Şeytanın telkinleri

Şeytanın telkinleri

Şeytanlar bazı insanları tesirleri altına alarak değişik davranışlara sürükler ve kimisine Mehdi, kimisine Mesih, kimisine de peygamber olduklarını telkin ederler.

EKREM ERDEM 08 Ocak 2024 BLOG

Hindistan’da zuhur eden ‘Gulam Ahmed’ bu kabil şeytanların mel’abesi (oyuncağı) olmuş bir insandı. 19. ve 20. asrı birbirine bağlayan bir dönemde yaşamış bu insan, bugün ‘Gulam Ahmed dini’ (!)’nin kurucusudur. O işin başında Hint yogizmine karşı, fakirizm yolunu tutmak suretiyle İslam’ın üstünlüğünü ispat etmek istemiş ve fakat habis ruhların saldırısına maruz kalmıştı. Gulam Ahmed, önceleri kendisinin müceddid olduğunu söylüyordu. Zira habis ruhlar ona bu telkinde bulunuyor ve ‘Sen müceddidsin, insanlığı, içine düştüğü bu girdaptan sen kurtaracaksın, beşere beklediği kurtuluş dönemini sen bahşedeceksin.’ diyorlardı. Sonra meseleyi biraz daha ileri götürerek, bu işin sadece bir tecdid işi olmadığını kendisine telkin ettiler. Böyle ağır bir mükellefiyeti ancak ‘Mesih’ yüklenebilirdi. Ve derken Gulam Ahmed’i buna kat’iyyen inandırdılar. O da açıkca mesihiyetini ilan etti. Eserlerinin bir çok yerinde, ‘Gökten inmesi beklenen mesih’ benim dedi. Ancak meseleyi bu kadarla atlatması da mümkün olmadı. Daha sonraları (haşa) Cenab-ı Hakk’ın kendisine hulul ettiğini iddia etti. Ve ‘Allah bende zuhur etti.’ demeye başladı.

Kimseyi kınamıyorum. Fakat ben, birçok safdil insanların ‘Mehdilik’, ‘Mesihlik’ iddialarının altında hep aynı habis ruhların telkinini görmüşümdür. Onlar bilerek veya bilmeyerek böyle habis ruhların manyetik alanına girmiş ve daha sonra da bir türlü kurtulamamışlardır. Bu itibarla, İslamî ölçü ve kıstaslara uymayan her türlü iddianın, seviye farkı sabit olmakla beraber, çeşitli habis ruhlarla irtibatlı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yukarıda da dediğim gibi bu insanlardan bazısı düştüğü girdabın farkındadır, bazısı da değildir. Ve iddia ettiği makamın hakikaten sahibi olduğunu zannetmektedir. Halbuki normal şartlarda bir insan, rüyasında dahi böyle mualla makam ve mevkilere liyakatını ifade etse, uyandığında ürpermeli tevbe ve istiğfar etmelidir. Bu konu, ayakları kaydıran bir konudur. Onun için üzerinde ısrarla duruyorum. Bunda mürşidsizliğin payı çok büyüktür. Nitekim Gulam Ahmet böyle bir yokluğun kurbanı olmuştur. Bir mürşidden el almaması ve sünnet rehberliğinde yürümemesi onu bu hallere düşürmüştür.

Aslında Gulam Ahmed’in başarmaya çalıştığı iş kolay da değildi. O, yogilere onların usulleriyle galebe etmeye çalışıyordu.

Yogilik daha çok Hindistan’da vardır. Tibet ve diğer yerlere nisbeten yaygın sayılır. Yogilerin hiçbir dini gaye ve idealleri yoktur. Belki çoğu itibariyle tamamen inançsızdır. Ancak belli temrin ve usullerle ruhi melekelerini geliştirir ve bizim kayıtlı olduğumuz şartlardan kısmen kurtularak harikulâde haller gösterirler. Daha önce de arzetmeye çalıştığımız, az yeme, az uyuma, az konuşma, daima düşünme ve bilhassa insanlardan tecerrüd etme prensipleri yogilerce de tatbik edilen usuller arasındadır. Ruh, cesedin rağmına geliştiği için, bu prensipler hiç bir yerde değişmemektedir.

Bir de yogizme karşı aynı usul ve prensipleri kullanan ve onlara karşı cihad içinde olan ‘fakir’ler vardır. Fakirler İslamî inanca sahiptirler. Ve İslam’ı bu usulle tebliğ edeceklerine inanmaktadırlar.

Yogilerle fakirler arasında bu manada amansız bir mücadele mevcuttur. Kim daha harika hadiselere sebep olursa, sanki galebe onun hakkıdır. Fakat bütün bu hallerin zuhuru, uzun seneler çalışmayı ve cehdi gerektirmektedir. Mesela bir yogi veya bir fakir, çok rahatlıkla bir treni durdurur, elinin bir işaretiyle kendisinden çok uzakta olan bir insanı yatırır-kaldırır, havada uçurur ve daha nice harikulâde haller gösterir.

İşte Gulam Ahmet bu şartlar altında mücadele veren bir insandı ve işi zordu. Fakat onun bütün bu zorları aşması akibetini zorlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Habis ruhların elinde oyuncak haline geldi ve gidip ‘hulul’ inancına saplandı.

Onun için bence, gayba muttali olma ve harikulade hallere mazhariyet, bir mümin için esas gaye ve hedef olmamalıdır. Müminin gaye ve hedefinde sadece Cenab-ı Hakk’ın rıza ve hoşnutluğu bulunmalıdır. Eğer bir yola süluk edilecekse, bu da mutlaka o yolun erkanını bilen kamil bir mürşidin, bir muallimin gözetimi altında olmalıdır.. olmalıdır ve bütün cehd-ü gayretlerin odak noktasında da hep rızâ-i İlahi bulunmalıdır.

Usule riayet ile gayb alemine muttali olmak ‘marifet’ adına şart mıdır? Ben kat’iyyen buna ‘evet’ demiyorum. Onun için de böyle bir yolu denemeyi hiç düşünmedim, düşünmemeli de. Çocukluk döneminde az da olsa aklımın köşesinden geçtiği söylenebilir. Ne var ki, hiçbir zaman bu türlü düşünceler bende uzun ömürlü olmamıştır. Zira insan, Mevla’nın nazargâhı olan kalbine aksettirdiği hakikatları, delilleri, vicdanında arayıp, vicdanında bulmalıdır.

Evet O’nun, marifet adına, kuluna gösterdiği bürhanlar o denli güçlü ve yeterlidir ki, hariçte bürhan aramaya hiç ihtiyaç duyulmaması gerekir. Hele Kur’an’ın nûrefşan ilhamatı ve gönüllere fısıldadığı vâridâtı katiyyen başka bürhan aramaya ihtiyaç bırakmaz ve bırakmamıştır da. Bütün bu mülahazalar mahfuz olmakla beraber yine de diyorum ki, günümüz insanı, maddeci düşüncenin hakimiyeti altında inim inim inlemektedir. Ezici bir çoğunluk, fikir hayatı adına materyalist zihniyete sahiptir. Onun için de maddenin başına indirilecek değişik türden balyozlara ihtiyaç vardır. Bu balyozun kimin elinde olduğu da mühim değildir. Mühim olan onu, bizim hangi gaye ile kullandığımızdır. Benim, buraya kadar telepatiden, telesteziden, medyumdan, yogiden deliller getirmem ve sizlere bunları intikal ettirmeye çalışmam da tamamen bu gayeye matuftur. Yani maddeci zihniyeti, materyalist düşünceyi yıkıp, nazarları tabiat ve fizik ötesi alemlere çevirebilmektir.

Herhangi bir insanın, üç aylık çalışma ile, bir-iki ‘erbain’ (kırk gün inzivaya çekilme) çıkartmakla, gözünü yumduğunda üç ay sonra olacak hadiseleri sapmadan veya az bir inhirafla söyleyebilmesi, içinde bulunduğu ülkenin içtimâî ve siyasi gelişmelerini çok önceden kestirip ifade edebilmesi, hükümet şu zaman düşecek, şu parti kazanacak, başbakan filan kişi olacak, cumhurbaşkanlığına filan kişi seçilecek, şeklinde tahminlerde bulunabilmesi -biraz tecrübe ettiğim için bilerek söylüyorum- hiç de zor şeyler değildir.

Ama ben, bunların hiçbirini mini bir marifet olarak kabul etmiyorum. Asıl marifet, Allah’ı bilmek, tanımak ve O’nun kanunlarına kayıtsız şartsız boyun eğmektir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’i bilip tanımak da gerçek marifete dahildir. Bunlardır ki, insanı gökler ötesi alemlerde marifet erbabı seviyesine yükseltir. Havada uçmalara, aylarca bir şey yemeden-içmeden yaşamaya gelince bunlar, ‘marifet’ adına çok önemli şeyler değildir. Biz, eğer istemeyerek de olsa, bu kabil şeyleri aktarmaya çalışıyorsak, bu biraz önce de dediğim gibi, maddenin çatlamak üzere olan kalıp ve cidarlarına bir darbe daha indirmek içindir. Yoksa bunları çok önemli şeyler kabul ettiğimizden değildir.

Burada ayrıca şu hususun izahına da ihtiyaç olduğu kanaatindeyim: Bazı insanî latifelerini geliştiren herkes, gayb alemine muttali olabilir. Cenab-ı Hakk’ın müsaade ettiği çerçeve içinde bazı şeyleri bilebilir ve müşahede edebilir. Bu, tamamen kalbe söz dinletme ile alakalı bir meseledir. Ve bu hususun, dinle, dinsizlikle, Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi olmakla hiçbir alakası yoktur. Ruhun güç ve kuvvetiyle zuhurunu temin eden, onu ten kaydından kurtararak sınırsızlığa çıkaran kim olursa olsun, Cenab-ı Hakk ona bu mazhariyeti lutfeder. Onun içindir ki, baştan beri size aktarmaya çalıştığım, velinin kerametlerini, medyumun harikulade hallerini, onların misal ve berzah alemlerine ait tabloları insanların nazarlarına arzetmeleri, insan ruh ve latifelerinin önündeki berzahların kaldırılmasıyla alakalıdır. Başkaca bir kerameti de yoktur. Bir kere daha hatırlatmak isterim ki, bunlar, zatında hiçbir kıymet ifade etmezler, asıl olan Cenab-ı Hakk’ın rızasıdır. Bununla beraber dünyanın şarkında ve garbında meydana gelen bu tür hadiseler ve rivayet edilen vakalar, maddeci zihniyeti darbelemesi açısından bizim için de sözkonusu olmaktadır.

* * *

Editör: EKREM ERDEM