İnsan iradesi ve hidayet

Allah (cc), çeşitli vesileler göndererek insanları hidâyete erdirir. Peygamberler insanların hidâyetine vesile olduğu gibi gönderilen kitaplar da yine aynı şekilde insanların hidâyetine vesiledir. Evrensel insani değerleri anlatmak birer vesile ve vasıta kabul edilebilir. Ancak burada unutulmaması gereken bir nokta vardır; o da şudur: Cenâb-ı Hak, böyle çeşitli vesileler gönderir, ama hiç kimseyi bu vesile ve

EKREM ERDEM 16 Ekim 2022 BLOG

Allah (cc), çeşitli vesileler göndererek insanları hidâyete erdirir. Peygamberler insanların hidâyetine vesile olduğu gibi gönderilen kitaplar da yine aynı şekilde insanların hidâyetine vesiledir.

Evrensel insani değerleri anlatmak birer vesile ve vasıta kabul edilebilir. Ancak burada unutulmaması gereken bir nokta vardır; o da şudur: Cenâb-ı Hak, böyle çeşitli vesileler gönderir, ama hiç kimseyi bu vesile ve vasıtaları kabullenmeye zorlamaz. Durum böyle olunca da peygamber hânesindeki bir insan bile bazen hidâyete eremez. Veya tam tersine olur; Firavun sarayında bir mü’min-i âl-i Firavun ve Âsiye yetişir. Tabiî bu çeşit hidâyette daima beşer iradesi devreye girmektedir. Allah (cc), hidâyete götürücü bütün vesileleri yaratır. Ama hidâyeti yaratması insan iradesine bağlıdır. Mahiyet ve hüviyeti meçhûl bu izafî varlık, burada da bir âdi şart olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde bu tür hidâyet ele alınmaktadır. Biz, bunlardan bir-ikisini zikretmiş olacağız:

“Semûd milletine doğru yolu göstermiştik, ama onlar körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler. Kazandıklarının karşılığı olarak onları alçaltıcı azabın yıldırımı çarptı.” (Fussilet, 41/17)

Demek oluyor ki, esasen Semûd kavmine hidâyet vesilesi ulaşmıştır. Bu Hz. Sâlih’dir (as). Fakat onlar kendi irade ve ihtiyarlarıyla körlüğü tercih etmişler ve temerrüdle burunlarının doğrultusunda giderek gayyaya yuvarlanmışlardır.

  1. Allah (cc), hidâyete vesile olmaları için nice peygamberler göndermiştir. Tâ ki, kendi iradeleriyle sapıtanlar, hiçbir mazeret ileriye süremesinler:

”Peygamberlerden sonra, insanların Allah’a karşı bir hüccetleri olmaması için, müjdeleyen ve korkutan peygamberler gönderdik. Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” (Nisa, 4/165)

İnsanlar sapıklıklarına karşı hiçbir mazeret ileri sürecek durumda değildir. Çünkü ard arda gelen peygamberler, insanlara hakikatleri bütün çıplaklığı ile anlatmışlardır. Kötülüklerin encamını ve iyiliklerin insanı hangi zirvelere ulaştıracağını bir bir söylemişlerdir.

”Biz seni hak ile müjdeleyici ve inzar edici bir peygamber olarak gönderdik. Geçmiş her ümmet içinde de mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunagelmiştir.” (Fâtır, 35/24)

Evet, hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir nebi zuhur etmesin. Bu itibarla her ümmete mutlaka nebi gelecek, mübeşşir ve münzir olarak onlara hakikatleri tebliğ edecek ve ardından da iradeleriyle onları dinleyenler hakkında Allah (cc) hidâyetini yaratacaktır. Sapıklığı tercih edenler ise dalâlette kalacaktır ki, bu da onlar için de Cenâb-ı Hak, dalâlet murad etmiş olacaktır.

“Biz peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap etmeyiz.” (İsra, 17/15)

Allah (cc), herkesin sesinisoluğunu kesmek ve itiraza hiçbir mahal bırakmamak için peygamberler gönderdi. Onlar da birer hidâyet meş’alesi gibi ümmetleri arasında yol gösterici oldular. Bizim payımıza düşen ise bir meş’ale değil hidâyet güneşiydi. Zira bize gelen Hz. Muhammed Aleyhisselamdı, Nebiler Sultanıydı.

Bizler için de hiçbir mazeret söz konusu olamaz. Çünkü Efendimiz’in sesini soluğunu duyduğumuz gibi, o günden bu güne Kur’ân’ın füsûnkâr ifadeleri her an içimizi okşayıp durmaktadır.

Bununla beraber, Cenâb-ı Hak, ayrıca kemâl-i kereminden her asrın başında birer müceddit gönderdi.[1] İçimizi saran toz ve dumandan gönüllerimizi temizledi. Onlar vasıtasıyla her asrın insanı, dinî hayatına yeniden bir canlılık getirdi. Fakat bütün bunlar olurken insanın iradesi nazardan uzak tutulmadı. Yâni, Cenâb-ı Hak, hidâyete götürücü vesile ve vasıtaları yaratarak hidâyeti yaratmayı kulun istemesine bağladı. Bu bölümde cebrî bir hidâyet söz konusu değildir.

Bazen de Allah (cc), insanların liyakatını nazara alarak, hidâyet ve dalâleti doğrudan doğruya yaratır.

Allah (cc), Nebi’sini gönderir. O nebi, Hz. Ebû Bekir’e dini tebliğ eder. O da hiç duraklamadan tebliğ edilen mesajı kabul eder ve hakikat karşısında birden eriyiverir. Gönlü hidâyetle apaydın olur, derken gider “Sıddıkiyet”in zirvesine yükselir.

Yine Allah (cc), Nebi’sini gönderir. Bu sefer de karşısına Ebû Cehil gibi biri çıkar. Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle onun hidâyete liyakatının olmayacağını bildiğinden onun hakkında dalâleti yaratır. O da hakkındaki bu hükmü fiilleriyle tasdik eder. Her geçen gün küfür ve küfranını artırır. Başaşağı gider. Sonunda hayatını, Bedir’de Allah Resûlü’ne karşı kılıç kullanırken noktalayarak bir çukura, hem de ebedî olarak yuvarlanır.[2]

3) Zaten Kur’ân-ı Kerim her iki hidâyet şeklini şu âyette bir arada toplamış ve her iki hidâyet şekline de dikkati çekmiştir:

“Allah Dârü’s-Selâma çağırır. Dilediğini de doğru yola eriştirir.” (Yûnus, 10/25)

Cenâb-ı Hak, çeşitli vesileleri kullanarak insanları hidâyete, sırat-ı müstakime davet eder. Ancak, hidâyete gelince, onu bizzat kendi meşietine bağlar. Dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini de dalâlette bırakır.

Meselenin bir küçük yönü insana aittir. O Allah’ın davetine icabet eder ve hidâyet vesilelerinden istifadeye çalışırsa, Allah da meşietiyle tecelli eder ve onu hidâyete erdirir.

Kur’ân-ı Kerim bir hidâyet kaynağıdır. Ondan ancak Allah’ın diledikleri istifade edebilir ve Kur’ân sadece onlar için bir hidâyet vesilesi olur. “Müttakiler için bir hidâyet kaynağıdır.” (Bakara, 2/2) denilmekle bu hakikata işaret edilmektedir. Kelimenin mânâ-yı masdarî olmasından anlıyoruz ki, kul evvela müttaki olmaya çalışacak ve Kur’ân’dan istifade etme liyakatını ortaya koyacaktır ki, bu kula ait yöndür. Cenâb-ı Hakk’ın meşietine ait yön ise birkaç âyet aşağıda anlatılmakta ve şöyle denmektedir:

“İşte onlar Rablerinden bir hidâyet üzeredirler.” (Bakara, 2/5)

Onlar ki gaybe inanmışlar, namaz kılmışlar, oruç tutmuşlar, zekat vermişler ve kendilerine gelen kitaba da kendilerinden öncekilere gelen kitaplara da inanmışlar ve âhireti tasdik etmişlerdir. Bu davranış onları müttaki olma seviyesine çıkarmış ve Allah (cc) da onlar için hidâyet dilemiş ve hidâyet yaratmıştır.

4) Ve yine Allah (cc), peygamberine hitaben:

“Ey Habibim! İşte sana da buyruğumuzla Cebrâil’i gönderdik. Sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz sen de insanlara göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın yolunu, doğru yolu göstermektesin. İyi bilin ki, işler sonunda Allah’a döner.” (Şûra, 42/52-53)

İşte bu âyette de anlatıldığı gibi, hidâyette iki mertebe görüyoruz. Birinci mertebede sadece vesile ve vasıtalık var ki, Kur’ân-ı Kerim bu vesile ve vasıtalığı da bazen hidâyete erdirme olarak vasıflandırmaktadır. Esasen bu tür hidâyete erdirme vesilelikten öteye de geçmez. Hidayetin ikinci mertebesine gelince bu Cenâb-ı Hakk’ın insan gönlünde hidâyeti yaratmasıdır. Bu yaratmayı Cenâb-ı Hak, vesilelerle yaptığı gibi doğrudan doğruya da yapmaktadır. O’nun bu tür hidâyete erdirmesi ise, sırf bir lütuftur. Büyüklerimiz buna “Cebr-i Lütfî” demişlerdir. Rabbimizden niyazımız, bizleri de böyle cebrî bir lütuf ile hidâyete erdirmesidir.

Hem hidâyet hem de dalâlet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıyla vücuda gelir. Bu mânâyı ifade eden şu hadîs-i şerif bu hakikati tam tenvir eder:

بُعِ “Ben tebliğ ve davet edici olarak gönderildim. Hidayet meselesinde benim hiçbir müdahalem ve selahiyetim söz konusu değildir. Şeytan da bâtılı süslü göstermek ve sizi azdırmak için gönderilmiştir. Onun da dalâlet hakkında bir söz ve selahiyeti yoktur.”[3]

İnsan, iradesiyle talepte bulunur. Sonra da Cenâb-ı Hak talep edilen şeyi yaratır. Şu kadar var ki, insanın sevap cihetine iktidarı çok az olmasına rağmen, günah ve şer cihetine surî bir iktidarı vardır. Zira şer ve günahlar tahrip nevindendir. İnsan bir kibritle bir evi yakabildiği gibi, çok küçük bir iradeyle de şer ve günah işlemeye güç yetirebilir. Halbuki ona isabet eden bütün sevap ve hayırlar Cenâb-ı Hakk’dan gelmektedir. Kula düşen ise bu sevap ve hayır kapısında sebat edebilmektir. O’nun kasdı ve azmi hayır olduğu müddetçe de Allah (cc), ona hayır ve sevabı nasip edecek ve onun için bütün hayır yollarını kolaylaştıracaktır. Hidayet bu zaviyeden bakılacak olursa, herkes için ve her zaman ve zeminde lazımdır.

* * *

Editör: EKREM ERDEM