Kara mizah, terör, şiddet ve din

Aslında tabiatı gereği yan yana gelemeyecek kadar zıt olan bu kavramlar bir gazete manşetinde veya telefon ekranında kendini gösteriveriyor olması ve ayırt etmeksizin bütün toplumları bir korku tünelinin içine itiveriyor olması büyük bir problem. Daha birinin acısı bitmeden bir başkası başlıyor maalesef ve bu tarz cinayetler belirli aralıklarla devam ediyor. Hatırlanacağı üzere Paris’te bir mizah

DR. MUSTAFA AKDAĞ 06 Kasım 2020 BLOG

Aslında tabiatı gereği yan yana gelemeyecek kadar zıt olan bu kavramlar bir gazete manşetinde veya telefon ekranında kendini gösteriveriyor olması ve ayırt etmeksizin bütün toplumları bir korku tünelinin içine itiveriyor olması büyük bir problem.

Daha birinin acısı bitmeden bir başkası başlıyor maalesef ve bu tarz cinayetler belirli aralıklarla devam ediyor. Hatırlanacağı üzere Paris’te bir mizah dergisi yayınladığı küçük düşürücü karikatür sebebiyle radikal dinci insanlar tarafından saldırıya uğramış, gösterilen toplumsal tepki, dayanışma ve sağduyu sonucu asıl hedefine de ulaşamamıştı. Belli bir süre pusuya yatan bu şiddet ve nefret duygusu birkaç yıl aradan sonra Paris’te, Nice’de ve Viyena’da tekrar hortladı. Afganistan ve başka ülkelerden gelen saldırı haberleri de üstüne tuzu biberi oldu.

Peki adeta bize dejavu yaşatan bu eylemlerle kim, ne amaçlıyor olabilirdi?

Elbette ki, kandan ve nefretten beslenen bir kısım azınlık ama muktedir insanlar güruhundan bahsedilebilir. Peşlerine taktıkları cahil ve zalim insanlarla kaos ve kargaşa peşinde olan hasta ruhlar. Doğrusu, insan nisyan ile malul yani unutkan bir varlık. Zira, tarihte biraz geriye gidersek, 20. asırda iki büyük dünya savaşı ile kana doymak bilmeyen insanoğlunun, 21. yüzyılın hemen başlarında bu öfkesini başka bir düzleme taşıdığı görülür.

Öyle ki, kıtalararası tesirli silahlar üretti, hatta mertlik kalmadı ve artık hile ve zulüm de asimetrik hale geldi. Birebir mücadelenin bile bir kuralı varken, bu insanlar vakti gelince kullanıp atmak amacıyla tek kullanımlık örgütler türettiler, masuma ve silahsıza saldırmayı cihat sanan. Oysa cihadın bile dinde, hukukta bir yeri ve şekli vardı.

Gerçi, hepsinin hammaddesi de insan unsuru olduğu için, bu sistemlerine lazım olan yapıtaşını zamanla cahil bıraktıkları, dini ve milli duyguları da kabartılıp sömürülmüş, karnı aç, hırslı ve öfkeli insanlardan tedarik etmek zor değildi bu toplum mühendisleri için.

Sırtlarına bombayı bağlayıp, ya da eline silahı alıp yoldan geçenlere, hiçbir şeyden haberi olmayan masum insanlara saldırmayı, onları yok etmeyi cennete gitmek için tek yol gören cahil insanlar türedi çokça. Üstelik bunu Allah, din ve peygamber adına yaptığını iddia etmeleri problemi içinden çıkılmaz hale getiriyordu.

Sağduyulu insanlar bile dinin, dini değerlerin bu derece suiistimal edilmesi karşısında açık bir duruş sergileyemediler. Bu insanlar aslında insanın yaratılış fıtratına en uygun olan barış ve huzur ortamlarını yok etmeyi hedefliyorlardı. Üstelik, fiziksel sınırların kalmadığı global bir dünyada din, dil, ırk ve devlet gözetmeksizin bu şiddet ve nefret timlerini seferber edip masum insanları hedeflediler.

Bir taşla birkaç kuş birden avlıyordu bu art niyetli insanlar. Ama bilmiyorlardı ki bu bumerang atıldıktan sonra dönüp kendilerini de vurabilirdi. Öyle de oldu. Güvenle yaşanılan Batı ülkelerinin en güzel şehirleri ve insanları da bu terörden doğrudan etkilenmeye başladı maalesef. Üstelik sadece belli bir dine mensup olanlar değil, her toplumdan bu tarz Breivik gibi insanlar çıkarmayı başarmışlardı.

Aslında 2001’de 11 Eylül hadisesi ile işin fitili ateşlenmiş oldu. 2002 de Tunus’da bir sinagogda 22 kişi; Pakistan Karaçi’de bir intihar saldırısında 11’i Fransız 14 kişi öldü ve yine Amerikan Konsolosluğu önünde meydana gelen patlamada da 12 kişi can verdi.

Aynı yılın Ekim ayında Endonezya Bali Adasında çoğu turist, 200’den fazla kişi öldürüldü. 28 Kasım 2002 de Kenya Mombassa’da İsraillilerin kaldığı bir otelin önünde bir otomobil havaya uçtu 18 kişi öldü.

2003 yılı da en az 2002 kadar kanlı geçti: Suudi Arabistan Riyad’da bir dizi bombalı saldırıda kanlı El Kaide 35 kişinin canına kıydı. Fas Kazablanka’da bombalar patladı ve 45 kişi yaşamını yitirdi.

Yine aynı yıl Endonezya Jakarta’da bir otelin önünde bir bombanın patlaması sonucu 12 kişi öldü. Irak Bağdat’taki Birleşmiş Milletler Merkezi’ne düzenlenen intihar saldırısında 22 kişi can verdi.

Yine Riyad’daki saldırıda 17 kişi kurbanı oldu. 15 ve 20 Kasım 2003 de İstanbul’da iki sinagog, İngiliz Konsolosluğu ve İngiliz HSBC bankasına düzenlenen dört ayrı bombalı saldırıda 62 kişi öldü.

2004 yılında şiddet maalesef hız kesmeden devam etti ve İspanya Madrid’de yolcu trenlerinin havaya uçurulması sonucu 191 kişi öldü. 7 ve 25 Temmuz 2005 de ise Londra’da bir dizi bombalı saldırı gerçekleşti ve yine El-Kaide saldırıları üstlendi, toplamda 52 kişi öldü.

Son 10 yıla gelindiğinde ise maalesef bu tür zararlı örgütleri üretme, destekleme konusunda çok mümbit olan Ortadoğu’da DAEŞ (IŞID) gibi yeni ve daha cani örgütler türedi. Arap baharı kışa dönünce Suriye’de patlak veren savaş bu örgütlere hem maddi hem de insan kaynağı açısından adeta altın tepside sunulmuş oldu.

Avrupa açısından en acı olan ise, Avrupa’da yetişmiş 3-4. kuşak Müslümanların da bu yapmacık cihat sevdasına kapılıp DAEŞ gibi örgütlerin safında savaşmak için Suriye’ye gelmiş olmaları idi.

13 Kasım 2015’te bir Metal-rock grubunun konseri sırasında düzenlenen saldırıda 89 kişi yaşamını yitirdi. Aynı esnada Paris’te başka noktalar da hedef alındı. Bombalı saldırılarda ölenlerin toplam sayısı 130’u buldu. 368 kişi yaralandı. Saldırıları terör örgütü DAEŞ üstlendi.

Maalesef liste bu şekilde uzayıp gidiyor.  Bu son haftaya gelene kadar da benzer olaylar aralıksız devam etti.


Son Viyana saldırısını da DAEŞ (IŞID) üstlendi. Peki, su bunu yapanların eline ne geçti? Karikatür ortadan kalktı mı? Peygamberin imajı tekrar düzeldi mi? Dine olan sempati arttı mı? Hayır. Tam tersi oldu.  Hatta, Selam ismi ile toplumlara esenlik veren Allah (cc) ismi de bu canilerin cinayetlerinde “Allahu ekber” diye bağırmaları yüzünden antipatik hale gelmedi mi?


Aptallığın samimiyeti olmaz ama, varsayalım içlerinde bunu samimi duygularla din için yaptığını düşünen, buna inanan zavallılar olsun, bunlar bu yapılan saldırı ve cinayetlerle tümüyle bir dinin adını karalamakta olduklarını fark etmiyorlar mı? Sadece diğer dinden olanları değil, Müslümanları da kendi dinlerinden soğutmuş olmuyorlar mı? Sonra da çıkıp gençler deizme niye kayıyor deyip dövünmenin de manası yok.

Bundan daha büyük kötülük yapılabilir mi milyarlarca müntesibi olan bir dine?
Üstelik, saldırganların çoğu olayda can verdi. Allah’ın ona emanet ettiği canı üstelik O’nun istemediği şekilde yok etti, pek çok masum insanın da canına kıydı, katil oldu. Kuran’ın “bir masumu öldüren, bütün bir insanlığı öldürmüş gibidir” ayetini çiğnemiş oldu. İntihar ettiği için de hem dünyası hem de ahireti gitti. Yani nerden bakarsanız tutarsızlık, canilik ve aptallık.

İşin cabası da, her hadise sonrası bu yaramazlık yapan kendi mahallesinin çocukları adına özür dilemek zorunda kalan birkaç sağduyulu insanın içine düştüğü durum. Çocuklar benim değil deyip evlatlıktan reddetsen olmuyor, zira nerede yetiştikleri, isimleri cisimleri aileleri belli.

Ceza verip kulağını çekmek çözüm değil. Bataklığı kurutmak gerekiyor. Ama o da bazı temel dini meselelere kökten çözüm bulmadan mümkün değil. Üstelik ailelerin ve toplumun çoğunluğu bu hadislere gerektiği gibi tepki bile vermiyor. Farkında değiller ki, bu tavrı ile bu yaramaz çocuklarını zımnen desteklemiş oluyor.

Ya da farkındalar ama bunu bir intikam aracı olarak görüyorlar. Zira rakiplerinin bunu hakkettiğini düşünüyorlar. Bu nokta ise daha büyük bir felakete işaret ediyor.

Çok ciddi problemli bir zihinsel arka plana, yanlış yorumlanmış bir itikat ve asıl mücadele edilmesi gereken bu hastalıklı zihniyete.

Neyse, yine de enseyi karartmamak gerekiyor. Hayat varsa ümit de vardır. Olumsuza odaklanıp karamsar bir ruh haline bürünmek olmaz. Aksine sesimizi daha gür çıkarıp doğruluk, hak ve hakikat için mücadelemizi artırmak gerekiyor. Zira yeryüzünde insan olduğu müddetçe bu tür problemler de olmaya devam edecek.

O yüzden biz tarihin doğru tarafında durmaya, hak ve hakikatten yana olmaya çalışmalıyız. Oturup ağlamak veya bir başsağlığı dileyip, eskisi gibi hayatımıza devam etmekle de olmaz. Hadiseleri doğru yorumlayıp uzun vadeli kalıcı çözümler üretmek ise asıl kalıcı görevimiz olmalı.


Örneğin son Paris, Nice ve Viyana cinayetleri öyle bir zamanda oldu ki, dünyadaki en büyük dinin temsilcisi Papa “hepimiz kardeşiz” çağrısı yapıp, diğer ikinci büyük din olan İslam’ı birlikte çalışmaya davet etmişti.


Bu olaylar ise bu çağrıyı boğdu maalesef. Ayrıca siyasi liderlerin çekişme ve laf dalaşının ardından saldırıların gerçekleşmesi de saf zihinleri apaçık tahrik ettiğini gösteriyor bu duyarsız kişilerin.  Bir de basit bir kural vardır sosyal hadiselerde, kim karlı çıkmışsa olaydan, suçlu da odur.

Burada da hadislerin oluşturduğu tesir ve sonuca bakılırsa, hiçbir yer güvenli değil havası estirilmiş oldu ki bu içinde yaşadığımız coğrafyada artık sokağa çıkarken bile korkmamıza ve birbirimize düşman gibi görüp, şüphe ile yaklaşmamıza sebep olacak bir korku ve endişeyi doğurdu.

Bu tür örgütleri el altından desteklediklerini artık inkâr bile etmeyen siyasiler ise çatışma halinden çok mutlular. Zira çözümün yine kendilerinde olduğunu vadederek seçmenlerini artırmış rakipleri ütmüş oluyorlar. Beraber çalıştıkları silah vs. tüccarlarını da beslemiş oluyorlar.

Tabi olaylar lokal olsa da global tesiri olduğu için hem toplumsal barış hem de dünya barışı büyük darbe alıyor, bu da özellikle Avrupa’da sağcı, radikal partilerin ekmeğine yağ sürüyor.

Münferit ve küçük de olsa bu tür hadiseler, diyalog için çabalayanları da demotive ediyor, ümit kırıyor, geleceğe dair karamsarlık aşılıyor ve kitleleri bunalıma itiyor.

Peki kısa ve uzun vadede bu tarz hadiselerin önüne geçmek, tesirini kırmak ve engellemek için neler yapılabilir?

Kısa vadede özellikle çok kültürlü toplumlarda, çevremiz, komşularımız ve iş arkadaşlarımız ile irtibatı güçlendirmek, selamı yaymakla başlanabilir. Bu tarz krizleri fırsat bilip, uzak mesafede bile olanlarla irtibata geçip işin gerçek yüzünü anlatmak yerinde olur.


Özellikle dindar insanlara da ulaşıp onların mabetlerine, kiliselerine gidip başsağlığı dilemek çok önemli.


Bu konuda Almanya’da ve Fransa’da çok güzel örnekler yansıdı medyaya, bunun sayısını da artırmak ve sıklaştırmak lazım. Muhatapların üçüncü kaynaklardan değil, bizzat bizden gerçek bilgileri almalarına yardımcı olmak, herkesin aynı olmadığını, genelleme yapmanın, birkaç meczup yüzünden bütünüyle bir dini ve üyelerini kötülemenin doğru olmadığını vurgulamak lazım.

Daha somut manada, Müslümanlar olarak, ibadet yaptıkları esnasında Hristiyanların kiliselerinin önünde nöbet tutmak da sembolik de olsa güzel olabilir. (Zira, Christchurch’de camiye yapılan saldırı sonucu Müslümanlar ölmüştü ve orada yaşayan Hristiyanlar da bu şekilde camiyi koruma altına almışlardı).

Sosyal medya çağında bu mecralar daha güçlü kullanılıp hashtaglar üretilebilir, farkındalık oluşturulur.

Uzun vadede yapılabilecek şeyler ise: Özellikle dini eğitim üzerinde tekrar kafa yormak gerekir. Yani çocuklara “intercultural- Interreligious competence” yani kültürler ve dinler arası ilişkiler açısından yeterlilik ve duyarlılık kazandırmak mühim. Bunu da müfredata yerleştirmek, uygulamalı göstermek gerekir.

Din adamlarını bu hususta yetiştirmek, duyarlı hale getirmek gerekir.
Dinleri temsil eden kurumların birbiri ile ilişkileri, birlikte çalışmaları sembolik bile olsa çok önem arz etmektedir.

Radikalizm ile mücadeleye de ayrı bir sayfa açmak gerekir. Evimizde, okullarda varsa şiddete meyilli insanlar, bunu ortadan kaldırmak için bu kişilerle özel ilgilenmek gerekir.

Self-radicalism yani kendi kendine durumdan vazife çıkarıp ihkak-ı hak etme, adaleti kendisi sağlama isteği başlı başına bir problem. Buna dikkat çekmek gerekir. Bazen gençler tabiri caiz ise medya ve çevreden etkilenip reaksiyon olarak bu şekilde tepkiler üretebilirler.

Bu şekilde meyli olanları tespit edip tamirine bakmak lazım. Gençlere birbirlerini ve muhatapları tahrik etmeme ve kendisi de hemen tahriklere kapılmama konusunda eğitim vermek esastır.

Çocukların çevresinde sinsice dolaşan ve saflarına katmaya çalışan kötü niyetli örgütlerin faaliyetlerinin konusunda duyarlı olmak ve bunların önüne geçmek gerekir. Bu konuda gerekirse güvenlik güçleri ve devlet yetkililerinden destek almak lazım.

Bu yönüyle çocukların gelişimini ve değişimlerini iyi takip etmek, gerekli zamanda gerekli müdahaleleri yapabilmek gerekir.

Özellikle din eğitimi hususunda yeterli malzeme veremezsek gerçek dinî öğretmek de imkânsız hale gelir. Bu açıdan en uygun dil (ana dili ile birlikte) çocuğun okul okuduğu dildir. Bu dilde kaynak ve malzeme üretmek gerekir. Yoksa bu boşluğu internet vs. den alınan kontrolsüz ve tehlikeli bilgiler doldurur.

Veliler de belirli seviyede dini kaynaklara vakıf olmalı, dini doğru şekilde anlayıp anlatma görevinin öncelikle ailede olduğunu unutmamaları gerekir. Çocuğu başımızdan savıp, filanca camide veya dernekte öğrensin dediğimiz her vaka kontrol dışına çıkma eğilimi gösterir.

Alternatif olarak, referansı sağlam eğiticiler bulup onlara emanet edilebilir. Eve geldiğinde de ne öğrendiğine dair bilgiler alınır, genel tutumu gözlemlenir.

Elhasıl, eğitim her işin başı ve en temel çözümü olduğu için mutlaka doğru ve güvenilir ellerde olmalıdır. Son olarak unutmamak gerekir ki, iyiler de kötüler kadar cesur olmadığı zaman bu problemler devam eder gider.