Mazi

Mazi

Dün gece televizyonda İstanbul’a ait bir belgesel film seyrettim. Film İstanbul gecelerini sergiliyordu.

PANORAMA - NEWS 21 Haziran 2025 BLOG

Filmin bitişinde içime bir hüzün oturdu. Bu duygunun nedeni, ne İstanbul’a uzak olmamdı ve ne de filmde anlatılanlardı. İstanbul’u özlemiyorum. Uzun yıllar o kentte yaşadım ve orada nasıl bir hayat döndüğünü biliyorum. İçimdeki kekeremsi duygunun asıl nedeni orada yaşadığım anılardı; Beyazıt meydanı, Galata köprüsü, Beşiktaş, Taksim, Çamlıca, arkadaşlar, tavuklu pilav, rakı eşliğinde yapılan felsefeler, şiirler, kadınlar, insanlar, insanlar ve insanlar.. ’’İnsan geçmişi düşünürken hoş anıları hatırlar’’ diye bir kelam var; nostalji bu olmalı mutlaka. Geçmiş bende ise hüzün duygusunu uyandırıyor genelde.

Dün akşam İstanbul filmini izlerken yaşadığım duyguyu Yahya Kemal Beyatlı’nın ’’Geçmiş yaz’’ şiiri dile getirdi sanki:

Rü’ya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle,

Her anını, her rengini, her şi’rini hazdan.

Hala doludur bahçeler en tatlı sesinle!

Birgün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan

Körfezdeki dalgın suya bir bak, gereceksin:

Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;

Mehtab… iri güller… ve senin en güzel aksin.

Velhasıl o rü’ya duruyor yerli yerinde!

Buram buram özlem ve hasret dolu dörtlükler. Bir insan geçmişin getirdiği tatlı hüzünü ancak böyle güzel anlatabilir. Geçmiş… Belleğimizde belli belirsiz yankılanan sesler, soluklaşan ve sonra bir anda dipdiri, rengarenk canlanan anılar, elele tutuşmalar, korkular, dolup dolup boşalan çay bardakları eşliğinde yaşanan hararetli muhabbetler, yitik umutlar, kaybettiğimiz dostlar, günlerce bitip tükenmeyen İzmir yağmurları, sarhoş bir şekilde kaldırımdan kaldırıma savrulmalar, dünyanın dibine kibrit suyu dökmeler, unutulan sevgiler, sevgililer, kaç kişiydik o zaman, bak kaç kişi kaldık şimdiler, ’’Bodrum, Bodrum’’ Küçük bir kasabaydı Bodrum eskiden, ama çok güzeldi. Bodrum’u dünyaya tanıtmak, ’’Halikarnas balıkçısı’’ lakabını taşıyan Cevat Şakir Kabaağaçlı adındaki bir sürgüne nasip oldu,  O masalımsı beldede herkes birbirini tanıyordu. Yuvam kampingte kalırken parasızlığımız dert değildi, yokluklar, mütevazilik daha başka bir ton katıyordu yaşanmakta olan Bodrum rüyasına. Akşamüstleri mendireke gidip en ucuz şarapları içmek büyük bir lükstü bizim için. Birbirimizden sigara otlanıyor, öğleden sonra yüzmeye gidiyorduk. Mutluyduk oradaki hülya kozasında yaşamakla; zaman durmuştu sanki. O günleri düşünmek de içimde hafif bir sızı uyandırıyor. Zaman sanki sadece bir kozadan ibaretti. Nereye gidersek gidelim, kendimizi de oraya götürüyorduk. Bizler bir kozadan diğerine gidiyorduk sadece. O halde zaman bir gidişti, hareketti, akıştı. Ne yaparsak yapalım o akışın kendisini kesinlikle değiştiremiyorduk, ama sürekli akmakta olan zaman ırmağının içinde ben diye bir malzememiz vardı. Ben’i değiştirebiliyor, başkalaştırabiliyorduk. Zaman göreceliğinin böyle bir boyutu da vardı; biz de göreceliydik yani, her an farklılaşabiliyor, bakış açımızı yeniliyorduk. Einstein, ’’Zaman gözlemcisine göre görecelidir’’ derken, gözlemcinin de göreceliğini hesaba katmış mıydı acaba? Yani zaman bir değişmez, değişen ise sadece gözlemcinin kendisiydi miydi yoksa? Zaman farklı kişiler tarafından gözlemlenen bir olgu değil, aynı insanda içiçe geçmiş izafiyet silsileleri miydi acaba?.. Zamanın akışı yaşadığımız duruma göre de değişiyor. ’’Sayılı günler çabuk geçer’’ derler. Peki hapihanede cezasını oturan bir insanla, efil efil bir havada, parkta, elinde birası ile satranç oynayan bir insan için aynı süratte mi akar zaman? En korkuncu da belirsizlik olmalı. Belirsizlik içinde yaşayan birisi için zaman durmuştur aslında; yaşanılan tek an vardır: Izdırap. O insanın tüm hücrelerine egemen olan belirsizliğin sona ermesi  için Yaradan’a yalvarmaktan başka bir seçeneği yoktur: Sen bana sabır, güç, metanet ver Allah’ım!

 

Aslında zamanı sorgulamak istemiyordum, ama konu geçmiş olunca, düşünce ister istemez zaman kavramına gelip dayanıyor. Zaman insanın aklını başından alan deli bir kavram, ama geçmiş de zamana ait bir zincir baklası. Gelecek ise sadece bir hayal, bir plan, bir umut. Bu yazının ilerleyişinde tekrar zamana döneceğim. Şimdi geçmişten devam edelim: Geçmişin içimde buruk bir tad uyandırması sadece bana ilişkin kişisel bir durum değil sanırım. İnsanlık tarihi kanla, sancıyla yazılmış bir süreç. Gerçi bu süreçte mutlaka muhteşem açılımlar, insanlığın zaferleriyle bezenmiş büyük atılımlar mevcut, lakin içinde yaşadığımız dünyaya bakınca, geçmişin bizde bıraktığı kapkara çizgileri kolaylıkla görebiliyoruz. İncil’de anlatılan Sodom ve Gomorra hikayesinde, Tanrı’nın bu iki kenti imha edeceği Lut’a bildirilir ve kaçması gerektiği tebliğ edilir. Lut karısı ve iki kızını alarak günahkar şehirden kaçmaya başlar. Melekler onlara kaçarken asla arkalarına bakmamalarını tembih ederler. Ne var ki kaçış esnasında Lut’un karısı arkasına bakar ve o anda taşa dönüşür. Yani geriye, maziye bakmak insanı taşlaştırabiliyor. Bakışlarımız geçmişten ders alsa da, hep ileriye yönelik olmalı bence. Ayrıca insanları sadece geçmişleriyle değerlendirmek de şimdiki zamanı gözardı etmeye yol açabiliyor. Yunus Emre, ’’Dün dünle geçti cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım’’ diyor. Atalarımız, ’’Ne oldum diye üzülme, ne olacağım diye düşün’’ diye öğütlemişler. Hermann Hesse ise, insanın geçmişini terkederek kendini ve hakikati arama sürecini, ’’Siddiharta’’ romanında şahane bir biçimde anlatır: Uzun yıllar boyu arayışlardan ve nice deneyimlerin sonucu Siddiharta aydınlanabilir ancak. İnsanın kendisinin çok uzaklarından gelip aslını bulması kesinlikle geçmişi terketmekte yatıyor.

Geçmişte takılıp kalmanın bir diğer durumu da travma olarak nitelendiriliyor. Travma geçmişte yaşanılan olumsuz bir olayın bizi esir alması olarak tanımlanabilir. Tanır mısınız bilmem ama, bugün Margot Friedlaender adında bir kadın 103 yaşında öldü. Yahudi olan bu müthiş kadın nazilerin toplama kamplarında annesini ve kardeşini kaybetti. O cehheneme kendisi de düşen Friedlaender, orada müstakbel eşini tanıdı ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra New York’a gitti. 80 yaşına kadar orada yaşayan Friedlaender, eşinin vefatından sonra Berlin’e geri döndü ve hayatının geri kalan kısmını son gününe kadar insanları faşizm tehlikesine karşı aydınlatmaya harcadı. Friedlaender’in yaşamını anlatan filmi izlerken söylediği bir cümle beynime kazındı: ’’Eşimle evlendikten sonra birbirimizi sevmemiz hayli zaman aldı. İnsan olmamız uzun, uzun vakit gerektirdi.’’ dedi. Yani travmaları atlatıp ’’insan’’ olabilmek dünden bugüne gerçekleşmiyor ve icabında yıllarca sürebiliyor. Friedlaender’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Travma terapisti Gopal Norbet Klein, ’’İçtenlikli iletişim ile travma tedavisi-Der Vagus Schlüssel zur Trauma Heilung’’ adlı kitabında geçmişimizde yer alan gayrı insani olaylardan ve çarpık toplum yapılanmasından ötürü herkesin travmalı olduğunu iddia ediyor. Travmalarımızı ancak içtenlikli iletişim sayesinde atlatabileceğimizi ileri sürüyor Klein. Hatta bir adım daha ileri giderek geleceğe ilişkin öngörüde bulunuyor ve içtenlikli iletişimin yaygınlaşması halinde dünya çapında bir devrim yaşanabileceğini öne sürüyor; bu devrimin dünyayı hepimiz için insanca yaşanabilir bir mekan haline getireceğini belirtiyor. Bir bakıma hepimizin ruhunun derinliklerinde acıdan taşlaşmış çok ağır kuytuluklar var. Oradaki karanlık taşlar bizi dibe çekiyor ve biz ise suyun üstüne çıkmak için muazzam mücadeleler veriyoruz. Bazılarımız da yukarı çıkamıyor, mazide boğulup kalıyor maalesef. Klein, travmalarımızı çocukken anne ve babamızdan aldığımızı, onların da travmalarını kendi ebeveynlerinden aldığını ileri sürüyor. Anlayacağınız, nesillerden nesile, asırlardan asırlara uzanan travmalar bulamacı söz konusu olan. Bir bakıma binlerce yılın yükünü sırtımızda taşıyoruz. Omuzlarının altındaki dünyanın altında bükülen Atlas’ı yontan heykeltraşın bir bildiği vardı elbette. Mitoloji bize masal gibi gelse de insan gerçekliğini birebir anlatır.

Geçmişin elbette güzel yönleri de vardır. Mesela fotoğrafçılık sanatı zamanı tespit etmekle meşguldür. O fotoğraflara bakarak, eski zamanlardaki yaşanmışlıkları, düşünmüşlükleri, algılanmış olan duyguları hissederiz içimizde. Fotoğraf gerek insan, gerek doğa ve gerekse hareket olarak çıkar karşımıza. Ruhumuz, beynimiz genişler fotoğraflara dalarken. Keşfe çıkan fotoğrafçı birşey görmüştür orada. Anı tespit eder ve deklanşöre basar. Fotoğraf çekilmesinin saniye sonrasında geçmişe ait belgedir artık; tarihin izdüşümü  küçücük bir karede gerçekleşmiştir. Olan bitenin görüntülü tespitidir o siyah beyaz, rengarenk resimler. Bazen ön plan net, arka plan bulanık çekilir, tam tersi de yapıldığı da vakidir; vurgulama yeteneğidir bu. Aynı konuyu karenin ortasına koyarsan başka bir şey ortaya çıkar, kenarına koyarsan çok daha başka birşey ortaya çıkar; bu da anlatım tekniğidir. Fotoğrafçı filtreler kullanır, güneşi arkasına alır, diyaframı açar, kapatır; tüm çabası düşüncesini görüntüyle harmanlayabilmektir. Konunun ışıklandırma süresi ise ayrı bir sanattır. Kafasındaki güzel  kareyi yakalamak için günler boyu dolaştığı da, beklediği de olur fotoğrafçının. Sanattır, delildir, dünyayı görme biçimi, kişiye özel bir bakış açısıdır fotoğraf; hareketli hale gelirse film olur ayrıca. Harcanan bütün emekler, vakitler, geçmişe intikal edecek gölge-ışık oyunlarını başkalarına, gelecek kuşaklara aktarmak içindir. Fotoğrafçı zamanı durduran insandır.

Geçmiş bireysel olduğu gibi, toplumsal bir özelliğe de sahiptir. Mesela tarih denilen bir bilim dalı vardır; bize eskiden yaşanılan olayları anlatır. Tarihçi mekik dokur gibi mazideki yaşanmışlıkları araştırır durur; yazılmış belgeleri okur, doküman okyanuslarına dalar, uykularına tarihi şahıslar girer, tanıklarla konuşur, gerçekliği sorgular, bilinmez zamanların hayaletleriyle sohbetler eder. Geçmişi araştıran o insan bir deniz feneri gibi yüzyıllar öncesini aydınlatır, fi tarihinde yaşanmış muammaları bilinir kılar. Tarihçinin bulup çıkardığı olaylardan ders alırız, öğreniriz, tecrübeler ediniriz. Mazinin loş koridorlarında dolaşır tarih okuyan şahıs; ölüleri diriltir, şaşkınlıklara gark olur, neden sonuç ilişkilerini çıkarır. Tarih bilmeyen insanları kandırmak kolaydır. Yalanlara karşı donanımlanırız tarihi okudukça, palavralar bize vız gelir, tırıs gider; ayağımızı yaş tahtaya basmayız. Atacağımız adımları geçmişin bilgileri eşliğiyle hesaplar, daha güzelini, daha doğrusunu yapmak için çaba harcar; tekrar tekrar aynı hataları yinelemeyiz. Geçmişi araştıran insan, atalarımızı, kahramanlarımızı, hainlerimizi, felaketlerimizi, gururlarımızı, hatalarımızı tanıtır bizlere; ne, neden olmuş meğerse… Tarihten haberdar olan insan parlak bir beyinle dolaşır toplumda; derinliği vardır; kül yutmaz. O insanın anlatacağı çok şeyler vardır; sohbetine doyum olmaz. ’’Derya gibi birisi’’ denilir tarih meraklılarına; itibar, ilgi görür her çevrede. Marx ’’Tarihi insanlar yazar’’ diyor. Tarihi insanların yazdığı aşiyane ama, tesadüflerin hiç mi katkısı yoktur? Bence rastlantılar hem mazide ve hem de şimdiki zamanda büyük rol oynar. Evdeki hesabın çarşıya uymaması hep o beklenmedik olayların devreye girmesinden ibarettir. Bazıları rastlantıları kader olarak algılar ve belki de öyledir gerçekten.  Tarihe ’’Tekerrürden ibarettir’’ şeklinde yaklaşanlar da var. Tarih gerçekten bir tekrardan mı ibarettir? Eğer zamanı dümdüz ilerleyen bir doğru değilse, bir zaman çemberi içinde döndüğümüzü düşünebiliriz. Belki kişiler, yaşam koşulları değişiyor olabilir, ama yaşanılan olayların bir tekrar olduğu hissini hangimiz yaşamadık. Hem birey ve hem de toplum temelinde geçmişten gerekli çıkarımsalar yapılmazsa, tarihin tekerrürden ibaret olduğu kesinlikle doğrudur. Geçmişten ders alınması halinde eski olayların tekrar yaşanmaması gibi bir gereklilik var mı peki? Sanırım öyle bir mutlak gereklilik yok. Mesela insan değişken bir varlık mıdır, yoksa belli bir doğaya sahip kesinleşmiş bir yaratık mıdır? Yani binlerce yıl önceki varlık, şimdi de aynı mıdır? Bu hali ile insan aynı ya da birbirine benzeyen olayları sürekli yine ve yine yaşamak zorunda mıdır? Ayrıca biz geçmişten ders almış olsak bile, başkaları geçmişten ders almamışsa, o şahıslar ister istemez bizi de geçmişte yaşanmış olayların bir kez daha yaşanması zorunluluğunun  içine çekiyor, çekebilir. İnsanın sosyal bir varlık olması gerçekliği, hiç tahmin edilemeyecek sonuçlara yol açabiliyor. Bence insanın içinde yaşadığı koşullar değişmediği sürece aynı olayların tekrarlanması bir zorunluluk gibi görünüyor. İçinde yaşadığı koşullar farklılaştıkça insanın da değişebildiğini antropologlar ortaya koyuyor. Başkalaşım için sadece zamanın değil, mevcut koşulların da değişmesi gerekiyor. İnsanın toplumsal bir varlık olduğu gerçekliğinden yola çıkacak olursak, insan gerçekliğinde tek başına kurtuluş yok, mutsuzluk var.

Tarih yazılı olduğu kadar, efsanelerde, masallarda, türkülerde, şarkılarda sözlü de anlatır kendini; bir aidiyet duygusu yaratır. Hiç kimse olmaktan, bir kimse olmaya terfi ederiz atalarımızın geçmişi ile. Tarih insan nakkaşıdır; kültür oyar insanın kimliğine. Efsanelerle geçmişimizi ruhumuza işler; türkülerle hüzünlenir, coşar, dans eder, ortak bir duyguyu hissederiz benliğimizde. Kimin dokuduğunu bilmediğimiz kumaşlardaki motifler bize çok tanıdık gelir, mimari  yabancı hissettirmez bizi hiç tanımadığımız sokaklarda. Damak tadımız ninelerimizin bir zamanlar pişirmiş olduğu yemeklerle gelişir, güzelleri, gençleri geleneksel giysiler içinde görmek pek hoşumuza gider. Çocuklara tarihi isimler vermek her toplumla görülen bir olgudur. Çocukları eğitmek için atasözleri söyler, binlerce yılın deneyimini üç sözcükte özetleriz. Ekin hislerimize, bilincimize, kişiliğimize kazınır. Dününü bilmeyen toplumların yarını da olmaz.

Bir de yaşayan tarih diye tanımlanan yaşlı insanlar vardır. Uzun seneler görmüş, nice olaylar yaşamış, deneyimin dibine vurmuştur derisi kırışmış, gözleri zayıflamış, beli bükülmüş o sevimli insanlar. Çocuklaşırlar genelde yaşayan tarihler; yaşlandıkça çocuklaşmak ’’Zaman paradoksu’’ dedikleri şey olabilir mi acaba? Artık onların gösterişe, yapmacıklığa, dolanbazlığa ihtiyacı yoktur. Onları mutlu eden samimiyet, sevgi ve saygıdır artık. Kısa bir süre sonra öleceklerini bilirler ve dünyanın faniniliği içlerine sindirmişlerdir. Aynı çocuklar gibi sansürsüz konuşur, olur böyle şeyler tutumuyla yaşarlar. Bizleri kahreden olayları büyük bir genişlikle karşılarlar o ihtiyarlar; ’’Olur böyle şeyler, gelir, geçer’’ derler, iyimserlik aşılarlarlar karşısındakine. Beyinleri zehir gibi çalışsa da, yemeği üzerine döker, yürürken tökezlerler canlı tarihler. Ölen arkadaşlarını, ayrı düşen akranlarını özler yaşlı insanlar; oldukça da yalnızdırlar; tavla oynayacakları, iki lafın belini kıracağı dostları bu dünyayı terketmişlerdir bir süre önce… Damatın parka götürecek vakti yoktur, askerlik anılarını anlatmak istediği torun ise maç seyretmek ister. İhtiyarlık fena halde hüzünlü ve zor bir zenaattır.

Tarihi keşif  arayışında arkeoloji ile karşılaşırız. Geçmişin şehirleri, yapıları, kişileri taşlarda, binalarda, mücevherlerde, hazinelerde önümüze çıkar, canlanır, birbirinden ilginç hikayeler anlatır bizlere. Arkeolog o bulguları bitmez tükenmez bir sabırla araştırır, titizlikle ortaya çıkarır ve restore eder, yorumlar. Bir bilim dalı olduğu gibi, aynı zamanda medeniyet işidir arkeoloji. Gelişmiş toplumların uğraşısıdır arkeoloji. İnsanların evvel zamanda neler düşündüklerini, nasıl davrandıklarını arkeologların bulgularından anlarız. Binlerce yıl önce insanların yarattığı değerler müzelerde sergilenir, günümüze uzanan sessiz elçiler olurlar. İlerlemek için tarih bilgisine sahip olmak gerekir. Bilgiye sahip olmak yetmez, o bilgiyi hatırlamak, tekrarlamak mecburiyeti vardır. Hatırlanmayan bilgi unutulur ve tekrar başa döneriz. Anma günleri bunun için vardır. Törenlerle tarihi hem kendimize hatırlatırız, hem de çocuklarımıza öğretiriz.

Mazinin güzel yanlarından biri de antikacılıktır. Nostaljik bir meslektir antikacılık. Geçmişte insanların yarattığı en nadide eserleri, takıları özenle arayıp bulur, tamir eder bizlere sunar antikacı. O eşyalara hayran kalıp, zevkle öderiz büyük paraları. Eski zamanlara duyulan saygı, sevgi bir kültür etkinliğidir; herkese nasip olmaz. Edip Cansever’in antikacı olması beni çok etkilemişti. Şiir, antika, felsefe çok uyumluydu bir şekilde. Ortağı ön tarafta, dükkanda işlerle uğraşırken, Edip Cansever arkadaki küçücük odada şiir yazarmış. Belki de Edip Cansever arkada şiir yazarken, ortağı da ön tarafta şiir yaşıyordu.

Elbette Edip Cansever de zamana ait yazdı kendince. Geçmişten ebediyete şöyle sesleniyor büyük usta:

Bütün iyi kitapların sonunda

Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda

Meltemi senden esen

Soluğu sende olan

Yeni bir başlangıç vardır

Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın

Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın

Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır

Her başlangıçta yeni bir anlam vardır

Nedensiz bir çocuk ağlaması bile

Çok sonraki gülüşün başlangıcıdır

İnsanı anlamak için zamanı anlamak gerekir. İnsan zamanın akışı ile gelişmiş ve şimdiki varlığına, olgunluğuna kavuşmuştur. Zamanı ve mekanı sorgulamaksızın insan soyut bir varlıktan öte gidemez. Bu durum hem insanlık, hem toplumlar ve hem de tekil bireyler için geçerlidir. Yani karşımızdaki kişinin gerçekliğini kavramak için, çocukluğunu, ailesini, içinde bulunduğu olduğu çevreyi ve yaşadığı olayları göz önüne almak zorundayız. Bu gereklilik toplumlar, halklar için de geçerlidir. Sartre, ’’Sevgi anlamaktır’’ diyor. Eğer birisini seviyorsak, onu anlamak yani, kişisel tarihini bilmek zorundayız. Bilmek için fiile dökülen eğilim, kendiliğinden anlamayı ve sevgiyi doğurur zaten. Sevgi dile getirilen tatlı sözcükler ya da göklerden inen hoş duygu değil, saydamlığa dökülen bir fiiliyattır yani.

Geçmişin sorgulamasına dejavü olayını da ele alabiliriz. Dejavü, geçmişte yaşanmış bir olayın aynısının kişi nezdinde tekrar yaşanması duygusudur. Mutlaka herkes hiç beklenmedik bir zamanda aniden, ’’Ben bunu önceden yaşamıştım’’ hissini algılamıştır. Bilim bu durumu beyinin bir şekilde kısa devre yapması şeklinde açıklıyor, daha doğrusu, açıklamaya çalışıyor. Ama dejavünün ne olduğunu kimse kesinlikle bilmiyor. Belki  de ruhlar dünyasının bize ulaşma çabasıdır veya paralel evrenlerde yaşadığımız gerçekliğinin şimdiki zamana ve kişiye bir an için belirmesidir dejavü; boyutlararası saniyelik zaman sızıntısı yani. Zaman yolculuğu herkesin aklını başından alır. Hem bilim, hem sanat ve hem de söylence zaman yolculuğu fikrini hep işlemiştir ve daha çok inceleyecek galiba. İbn Arabi ise, dejavü olayına, ’’Herşey olmuştu zaten, sen sadece şimdi hatırlıyorsun’’ şeklinde yaklaşıyor; ’’Sen aslında kalbinde yazılı olan sana ait hakikatin bilgisini şu an keşfediyorsun’’ diyor. O tanışmanın öğretisinin de kader olduğunu ileri sürüyor. Arabi’ye göre, kader senin yüreğine yazılmıştır. O yüzden sen bu dünyada yol aldıkça, kendi kalbini okumalısın. Sen dış dünyaya baktığını sanırsın, oysa o dünya senin içinin bir yansımasından ibarettir; aynı aynaya bakmak gibi. Ama o ayna, senin şimdiki durumunu değil, olman gereken hali gösterir. İbn Arabi’nin düşüncesindeki gizemlerden biri şudur: Oluş bir hal değil, bir farkındalıktır. Yani sen değişmiyorsun. Sen zaten sendin, ama farketmiyordun. Hayat dediğin, sana seni farkettiren bir uyanış sürecidir. O yüzden zaman aslına dönüş değil, tanıyıştır. Ve kader, o muhteşem tanışmanın kitabıdır. Arabi, ’’Başlangıç yoktur, bitiş de yoktur’’ diyor ve ekliyor: Herşey olmuştu zaten. Yani içinde bulunduğun bu an sadece bir tekrardan ibaret. Sen yaşadığını sanıyorsun. Oysa sen, olmuş olanı yaşıyorsun.  Senin özün neyse, başına gelen de odur. Çünkü hakikat içinden bir parçadır. Ve her parça bütününe dönmek ister. İşte bu dönüş, İbn Arabi’nin dediği ruhsal  yolculuktur; bir insanın kendi aslına dönüşüdür. Ama bu dönüş zamanla olmaz, zamanın içinden geçerek olur. Çünkü zaman bir labirenttir. Ama o labirent senin yitip gitmen için değil, kendine döndürmek için tasarlanmıştır. Ve her acı, her kayıp, her bekleyiş o labirentin duvarlarına kakılmış bir sözcük gibidir. O sözcükleri okumayı çözersen kaybolmazsın. Kader özle ahenk içinde bulunur. Ve zaman mefhumu sadece bu uyumu seyretmenden ibarettir.

Geçmiş ile gelecek arasında linear bir çizgi yok aslında. Einstein zamanın bükülebildiğini belirtmişti zaten. Bir kara delik içinde bulunduğumuzu iddia edenler de var. Yani bir zaman spirali içinde yaşıyor olabiliriz. Işık hızına ulaşınca ise zaman duruyormuş. Belki de zaman birbiriyle alt alta, üst üste, yan yana, karşı karşıya yapışık olan sabun köpükleri gibi bir olgu. İçinde bulunduğumuz mekansal sabun kabarcıkları büyüyor, büyüyor ve belli bir noktadan sonra patlıyor; akabinde başka bir zaman ve mekan boyutuna geçiyoruz. Ölüm de buna benzer birşey olsa gerek; boyutlar yolculuğu, tenselden tinsele gidiş, bir gerçekten başka bir gerçekliğe sıçrayış. Nicel birikimlerin nitel patlamalara dönüşmesi de bunun gibi. İleriye yönelik attığımız her adımda belli bir nicelik yaratıyor, geçmişi bir kez daha arkamızda bırakıyoruz, ta ki nitel değişimler ortaya çıkıncaya kadar. Su derece derece ısınıyor ve en sonunda buhara dönüşüyor; artık o su sıvı değil, çok başka bir boyut. Devrim de böylesi bir olgu. Toplum olgunlaşıyor, olgunlaşıyor ve zamanı gelince bambaşka düzleme atlıyoruz; geçmişle en ufak bir ilişkimiz kalmıyor; çok daha öte bir düzende yaşamaya başlıyoruz. İnsanlığa, ’’Damla kendini tamamlayınca damlar’’ diye sesleniyor şair.

Antik Yunan filozofu Heraklitos, ’’Gerçek şimdi ve buradadır’’ demişti. Adama hak vermemek elde değil. Masamda tabaklar, kolonya, küçük bir kutu, sürüsüyle ıvır zıvır duruyor. Bunların hepsi geçmişte yapılmıştı ve üretilmeden yoktular aslında, ama şimdi inkar edilemeyecek bir şekilde masamda duruyorlar. Geçmiş de, içinde bulunduğumuz şu anda anlamını, varlığını bulan soyut bir tasarımdı aslında. Şimdiki zamanda somutlanmayan geçmiş, bir gerçek değil, olsa olsa söylentidir ve yok hükmündedir diye düşünüyorum. Geleceğe ilişkin ümitlerim, taslaklarım, tasavvurlarım da içinde yaşadığım şu anda kafamda dolanıyor. Yani geçmiş de, gelecek de dönüp dolaşıp şimdiye kilitlenip kalıyor. Atilla İlhan’ın senaryosunu yazdığı ’’Yarın bugündür’’ diye bir dizi vardı. Zevkle ve heyecanla izlemiştim; soluk soluğa bir film idi. Bugün ne yapıyorsak, yarın onu yaşayacağız gibi bir mesaj veriyordu büyük yazar. Haklıydı elbette, doğru söze ne denir? Bu konuya İbn Arabi yazgı anlayışını da ekleyerek bir yaklaşım sağlıyor: ’’Başlangıç bitiş, bitiş de başlangıçtır, sadece bir çember içinde hareket ediyoruz, zaman yoktur’’ diyor. Kuantum mekaniği ile izafiyet teorisini uzlaştıran Arabi zamana dair konuşurken, hep ’’an’’a dikkat çekiyor. Çünkü ona göre an, zamanın en gerçek durumudur. Ne mazinin ve ne de atinin olmadığını belirten Arabi, ’’şimdi’’yi Allah’ın en yoğun bulunduğu yer olarak tanımlıyor. Yaşanan her an yeniden bir varoluş, yeni bir doğuş, yeni bir vasıf, yeni bir manadır. Sen içinde bulunduğun anı yaşarsan Rab’bı bulursun. Geçmişte kalırsan vicdan azaplarında, pişmanlıklarda boğulur, gelecekte yaşarsan tedirginlikler içinde harap ve bitap olursun. O yüzden esas olan, ’’Şimdi’’dir, kader şimdiyle yazılır. Senin, ’’Talihim böyle yazılmış’’ diye algıladığın şey, aslında şu andaki görüş açındır. Bakış zaviyeni değiştirirsen, yolun da değişir. İstikametini farklılaştırdığın anda, kaderin bir kez daha yeniden okunur.

Yukarıda geçmişi, geleceği ve şimdiki zamanı kısaca ele almaya çalıştım. Şimdi yazdığım tüm bu olguların ışığında, ’’Geçmiş bugündür, yarın da dündür’’ dersem yanılmış olur muyum sizce?

Köksal Türker

ÖNE ÇIKANLAR