Yaşanmış Hadiselerle Ruhun Varlığı

1) Rahip Bertrand ve Şair Goethe Ruh ve Madde Dergisinde şöyle bir vak'a anlatılır: 'İngiliz protestan rahibi L.J. Bertrand, İsviçre'ye, yüksek dağları ziyaret etmek isteyen bir çocuk grubunu götürmüştü. Lucerne civarında iki de rehber alarak dağa tırmanmaya başladılar. Kayalıkları tırmandıktan sonra 'Buzullar' mıntıkasına vardıklarında rahip kendini yorgun hissetti.

EKREM ERDEM 11 Şubat 2024 BLOG

Çocukları rehberlere emanet ve onlara takip edecekleri yolu da tarif ederek başka bir yere ayrılmamalarını tembihledi. Çocuklar ayrıldıktan sonra dinlenmek üzere düzlük bir yere oturdu. Fakat az sonra, derin bir uyku üzerine çöktü. Birden, uyandığını sandı. Yavaş yavaş şuuru avdet ediyordu. Fakat dehşetle artık kendi vücudunda olmadığını anladı. Şuuru bir balon gibi bu vücudun üzerinde dalgalanmaktaydı. Uyumuş hareketsiz vücudunu bir heykel gibi seyrediyordu. Kolunu bacağını oynatmak için gösterdiği bütün gayretler boşuna idi, yerdeki vücut kendine yabancı gibi duruyordu.

Bir kaç dakikalık telaş ve korkudan sonra bu yeni halinin hiç de fena bir durum olmadığını fark etti. Kendini çok hafif, yorgunluktan ve her türlü acıdan ve fiziki bağdan uzak hissediyordu. Birkaç tecrübe ona gayret sarfetmeksizin hareket edebileceğini gösterdi. Dik yamaçlar boyunca uçuyor ve buzlu dağ havasında bir kuş gibi yükseliyor, göz açıp kapayıncaya kadar istediği yere gidiyordu.

Bu ona bir fikir verdi:

Acaba çocuklar ne yapıyorlardı? Bunu düşünür düşünmez kendini onların arasında buldu. Ve hayretle kendi tarif ettiği yoldan gitmemiş olduklarını gördü. Boş yere onların dikkatini çekmeğe çalıştığı halde kimse kendisini görmedi. Hatta bir ara yemek molası veren gruptakilerin kendine ait yiyecekleri de afiyetle midelerine indirdiklerini seyretti. Onların etrafında uzun zaman kalarak söylediklerine, hareketlerine dikkat etti, sonra da hâla derin bir uykuda olan vücudunun yanına döndü.

O zaman Lucerne’deki otelde karısının ne yaptığını görmek aklına geldi. Otelin antresini, garsonları, kalabalığı gördü. Bir otomobil geldi ve içinden karısı indi. Yanında dört başka şahıs vardı. Onların dikkatini çekmeğe çalıştı; fakat evvelki teşebbüsü gibi bunda da muvaffak olamadı. Ancak onların otomobilden indiklerini, karısının bavulları nasıl yerleştirdiğini, sonra karısının nasıl çay içtiğini gördü.

Fakat birden bir rahatsızlık hissetti. Lucerne’deki manzara kayboldu ve kendini vücudunun yanında buldu. Yol arkadaşları gelmişler ve onu donarak öldü zannetmişlerdi. Fakat rehberler kalbini dinleyerek attığını görmüşler, şimdi onu kendine getirmeğe çalışıyorlardı. Hadiseden daha sonra haberdar olan karısı da meseleye akıl erdiremedi. Çünkü gerek çocuk grubu, gerek karısına ait geçen olayları en ufak teferruata varıncaya kadar doğruydu.’

İnsanın dedublesi, cesed bir yerde dursa dahi, hayâtî bütün fonksiyonlarıyla beraber sayısız denebilecek kadar çok yerde bulunabilir. Bunun, ‘Zübdet’ül Hakayik’ isimli eserde yüzlerce misali vardır. İslam tasavvufu adeta bu tür misallerin cümbüş yeridir.

Batıda tecrübe, ilimde bir esas halindedir. Onlar denemediği şeye inanmazlar. Batılı, ‘Ruh var mı, yok mu?’ bunu ya laboratuara getirmek ister veya en azından medyumun eliyle, ağzıyla, gözüyle kulağıyla bunu ispatlamaya çalışır. Onun içindir ki, batıda dünya çapında pek çok medyum yetişmiştir. Ancak, batıda da meselenin müşahidleri sadece medyumlardan ibaret değildir.

Goethe bir Alman şairidir. Başından şöyle bir hadise geçmiştir. ‘Yağmurlu bir akşam arkadaşı K…. ile Weimar’da, Belvedere’de geziniyordu. Sanki karşısında bir hayal görmüş gibi birdenbire durdu ve yüksek sesle bağırarak şunları söyledi:

‘Ya Rabbi ! Eğer dostum Frederic’in bu anda Frakfurt’da bulunduğundan iyice emin olmasaydım bunun o olduğuna yemin ederdim.’ Bunu müteakip de dehşetli bir kahkaha salıverdi. ‘Ama bu ta kendisi… Dostum Frederic.. Sen burada Weimar’dasın ha?.. Fakat Allah aşkına nasıl oldu da benim geceliklerimi, takkemi, terliklerimi giyip böyle koca bir caddenin ortasına çıktın?..’ Goethe’nin gördüklerinden hiçbirisini görmeyen ve bundan hiç bir şey anlamayan K…. şairin birden bire delirdiğini zannederek ürktü. Fakat yalnız kendi gördükleriyle meşgul olan Goethe elini uzatarak bağırdı:

‘Frederic… nereye gittin. Ya Rabbim?.. Azizim K… şimdi rastgeldiğimiz adam nereye gitti, görmediniz mi?’ Şaşıran K… hiçbir cevap veremiyordu. Şair başını iki tarafa çevirerek dalgın bir tavırla bağırıyordu: ‘Evet anlıyorum. Bu bir görüntüden ibarettir. Fakat bunun mânâsı ne olabilir? Acaba dostum ani olarak öldü mü? Acaba bu onun ruhu mudur?’

Goethe evine geldi ve Frederic’i evde buldu. Saçları dimdik olmuştu. Bir ölü gibi sararmış halde geri çekildi. Ve ‘Hayalet devam ediyor’ diye bağırdı. Dostu cevap verdi. ‘Fakat azizim, insan sadık dostunu böyle mi karşılar?’ Goethe hem ağlayıp hem gülerek: ‘Ah bu defaki bir ruh değil, et ve kemikten yapılmış bir varlık’ diye bağırdı. Ve iki dost kucaklaştılar.

Hadise şöyle olmuştu: Frederic, Goethe’nin evine gelmiş fakat yağmurdan ıslanmış olduğundan elbiselerini çıkarıp şairin geceliklerini, takkesini ve terliklerini giymişti. Bu halde iken koltuğa uzanıp uyumuştu. O da rüyasında Goethe’yi görmüştü ve Goethe ona şunları söylemişti: ‘Sen Weimar’dasın ha? Benim geceliklerimle.. takkemle, terliklerimle koca caddenin ortasına nasıl çıktın?’

2) Astral Bedeni Müşahede

‘Ruh ve Kâinat’ da yine şöyle bir hadise nakledilir. Bu hadise Dr. Burgess tarafından dostu Dr. Hodgson’a yazılan mektupla anlatılmıştır. Mektupta şöyle denmektedir:

‘Eşim 1902 senesi Mayıs ayının 23. Cuma günü saat 11:45’de ölmüştü. O gün öğleden sonra saat dörtte hasta ağırlaşmış ve bütün ümitler kesilmişti. Ben ölmekte olan hastanın yanında oturmuş elimle sağ elini tutuyordum. Saat 6:45’de odanın eşiği üzerinde ve havada paralel vaziyette duran, birbirinden ayrı üç küçük bulut gördüm. Boyları takriben dörder kadem uzunluğunda, hacimleri (oylumları) ise 6-8 parmak kadardı. Bu sırada ne odada, ne de dışarıda koridorda kimse yoktu. Bulutlar ağır ağır yatağa yaklaşıyorlardı. Biraz sonra yatağı tamamıyla sardılar. O anda hastanın yanında ve ayakta takriben üç kadem boyunda bir kadın şekli belirdi. Bu şekil saydamdı ve altın renginde parlak bir ziya neşrediyordu. Görünüşü fevkalade ihtişamlı idi. Üzerinde, eski Yunan tarzında, kolları geniş ve uzun bir elbise bulunuyordu. Başında bir çelenk taşıyordu. Ellerini eşimin başına uzatmış olduğu halde ayakta duruyordu. Bir misafiri sevinçle fakat aynı zamanda ciddiyetle karşılayan bir hali vardı. Etrafında kısmen görülebilen diğer bazı şekiller de dalgalanmakta idi.

Eşimin üzerinde de düz durumda uzanmış, çıplak beyaz bir şekil belirmişti. Bu şekil, ölmekte olan hastanın sol gözüne bir kordonla bağlanmış bulunuyordu. Bu, onun astral bedeni idi. Asılı gibi duran bu şekil bazan tamamıyla hareketsiz kalıyor, bazan da büzülerek 15 pusa kadar iniyordu. Şeklin bütün organları tam ve mükemmeldi. (Astral) bedenin her büzülüşünde şiddetli bir kurtuluş mücadelesi başlıyor ve bu sırada fizik bedende çırpınmalar görülüyordu. Sükunete kavuşunca Astral beden de tekrar eski halini alıyordu.

Eşimin son beş saatlik hayatı sırasında beni sersemleten bu vizyonu kesintisiz olarak gördüm. Bu vizyon, ancak gözlerimi kapadığım veya başka tarafa baktığım zaman kayboluyordu; fakat gözlerimi tekrar yatağa çevirdiğim zaman aynı vizyonu yine görüyordum. Bütün bu zaman içinde başımda kol ve bacaklarımda acaip bir ağırlık duyuyordum. Ve sanki uyuklar gibi gözlerimin kapandığını hissediyordum. Nihayet meş’um an geldi. Son bir titremeden sonra hastanın nefesi kesildi. Bu sırada astral bedenin kendisini kurtarmak için gayretini arttırdığını gördüm.

Son nefes ve çabalama ile birlikte astral bedeni fizik bedene bağlayan kordon koptu ve derhal astral beden diğer ruhi varlıklar ve bulutlarla birlikte kayboldu. O andan itibaren hissettiğim ağırlık da üzerimden kalktı.’

3) Ölüm Ânındaki Müşahedeler

Madam Florance Marryant anlatıyor: ‘Dostlarımın arasında medyumluk melekeleri üstün olan yüksek sosyeteye mensub genç bir bayan tanırım ki, bu kabiliyetini ancak birkaç yakını bilmektedir. Kendisi, bir sene evvel 20 yaşında, bulunan plöreziden hasta kızkardeşini kaybetmiş bulunuyordu. Edith (medyumun ismi) bu sırada bir dakika bile kızkardeşinin başı ucundan ayrılmamıştı. Duru görü (Clairvoyance) (Clairvoyance; başkalarının görmediği, gözle görülmeyen şeyleri görme kudreti) halinde ruhun bedenden yavaş yavaş ayrıldığını görmüştü.

Anlattığına göre zavallı hasta, hayatının son günü, son derece hassas, geveze ve heyecanlı bir hal almıştı. Sırt üstü yatağa uzanmış mütemadiyen anlaşılmayan sözler ve cümleler söylüyordu. Edith bu esnada, akıcı bir bulut şeklinde, hafif dumana benzeyen bir şeyin, hastanın başı ucunda toplanmakta olduğunu gördü.

Bulut yavaş yavaş yoğunlaşarak hastanın şeklini aldı. Rengi müstesna, her hususta tamamiyle kız kardeşine benziyor ve hastanın biraz üstünde, yüzü yere çevrilmiş olarak, havada dalgalanıyordu. Akşama doğru hasta sakinleşmeye başladı. Güneş battığı sıralarda hasta artık tamamiyle bitkin bir hal almış, son dakikalarını yaşıyordu.

Edith, o an titreyerek kızkardeşine baktı. Yüzü morarmış, bakışları bulanmıştı. Buna mukabil üst kısımdaki hayal, bu sırada, bedenden kendisini kurtararak tamamiyle teşekkül etmiş ve canlılık kazanmıştı. Hasta, hareketsiz ve şuursuz bir halde, yatağında serili yatarken üstünde dalgalanan hayal fluoresan ışığına benzeyen parlak kordonlarla onun kalbine, beynine ve hayati organlarına bağlı canlı bir hal almıştı.

Nihayet mühim an geldi; hayal hareket etmeğe başladı. Bu hareket hafif olmakla beraber, vücutta canlılık doğuruyordu. Edith, bu esnada, bu meraklı sahneyi seyre dalmıştı. Bu sırada, parlak iki şekil daha belirdi. Bunlar, büyük annesi ile büyük babası idi. Bu evde ölmüşlerdi. Her ikisi de, cesetten ayrı duran hayale doğru yaklaştılar. Onu şefkatle kucakladılar. O da, başını büyükbabasının omuzu üzerine bıraktı. Hastanın nefesi kesilinceye kadar bu halde kaldılar ve sonra hayal, kendisini cesede bağlayan parlak bağları kopararak ötekilerin kucaklarında, hep birlikte pencereden uçup gittiler.’

Madam Joe Suell anlatıyor: ’20 sene devam eden hasta bakıcılığım sırasında, bir çok ölüm vak’alarında, ölenlerin başları ucunda bulundum. Ölümü müteakip daima insan şeklinde ruhi bir varlık, cesedin üzerinde yükseliyor ve sonra gözden kayboluyordu.’

Anlattığı vak’alardan birini aşağıda aktarıyoruz: ‘Maggie’nin annesi, ağır hasta olan kız kardeşinin yanına gitmiş ve yokluğu sırasında kızının yanında kalmamı benden rica etmişti. Kızı üç gün sonra, birdenbire ağırlaştı ve doktor yetişmeden kollarımın arasında son nefesini verdi. Bir ölümle ilk defa karşılaşıyordum. Kalbin durmasını müteakip, su buharına benzeyen bir şeyin cesetten ayrıldığını gördüm. Vücuttan çıkan bu buhar, yavaş yavaş yükselerek kendisine benzer şekilde yoğunlaşıyordu. Hatları evvela belirgin değilken, sonra yavaş yavaş beyaz sedef elbiseli bir insan şeklini aldı. Yüzü değişmemiş, ancak parlak bir şekil almıştı ve artık ızdıraplı çırpınmanın hatlarını taşımıyordu.’

Meşhur medyumlardan A.J.Davis bir kadının vefatı esnasındaki müşahadelerini şöyle naklediyor: ‘Kadında canın çıkışı sırasında bedenin beyin kısmında vukua gelen ve her an artmakta olan kuvvetli bir yoğunlaşma beliriyordu. Yoğunlaşan bu şey, çırpınmalar azaldıkça ve vücuttaki sarılık arttıkça parlak ve ziya saçan bir hal alıyordu. Can çekişme sırasında görülen bu çırpınışların çekilen acı ile herhangi bir alakası olmayıp, ruh tarafından hissedilmezler. Bunlar tamamiyle organik olan bir takım hareketlerdir. Ölüm anı yaklaştıkça bedenin organları, boşalan torbalar gibi birer birer yatağa seriliyor, buna karşılık hastadan ayrı olarak, ruhî bir bedenin teşekkülü tamamlanıyordu. Can çekişen hastadan ilk kurtulan, ruhî bedenin baş kısmı oldu ve yavaş yavaş diğer kısımları da ayrılarak tam ruhi bir beden olarak kadının başı ucunda ayakta durdu. Bu iki vücudu birbirine, göbeklerinden, hayat bağı dediğimiz, parlak bir kordon bağlı. Bu kordon kopunca bir parçası cesette kaldı. Herhalde cesedin derhal bozulmasına mani olan budur. Kadının ruhi bedeni serbestliğe yavaş yavaş alıştı ve birdenbire ne yapacağını kestirmiş gibi harekete geçerek evden çıktı. ‘

Dr. F.A.Kraft anlatıyor: ‘Birinci Dünya savaşında hudutta çarpışan bir nefer 1920 yılında hastahanede ölmüştü. Son nefesini vermeden iki dakika kadar evvel şöyle bağırıyordu: ‘Hanri, Şarl, demek sizler oradasınız… Artık, etrafa hep birlikte tırpan atarız. Ben iki seneden beri hastayım… ah… evet bekleyin..’

Ölenler, hemen bütün hallerde kendilerinden evvel ölmüş olan akraba ve arkadaşlarını görürler ve onlara isimleriyle seslenirler.

4) Allah Rasûlü’nün ‘Ebherim Koptu’ Dediği Ân

Bu konuda ilgi çekici bir başka vaka ise şudur: ‘Amerika iç harbi kalıntılarından, uyanık ve serbest fikirli eski bir savaşçı, yatağına uzanmış son saatini bekliyordu.

Bir çarşamba günü hasta, adetinin aksine, bir acelecilik göstererek muhtelif ricacılarla beni ısrarla istetti. Saat sekize doğru koğuşa girdiğim zaman elini kaldırarak yaklaşmam için bana işaret etti. Tasalı yüzü, sevinçli bir hal almıştı. Bana dedi ki: ‘Bu sabah saat üçte uyanmıştım. Gözlerim açık, hareketsiz yatıyordum. Birdenbire karyolamın ayak ucunda bir varlığın mevcudiyetini hissettim. Hiç bir korkum yoktu. Bilakis istirahat edebilmem için, ölümü istiyordum. Bu görünüş, bana bunu daha iyi anlamak imkanını vermiş oldu. Yavaş yavaş kardeşim James’in yüzünü tanıdım. Canlılığı açık şekilde belli idi. Bana doğru eğildi ve tarif edilemeyecek kadar kolay bir tesirle bana söylemek istediği şeyleri anlattı. Derhal evvelce biricik iyi dostum olan kardeşimle birlikte geçirdiğimiz hayatı bütün tafsilatı ile hatırladım. Konuşmaya başlayınca da sesini iyice tanıdım. Bana: ‘Maxvelle, önümüzdeki pazar günü sabah 11’de benimle birlikte geleceksin.’ dedi ve sonra kayboldu. İtiraf ederim ki, kendimi hakikaten bahtiyar hissediyorum. Bunun bir hayal veya aldığım ilaçların tesirinden mütevellid olmadığına katiyyen eminim.

Pazar günü hastanın başı ucunda idim. Sakin bir hali vardı. Saat 10’a doğru, hareketsiz yatıyor, hiçbir kelime söylememekle beraber, zaman zaman bana tanıdığını hissettirecek şekilde bakıyordu. Onbire çeyrek kala sağ elini kaldırdı ve sol tarafındaki köşeyi göstererek tamamiyle anlaşılan bir sesle: ‘Kardeşim James’ dedi. Tam saat onbirde, daha evvel söylemiş olduğu gibi ruhu öteki aleme gitmek üzere cesedini terketti.’

İlim adamları, üzerinde durduğumuz mesele ile ilgili daha birçok vak’a anlatıyor. Biz yeri geldikçe bu anlatılanları nakletmeye devam edeceğiz. Ancak sözün burasında anlayış bakımından size de enteresan gelecek bir hususu arzetmek istiyoruz:

Efendimiz son anlarını yaşarken bir ara ‘Ebherim koptu’ buyuruyor. Ebher, damar manasına da gelir. [1] Bu hadisi şerhedenler ekseriyetle, meseleyi Allah Rasulü’nün Hayber’de zehirlenmesiyle irtibatlandırmışlar ve Efendimizin ifadesine böyle bir izah getirmeye çalışmışlardır. Ancak vücuda giren zehirin seneler sonra şahdamarına tesir etmesi bize çok uzak bir ihtimal gibi gözükmektedir. Kanaatımızca Allah Rasulü’nün sözünden şu mânâyı anlamak daha uygundur:

Efendimiz, o esnada kendi vizyonunda, dedublesinin kendisinden yani mübarek cesedinden ayrıldığını haber vermektedir.

‘Ebherim koptu’ demek, ‘Dedublem benden ayrıldı.’ demektir. Ve işte o esnadadır ki Allah Rasulü, ‘Refik-i A’lâ’yı istemektedir..

* * *

Editör: EKREM ERDEM