Niçin bütün insanlar tek bir din etrafında toplanmadı?

Çünkü Kur’an’ın fermanıyla Allah’ın, “Yaptığı işlerden dolayı soruya tâbi tutulamaz.” Zira O (celle celâluhu), “her şeyi istediği gibi yapar.” kimseye hesap vermez. Aksine herkes O’na hesap vermekle mükelleftir. İsterse tek isterse çift din gönderir; isterse yüz farklı din olmasını da dileyebilir. “Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları bir millet olarak yaratırdı.” Ama böyle olsaydı, tabiat kanunlarına

EKREM ERDEM 25 Ekim 2019 BLOG

Çünkü Kur’an’ın fermanıyla Allah’ın, “Yaptığı işlerden dolayı soruya tâbi tutulamaz.” Zira O (celle celâluhu), “her şeyi istediği gibi yapar.” kimseye hesap vermez. Aksine herkes O’na hesap vermekle mükelleftir.

İsterse tek isterse çift din gönderir; isterse yüz farklı din olmasını da dileyebilir. “Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları bir millet olarak yaratırdı.” Ama böyle olsaydı, tabiat kanunlarına göre, cansız varlıklar hakkında tatbik edilen ahkâm insanlar için de geçerli olurdu. Hâlbuki insanlar böyle değildir; irade ve şuurları vardır. Öyleyse bir yönleriyle tabiat kanunlarına göre, içindeki cebrîlikten hissedar olsalar bile diğer yönleriyle iradelerine göre onlar için bir hâl ve hususiyet söz konusudur.

Âyet-i kerimedeki, “Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı.” ifadesi, Allah’ın âyât-ı tekviniyesine göredir ve “tekvin” sıfatının gereğidir. Ancak Cenab-ı Hak böyle dilememiştir. Bunun yerine insanlara emirde ve teklifte bulunmuş, onlardan iradelerinin hakkını vermelerini istemiştir. Ne var ki, insanlardan bazısı bunu kabul etti, bazısı etmedi. Bazı insanlar kabul ettiklerini doğru tatbik etti, bazıları etmedi.

Doğru tatbik edenlerin kimisi bir müddet sonra bu yoldan döndü etti, kimiside doğru yolda devam etti. Böylece onlar kendi iradeleriyle başlarına ya gaile açtılar ya da Cennet’e giden yolu buldular. Demek ki tabiat kanunlarında mutlak mânâda cebrîlik (mecburiyet) söz konusu değildir. Allah (celle celâluhu), en büyük nimetlerden birisi olarak insana hürriyet ve irade bahşetmiştir. Bunu, Allah’ın dinini güzel anlama istikametinde kullanan bir insan saadet-i dâreyne (dünya ve ahiret mutluluğuna) ulaşır. Meselenin diğer yönünde ise tevhid vardır. Haddizatında Cenâb-ı Hakk’ın din olarak gönderdiği ilâhî kanunlar insanları vahdete (birliğe) çağırıcı mahiyettedir. Hazreti Âdem’den (aleyhisselâm) Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar gelen bütün peygamberler temelde hep “Bir”e çağırmış, “Tek”e davet etmişlerdir.

Dinler tarihiyle ilgili, Batılı materyalist yazarların tesirinde kalarak ortaya atılan, dinlerin, çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere doğru gelişim kaydettiği meselesi, itimat edilecek bir mesnede dayanmamaktadır. Vâhid ve Ehad Hazreti Allah’a inanma devri Hazreti Âdem’le başlamıştır; ama beşerin tekâmül ve tekemmülü içinde yeni emirler ilâve edilmiş, toplumun yapısına göre yeni hükümler getirilmiştir. Beşerin ilerlemesi içinde değişen bu hükümler tıpkı gelişen bir ailede yeni bir kısım şartlara ihtiyaç duyulması gibidir. Fakat bütün bunlar ilâhî plân ve projede baştan vardır.

Meselâ, bir evde başta Ali Efendi ile Fatma Hanım vardır. Sonra çocukları olunca onlara da bir oda veya yeni bir ev daha yapma lüzumunu duyarlar. Binaenaleyh aile yapısı değiştikçe yeni odalar ekleme, kapı ve pencereler açma.. gibi binada birtakım şekil değişikliklerine giderler. Bu, beşerde acz, zaaf, fakr şeklinde kendini gösterir. Ganiyy-i ale’l-Itlak Hazreti Allah (hiçbir şeye muhtaç olmayan Zât) ise, ezelî ilmiyle bunları bilir ve ona göre şekillendirir, zamanı gelince de olması gerekeni yapar. İşte din, Hazreti Âdem’le birlikte temelde, usûlde inşa edilmiştir. Beşerin gelişme ve ilerleme kaydetmesiyle birlikte üzerine yeni bazı binalar ilâve edilmiş, gelişmiş ve geliştirilmiştir.

Binaenaleyh Hazreti Âdem, “Lâ ilâhe illallah” cümlesinin peşine “Âdem resûlullah” diye ilâvesini yaparak davet ediyordu. Hazreti Nuh yine aynı şeye davet ediyor; “Lâ ilâhe illallah, Nuh resûlullah”, Hazreti Musa, “Lâ ilâhe illallah, Musa resûlullah”, Hazreti İsa, “Lâ ilâhe illallah, İsa resûlullah” diyordu. Devir döndü, biz de şimdi “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah” diyoruz. Allah’ın gönderdiği dinlerin aslında, özünde bir değişiklik yoktur. Bütün peygamberler ahiretten bahsetmiş, hesap ve kitabı nazara vermiş ve Allah’ın indirdiği kitaba inanmayı bir iman esası olarak talim etmişlerdir. Bunlar, değişmeyen sabit hakikatlerdir; ama toplumun gelişmesine göre fürûata ait bazı uygulamalarda değişiklikler olmuştur.

Eğer bir aile köy hâline gelmişse bazı değişiklikler olması kaçınılmazdır. Bir de bu aile bir kasaba veya şehir hâline gelirse, başında bir idareci olması gerekecek, işlerin düzgün yürümesi için daha önce aile içinde mevcut olmayan yeni görevler ortaya çıkacaktır. Aile devlet hâline gelmişse, valileri, ordusu, devlet başkanı olacaktır.

Hazreti Âdem’den başlayıp gelişen, bir bakıma tabiat-ı beşerin de muktezası olan İslâm dini o kökle ciddi bir uyum içinde gelişmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrine gelindiğinde ise bütün insanlık çapında bir keyfiyet kazanmıştır. Ama din her zaman tek olmuştur. Tarih boyunca farklı adlarla ortaya çıkan dinlerin aslı bir tek ağacın gövdesi gibidir. Daha sonra dal-budak salmış, yapraklar çıkarmıştır. Mizaç, meşrep ve algılamaların meydana getirdiği nüanslar da yine o birliğe bağlı hüviyettedir. Din birdir ancak zamanla bu ‘bir’den çok ciddi şekilde inhiraf etmeler olmuştur. Allah bir iken O’nunla aralarına bir kısım vasıtalar koyarak
Allah’ı unutanlar olmuştur.

Allah’ın vasıta olarak yarattığı maddeyi –asrımızda olduğu gibi– ilâh yerine koyanlar, maddeye inananlar, materyalist düşünceye bağlananlar olmuştur. Bunlar ciddi inhiraflardır ve beşer bunları kendi iradesiyle kendi başına musallat etmiştir. Meşiet-i ilâhiye de insanı kendi hürriyet ve iradesiyle seçtiği durumla baş başa bırakmış ve ona göre
bir yaratmada bulunmuştur

                                                      * * *

Editör: EKREM ERDEM

ÖNE ÇIKANLAR