Neyi nasıl anlatmalıyım!

-Her şeyi maddeye irca eden ve hiçbir metafizik hâdiseye inanmayanlar, -Bazı metafizik ve parapsikolojik hâdiselere inananlar, diye ikiye ayırmak da mümkündür. Diyebiliriz ki, insanlık en huzursuz demlerini, en imansız olduğu devrelerde yaşadı. “Rönesans’ın” serâzât efendileriyle, Fransız İhtilâlinin serserileri, tabakât-ı beşer çapında ilk inançsızlığı temsil eden ve onu yaygınlaştıranlar oldular. Daha sonra ise, mujik (Rus köylüsü)

EKREM ERDEM 23 Nisan 2021 BLOG

-Her şeyi maddeye irca eden ve hiçbir metafizik hâdiseye inanmayanlar,
-Bazı metafizik ve parapsikolojik hâdiselere inananlar, diye ikiye ayırmak da mümkündür.

Diyebiliriz ki, insanlık en huzursuz demlerini, en imansız olduğu devrelerde yaşadı. “Rönesans’ın” serâzât efendileriyle, Fransız İhtilâlinin serserileri, tabakât-ı beşer çapında ilk inançsızlığı temsil eden ve onu yaygınlaştıranlar oldular. Daha sonra ise, mujik (Rus köylüsü) bir tip, ona bir “din” deyip sahip çıktı. Ve onu, bugün dünyanın dört bir bucağında tutuşturulan fitne ateşlerinin kibriti ve çırası hâline getirdi.

Artık bir serserilik ve çılgınlık felsefesi olduğu iyiden iyiye anlaşılan günümüzdeki ilhadın; içtimâiyatçılardan, iktisatçılardan daha çok, psikiyatristlerin üzerine eğilmeleri gereken bir mevzû olduğu kanaatindeyiz. Evet, psikiyatri kitaplarındaki deli tipleriyle, günümüzdeki inançsız neslin durumu karşılaştırılınca, buna hak vermemek elden gelmez.

Ne var ki, bu ne benim mevzuumdur, ne de sorulan soruyla doğrudan doğruya münasebeti vardır. Ancak, hem bunu arz ederken, hem de inançsızlığı basit bir tertibe tâbi tutarken, inancın dereceleri ve farklılığı gibi, inançsızlığın da dereceleri ve çeşitleri olduğunu göstermeye çalıştık ki, her inançsıza, her söylenen sözün derman olamayacağına, farklı inkârların farklı şekillerde ele alınması lâzım geldiğine ve her münkirin durumuna göre irşâdın yapılması zaruretine dikkatleri çekmiş olalım.

Binâenaleyh, inançsızlık içindeki farklılıklar kadar, irşat, uyarma ve ıslahta da, az çok birbirinden ayrı usûllere başvurmada fayda vardır. İyi bir uyarı ve irşâdın yapılabilmesi için, muhatabın, yukarıda işaret edilen bölümlerden hangisine girdiğini önceden tespit etmek bir kısım uygunsuz beyan ve falsoları önlemiş olur. İşin bu kısmı bir hekim hazâkati içinde ele alındıktan sonra inançsıza neyin ve nasıl anlatılması lâzım geldiği de, bir ölçüde belirlenebilir. Mâmâfih, biz yine de gerekli gördüğümüz şu hususları sıralamak istiyoruz:

1) Muhatabın inançsızlığının nasıl bir inançsızlık olduğu; bütüne mi yoksa bazı rükûnlara mı râcî bulunduğu hususunun tespiti lâzımdır ki, etrafında tahşidat yapılması lâzım gelen meseleye, gereken ehemmiyet verilmiş olsun. Bu arada körü körüne saplantısı olan veya lâubâlî bulunan biriyle de, boşuna uğraşılıp vakit kaybına sebebiyet verilmesin.

2) Muhatabın kültür seviyesinin, içtimâî ufkunun bilinmesi ve anlayabileceği bir dille kendisiyle konuşulması çok mühim bir unsurdur.

Kültür seviyesi oldukça yüksek birisine, daha az mâlûmatı olan birinin bir şeyler anlatmaya çalışması, umumiyet itibarıyla aksülamelle (reaksiyon) karşılanır. Bilhassa günümüzde, enâniyeti çok inkişâf etmiş kimselere ve hele biraz da bir şeyler biliyorsa, lâf anlatmak kâbil değildir. Böylelerine, kendi seviyelerinde biri ve doğrudan doğruya onları muhatap alıyor hissini de vermeden anlatması gerekli olan şeyleri anlatmalıdır ki, maksat hâsıl olsun.

Muhatabın anlayabileceği bir dil kullanma da çok mühimdir. Günümüzde, düşüncedeki sakatlıklar, dilimize aks ede ede, onu öylesine yıktı ki, aynı vatan sınırları içinde yaşayan nesillerin, aynı dili kullandıklarını iddia etmek âdeta imkânsızdır. Vâkıâ; matbuât ve televizyonun birleştirici unsurlar olarak tek dil ve tek stil mevzuunda müsbet bazı şeyler yapabilecekleri düşünülebilir. Ancak, çeşitli ideolojilere gönlünü kaptırmış, farklı grupların kendilerine göre kitapları, kendilerine göre gazete ve mecmuaları bulunduğundan zavallı nesiller kendi içine kapalı hizipler olarak yaşamaktan kurtulamamaktadır. Ayrı ayrı terminolojiler ve ayrı ayrı metodolojiler, nesiller arasında aşılmaz uçurumlar meydana getirmektedir.

Bu itibarla, kendisine bir şeyler anlatılması düşünülen kimsenin, hangi sözlere ve anlatma usûlüne, ne kadar âşina olduğunun çok iyi tespit edilmesi lâzımdır. Yoksa, birbirini tanımayan iki yabancının, şaşkınlık içinde geçen musahabelerine benzeyecek ki, çok da faydalı olacağı kanaatinde değiliz. Maksat ve maksada ışık tutacak terminoloji ve düşüncenin fevkalâde berrak olmasına bilhassa dikkat edilmelidir.

3) Anlatacağımız şeylerin, önceden çok iyi bilinmesi, hatta takdim edeceğimiz hususlar hakkında vârit olabilecek suallere, ikna edici mahiyette cevapların hazırlanması şarttır. Aksine, küçük bir falso, ehemmiyetsiz bir yanlış her şeyi alt-üst edebilir.

Bu arada bizim bilgisizlik ve görgüsüzlüğümüzle solgun görünen yüce hakikatler, muhatabımızın nazarında küçülür, değersizleşir ve söner gider. Daha sonra başkalarıyla, bu türlü bir araya gelme ve musahabeler için de farklı bir bakış meydana gelmesine sebep olur ki; kanaatimce karşı taraf bir daha da böyle bir pozisyona düşmemeye gayret edecektir.

Böyle bir duruma sebebiyet veren şahıs, ne kadar da hüsnü niyetli olursa olsun hatası büyük sayılır. Kim bilir günümüzde böyle yarım mürşitlerden ötürü, ilhadda şartlanan ne kadar genç vardır!.. Eskiler; “Yarım molla din götürür, yarım hekim de can.” derlerdi. Aslında, yarım mürşidin zararı, yarım hekimden çok daha büyüktür. Zira hekimin bilgisizliği veya yanlışı, kısacık maddî hayatı tehdit etmesine mukabil, mürşidinki çok uzun ve ebedî hayatı bozup mahvına sebebiyet vermektedir.

4) Anlatmada, diyalektik ve ilzam yoluna kat’iyen girilmemelidir. Fertte enaniyeti tahrik eden bu usûl, aynı zamanda neticesizdir. Gönülde inanç nurlarının yayılıp gelişmesi, o imanı yaratacak Zât’la sıkı münasebet içinde olmaya bağlıdır. O’nun hoşnutluğu ve görüp gözetmesi hesaba katılmadan, iddiâlı münakaşalar ve ehl-i gaflet usûlü münazaralar hasmı ilzam etme ve susturmaya yarasa bile, tesiri olabileceği kat’iyen iddiâ edilemez. Hele böyle bir münakaşa ve münazara zemininin açılacağı baştan biliniyor ve oraya hazırlıklı ve yüksek gerilimle geliniyorsa.. böyleleri münazaracıdan daha ziyade birer hasım hâlinde kinle oturur ve öfke ile ayrılırlar. Kalkarken de, ikna olmamış gönüllerinde, anlatılmak istenen şeylere cevaplar araştırma düşüncesiyle kalkarlar. Ötesi ise mâlûmdur artık.. Dostlarına müracaat edecek, kitap karıştıracak ve bin yola başvurup, kendisine anlatmaya çalıştığımız şeylerin cevaplarını araştıracaktır. Bu ise, onları inançsızlıkta bir kademe daha ileri götürecektir ki; irşat edenin, asıl yapmak istediği şeye zıt bir duruma sebebiyet verilmiş olacaktır.

5) Anlatmada, muhatabın gönlüne seslenilmelidir. Her cümle samimiyet ve sevgiyle başlayıp, aynı şekilde sona ermelidir. Karşımızdakine veya düşüncelerine yönelik herhangi bir huşûnet, anlatacağımız şeylerin tesirini bütün bütün kıracağı gibi, muhatabı da küstürecektir.

Mürşit, hastasını mutlaka iyi etme kararında olan müşfîk bir hekim gibi, ona eğilen, onu dinleyen ve onun mânevî ızdıraplarını vicdanında yaşayan, gerçek bir havârî ve hakikat eridir. Ses ve söz, bu anlayış içinde mûsıkîleşir ve tatlı bir zemzeme ile karşıdakinin gönlüne akacak olursa, onu fethettiğimizden emin olabiliriz.

Hatta muhatabımızın mimiklerine ve işmîzazlarına dikkat kesilmeli ve kendimizi sık sık akort etmeliyiz. Böylece onu bıktıran, usandıran şeyleri tekrarlamamış oluruz.

Burada; şu nokta da, asla hatırdan çıkarılmamalıdır:

Muhatabımız yanımızdan ayrılırken, samimiyet gamzeden davranışlarımızı, tebessüm eden bakışlarımızı ve vücudumuzun her tarafından akıp dökülen ihlâs ve inanışımızı alıp götürecek ve hiçbir zaman unutmayacaktır. Bir de buna, ikinci bir defa karşılaşma arzusunun duyulduğunu ilâve edecek olursak, anlatılması gerekli olan şeylerin büyük bir kısmını anlatmış sayılırız.

6) Muhatabın yanlış düşünceleri, isabetsiz beyanları, gururuna dokunacak şekilde tenkit edilmemelidir. Hele, başkalarının yanında onu küçük düşürecek şeylere asla tevessül edilmemelidir. Maksat, onun gönlüne bir şeyler yerleştirmekse, icabında bu uğurda bizim onurumuz çiğnenmeli ve bizim gururumuz kırılmalıdır. Kaldı ki, karşımızdakinin “demine-damarına” dokundurarak, ona bir şey kabul ettirmek de kat’iyen mümkün değildir. Aksine, onu her örseleyiş, bizden ve düşüncemizden uzaklaştıracaktır.

7) Bazen böyle bir inançsızı, itikadı sağlam, içi aydın, davranışları düzgün arkadaşlarla tanıştırma, bin nasihatten daha tesirli olur. Ancak, böyle bir yol, her inançsız için uygun değildir. Bu itibarla irşat edenin az çok tilmizini tanıyıp ona göre bir metot tatbik etmelidir.

8) Bunun aksi olarak. davranışlarında gayri ciddî; düşüncelerinde tutarsız; Yüce Yaratıcı’ya karşı teveccüh ve huzuru zayıf kimselerle de asla görüştürülmemelidir. Hele, mütedeyyin ve bilgili geçindiği hâlde ibâdet aşkından mahrum, duygu ve düşünceleri bulanık kimselerle tanışıp temasa geçmesine kat’iyen mâni olunmalıdır.

9) Onu, yer yer dinleyip kendisine konuşma fırsatı verilmelidir. Onun da bir insan olduğu düşünülerek, aziz tutulup fikirlerine müsamaha ile bakılmalıdır.

Bir ferdin inancındaki derinliği, kendi içine dönük olduğu nispette onu olgunlaştırır, faziletli kılar. Dışa ve hususiyle bir şey bilmeyenlere karşı ise onu kaçırma ve nefret hissi vermeden başka bir şeye yaramaz.

Vâkıa, bâtıl fikirleri dinlemek ruhta yara yapar ve sâfi düşünceleri ifsat eder. Ancak, bu türlü ezâya katlanmakla bir gönül kazanılacaksa, dişimizi sıkıp sabretmeliyiz.

Yoksa ona hakk-ı fikir, hakk-ı beyân tanımadan, anlatmayı daima elde tutacak olursak, meclis soluklarımızla dolsa taşsa bile, muhatabın kafasına bir şey girmeyecektir. Bu hususta sevimsizleşen nice kimseler vardır ki; dibi delik kovayla su çekiyor gibi, dünyalar dolusu gayretine rağmen bir ferde istikamet dersi verememiştir.

Veyl olsun, başkalarını dinleme nezâketinden mahrum konuşma hastalarına!

10) Anlatılan şeylerde, anlatanın yalnız olmadığını, kadîmden bu yana pek çok kimsenin de aynı şekilde düşündüğünü ifade etmek yararlı olur. Hatta günümüzde bir-iki inanmayana bedel, bir hayli mütefekkirin sağlam inançlı olduğunu mutlaka anlatmak lâzımdır. Hem, kavl-i mücerret olarak değil, misalleriyle anlatmak gerekir.

11) Daha evvelki müktesebatıyla veya o anda verilen şeylerle, kalben inanç ve iz’âna erdiği hissedilirse, başka hususlara geçilebilir.

İnanç babında gönlü sağlama bağlanmadıktan sonra, inkârcının her zaman tenkidine cür’et gösterebileceği meselelerin anlatılmasından kat’iyen sakınılmalıdır.

Netice olarak diyebiliriz ki, inançsızın durumunu tespit ettikten sonra, zikredilen usûl çerçevesinde birinci derecede anlatılması gerekli olan şeyler iman esasları olmalıdır. Bunlarda, gönlün itminana kavuştuğunu hissettikten sonra, diğer meseleleri anlatabilme imkân ve fırsatı doğmuş olur. Aksine, günümüzde olduğu gibi, “ata et, ite ot” vermelere veya yemek verme usûlü bilmeyen garson gibi, ilk defa sofraya hoşafları sıralama nevinden hatalı takdimler olacaktır ki, biz böyle bir takdimi, ne kadar beğenirsek beğenelim karşı taraf üzerinde menfî tesiri büyük olacaktır.

Bu yazıyı, millî duygu ve düşünceye susamış ve inançsızlık girdabı içinde her hareket edişte ölüm deliğine doğru yaklaşan biçâre neslimizin kurtarılma vazifesini yüklenmiş muazzez maârif ordusuna armağan ediyoruz.

* * *

Editör: EKREM ERDEM