığım edebiyat Türk edebiyatı oldu, ilk şiirlerimi Türkçe yazdım. Yani Türkçe benin kendimi daha güçlü ve birikimli hissettiğim bir dil. O nedenle daha çok Türkçe yazıyorum.

Buna karşılık Türkiye’deki yaşadığımdan daha çok Almanya’da yaşadım ve çalıştım. O nedenle Almanca benim anadilim olmasa bile ikinci dilim. O nedenle Almanca yazmayı, Almancadan çeviriler yapmayı da seviyorum. Bir insanın iki dilli olması hem çok güzel hem de mesleki, sosyal-kültürel hayatı için önemli bir zenginlik.

Bu nedenele Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerin çocuklarını iki dilli olarak yetiştirmeye çalışması gerekir. Bu çocukların geleceklerine yapılacak en büyük yatırımdır…

 Yazmaya yetenekli ve istekli genç yazar adaylarına neler önerirsiniz?

 Şairliğin ya da yazarlığın okulu yok derler, kanımca bu doğru bir saptamadır. Bu doğuştan gelen yeteneğin önemini vurgular. Ancak yazar ya da şair olmak için hiç bir şey bilmek ya da öğrenmek gerekmediği anlamına da kesinlikle gelmez. Ortalama bir şair ya da yazar olabilmek için bile bir çok şeyi öğrenmek şarttır.

Bir genç şairin her şeyden önce şiir yazdığı dili ve o dilin şiir birikimini çok iyi bilmesi gerekir. Dile  hakim olmayan, kendi ülkesinin şiirini, şiir kaynaklarını ve az da olsa dünya şiirini tanımayanlar, şiire özgün ya da yeni bir şey katamazlar.

Şiir diğer edebiyat türlerine göre daha  titiz ve yoğun bir çalışma gerektiren bir türdür. Bir kuyumcu gibi sabırlı olmak gerekir. Aceleye gelmiş, aklın ve şiir sanatının süzgecinden geçmemiş şiirler kalıcı değildir. Saman alevi gibi parlar ve sönerler.

Sizi bir Ayvalık’ta, bir Duisburg’ta görüyoruz. Size daha çok ilham kaynağı olan yer neresi?

Haklısın özellikle 2014’te öğretmenlikten emekli olduktan sonra, bir ayağım Duisburg, bir ayağım Ayvalık’ta. Duisburg’da bulamadıklarımı Ayvalık’ta, Ayvalık’ta bulamadıklarımı ise Duisburg’da buluyorum. Her iki şehirde de kendimi “memleketim” de hissediyorum.

Her iki şehir bana farklı konularda, farklı yönlerde ilham veriyor. Aradan belli bir zaman geçince Duisburg’da isem Ayvalık’ı, Ayvalık’taysam Duisburg’u özlüyorum. Aslında iki dilli, iki kültürlü olan bir insanın iki memleketi, iki şehri olması çok doğal…