İnhiraflar içinde yaşayan bir millet

Oysa ki, hakîkatlere göz kapamadan daha tehlikeli bir körlük ve onları araştırıp öğrenmemeden de daha büyük bir talihsizlik yoktur. Böyle bir körlük ve talihsizliğe mâruz kalan fert de, cemiyet de iflâh olmamıştır. Bir ülkede yığınlar hakîkata karşı böylesine kör, aydınlar da vurdum duymaz veyâ “Düşünce hürriyeti, fikir hürriyeti” deyip kimseye bir şey anlatamıyorlarsa, ya da

EKREM ERDEM 16 Temmuz 2021 BLOG

Oysa ki, hakîkatlere göz kapamadan daha tehlikeli bir körlük ve onları araştırıp öğrenmemeden de daha büyük bir talihsizlik yoktur. Böyle bir körlük ve talihsizliğe mâruz kalan fert de, cemiyet de iflâh olmamıştır.

Bir ülkede yığınlar hakîkata karşı böylesine kör, aydınlar da vurdum duymaz veyâ “Düşünce hürriyeti, fikir hürriyeti” deyip kimseye bir şey anlatamıyorlarsa, ya da onlara, bir şeyler anlatma fırsatı verilmiyorsa, o ülkede, umumî inhiraflar, vicdânî ve ruhî rahatsızlıklar sürüp gidecek, dolayısıyla da yığınlar bir türlü “infiâller fâsid dâiresi”nden kurtulamayacaktır.

Yakın geçmişimiz itibârıyla biz, sürekli inhiraflar içinde yaşadık; defâatle onun zehir-zemberek netîceleriyle sarsıldık.. ve kim bilir kaç kere, kılpayı ölüm çukurlarına yuvarlanıp gitmekten kurtulduk. Geçirdiğimiz bâdirelerden bir tânesi dahi, mezardakilerin dirilip gelmesine yetecek kadar kıyâmet endamlıydı ama; “Yâ mahşer!” deyip kendini ölüm uykusuna salanlar üzerinde hiç mi hiç te’siri olmadı.

Şimdiye kadar çevremizde meydana gelen bunca kızıl-kıyâmetle uyanmamış kafaların, şu andaki hâdiselerle uyanacaklarına ihtimâl vermek bir hayli zor. Görünen şu ki bunlar, hâdiseler ne kadar ürpertici olursa olsun, yatakta vaziyet değiştirip eski uykusuna devam eden bir uykukolik gibi, bu çıldırtan gafletlerini sürdüreceklerdir…

Bir zamanlar “kimse başımızı ağrıtmasın, oturup biraz da keyfimize bakalım” diye, ülke topraklarını bahşiş gibi sağa-sola tevzî ederek onun daralmasına, büzülmesine hattâ maddî-mânevî çoraklaşmasına göz yuman bahtsızların, şu anda olsun, o korkunç târihî hatalarıyla karşı tarafın iştihâsını kabartıp onlarda yeni yeni arzular uyardıklarının farkına varıp bu büyük yanlışlığı tamir etmelerini ne kadar arzu ederdik..! Heyhât; ne o anlayış, ne o idrak, ne de o basîret

Uyanıp kendine gelmek şöyle dursun, belli bir dönemde bu ülkede, başkalarının hesap ve çıkarları çizgisinde sürekli, zafer kılıklı falsoların gururu yaşandı.. ve bu karanlık devrede, milletçe, değişik muvâzaaların ortak paydasını bir başarıymış gibi görüp göstererek, o günün sahte kahramanlarının yalancı destanları altında iki büklüm olup, bilerek veya bilmeyerek o günün en merğûb metâı düzmeciliğe yahşîler çekip alkış tuttuk.

Ve işte tâ o zaman defâatle tarihe yön vermiş bir milletin hayatı ruh ve mânâ plânında sona eriyordu.. ona yeni bir hayat üflemeye çalışan mesih soluklular ise, ya sık sık dostların vefâsızlığına çarpılıyor veya düşmanların husûmet ağında derdest edilip, “Sabr-ı cemîl” çekiyorlardı. Şimdilerde çokları: “Aylardır çevremizde olup-biten kızıl-kıyâmeti, bir cansız cenâze sessizliği içinde seyrediyoruz” diyor ve hayıflanıyorlar. Hayır, benim safderun dostlarım! Aylardır değil, hatta senelerdir de değil; biz bir asırdan beri, daha doğrusu can alıcı hasımlarımızın visâline koşmaya başladığımız günden beri “cihanda sulh” un büyüleyici atmosferinde çevremizi, sinema seyrediyor gibi mahmur mahmur temâşa etmiş ve zâlimlerin her seviyedeki satranç oyunlarına karşı hep alâkasız kalmışızdır.

Bu tâlihsiz dönemde işin serkârı olanlar, hiç mi hiç müteşebbis olamamış, medenî cesâret gösterememiş, üç adım ötesini görememiş, dünya gündemine katkıda bulanamamış; hemen her zaman başkalarının ruznâmesine mevzû, başkalarının oyunlarına piyon olmuş, doğrudan doğruya milletimizi alâkadar eden meselelerde bile başkalarının kararlarını esas almıştır. Bugünün işini, yüzlerine-gözlerine bulaştırarak edâ ettiklerine ve birkaç günlük ihtiyaçlarını yerine getirdiklerine inanınca da, daha doğrusu sorumluluklarını yerine getirdikleri vehmine kapılınca hemen yan gelip yatmadan başka hiçbir dertleri olmamıştır. Bunların çoğuna göre oturmak ayakta durmaktan, yatmak oturmaktan, uyumak da yatmaktan, kim bilir belki de ölmek yaşamaktan daha dinlendirici, daha akıllıcaydı..!

Biri diğerini yiyip bitirmeden başka bir emel taşımayan bu ufuksuz insanların teşkil ettiği heyet, kaynağı kendi rûhunda bunca entropiyi aşarak gelip bu günlere nasıl ulaştı? Bence, asıl hayret edilecek husus da işte budur..!

Zerreleri arasında câzibe bulunmayan bir bütünün dağılıp gitmesi mukadderdir. Hususiyle bu bütün cüz-i fertleri îtibariyle bozulup çözülmeye açıksa.. evet bu dönemde, milletin önünde bulunanlar milleti, millet de onları sevememiş; hemen herkes birbirini koltuk değneği gibi kullanmak istemiş, vâkıa zaman zaman bir kısım çıkarlar etrâfında ve dar bir dâirede bir araya gelmeler olmuş ise de, beklenen şeyler elde edilemeyince eskisinden daha beter çözülmelere, dağılmalara gidilmiştir.

Bir-iki asırdan beri milletimiz, kendi kendinin musîbeti ve kendi kendinin mağdûru olarak yaşamıştır. Evet, millet ruhuna, Allah ve Peygamberine baş kaldırmanın dışında ciddi hiçbir şeyin öğretilmediği bu karanlık dönemde, bütün kara seslerin, kapkara ağızların yaptıkları tek şey geçmişi tezyîf, atalarımızı tahkîr ve bin senelik muazzam mîrâsı inkâr olmuştur. Yine bu tâlihsiz dönemde, en mebzul metâ, gururdur, çalımdır, cakadır. Şâir-i şehîrimizin de ifâde ettiği gibi; deve izi derin gölde (!) saman çöpüne binip yüzen bir sineğin kendini bir diritnotda zannetmesi gibi, bunlar da bir kısım levsiyat bataklıklarında düşe-kalka yürürken, kendini, okyanuslarda hem de transatlantik-lerde seyahat ediyor sanıyorlardı. Kanları sürüngenler gibi soğuk, zekâları bütün bütün şehvetin ağında, keseleri sefâhetle delinmiş ve hayatları, sindirim-dolaşım-ıtrâhata göre programlanmış bu bedenin kulları, gelecekte, târihimizin dünüyle yarını arasında rutubetlenmiş, güvelenmiş bir bölüm olarak hatırlanacak ve nefretlerle anılacaklardır.

Bilindiği gibi, Osmanlı’nın son döneminde bâzı kimseler, bir yolunu bulur, bir memuriyete intisap eder ve şahsî, ailevî masraflarını “Dersaâdet”e yüklemeye bakarlardı. Vâli, hâkim, defterdar, üniversite hocası, asker, hekim, postacı gibi devletin bakım-görüm mecburiyetinde olduğu değişik sınıfların yanında ne işe yaradığı belli olmayan bir kısım nâzırlıklar, müşâvirlikler, müdîr-i umûmîlikler vardı ki bunlar da parazit gibi devletin sırtından geçinirlerdi.. ve çok defa bu tufeylî gürûh için iş icat ederlerdi. Meselâ; beyefendi “Semâya yol nâzırı veyâ müdîr-i umûmisi” tâyin edilseydi. “Bu memuriyetten maksat nedir? Böyle bir memuriyete intisap edenler ne iş yaparlar?” demeden, hemen bir müsteşar, birkaç müdür, birkaç müşâvir alarak bu hayâli nâzırlığı teşkîlatlandırmağa çalışırdı. Hatta her sene bir kısım yeni yeni şubeler ihdâs ederek dünyâ kadar amelmandaya maaş bağlar ve bağlatırdı.

Günümüzde de durum bundan çok farklı değil; millete zimamdarlık yapanların bir kısmı siyâset mâlûlü.. hemen hepsi yorgun ve asâbi.. büyük çoğunluk, hep korkulu bekleyişlerin streslerinde.. riyâ ve tabasbus en büyük sermâye ve mâvi kart.. hemen herkes hayalî mesâî ile göze girme yarışında.. rica ederim yürüyeceğine yerinde tepinmeye takılmış bu talihsizlerden ne beklenir ki..?

Evet, etrâfımızı saran bunca fezâî ve fecâinin tek sorumlusu bizler ve zimamdarlarımızdır. Boş yere hilâli-haçı, müezzini-nâkûsu, imamı-papazı çekiştirip durmayalım.. biz İncil ve Tevrat’ın, Zebur ve suhufun kahrına uğramadık; biz milletçe şahsiyetsizliğin, mihrapsızlığın, sürekli yüzüp gezmenin, her gün ayrı bir âlûftenin arkasında koşmanın, birkısım paradokslara takılıp kalmanın ve manâ kökümüzü baltalamanın kahrına uğradık…

Bu ülkede bir iki asırdır, bir anlayış tıkanıklığı, düşünce tıkanıklığı ve fikir hayâtımızın önünü kesen bir inkibâz yaşanmaktadır.. belki arasıra hükümet şekli değiştirilerek bir kısım tesellî devreleri yaşanmış, idâre şekli plâstize edilerek kitlelerin hiddet ve öfkesi dindirilmiş ama, bunların hiçbiri milletin beklentilerine cevap vermemiştir.

Aslında, idâre şekli ve idâre edenlerin kalb ve kafaları değiştirilmedikten sonra hiçbir şeyin olmayacağı muhakkaktı ama, ister fantazi densin, ister kitlelerin kin ve nefretinin yatıştırılması ameliyesi densin, bâzı şeyler yapıyor gibi görünmeyi maslahat saydık.

Evet, son bir iki asrın insanı, tanzimattan meşrûtiyete, meşrûtiyetten cumhuriyete, ondan da demokrasiye uzanan yolda dünyâ kadar değişikliklere şâhid oldu ve olduk ama, bağı kopmuş tesellîleri istisnâ edecek olursak, bu sistemlerin en ilklerinin bile henüz bütünüyle toplum hayâtına mâlolmadığının münâkaşası yapılabilir… Ricâ ederim, siyâsî ideolojiye rağmen bir kısım vatan evlâdının târih şuuru ve târihî dinâmiklere dayanarak kendi gayretleriyle elde ettikleri başarıların dışında iftiharla dem vurduğumuz aydınlık ve ilericilik adına gösterebileceğimiz ne vardır?..

Bereket ki, Hakk’ın inâyetinin temsilcisi bu bir avuç insan da vardı. Yoksa, inkisarlarımız ümitlerimizi de alıp götürecek ve bizler hasımlarımızın tahakkuk eden rüyâları olacaktık.

Evet, hiçbir milletin cihangirliğinin “İlelebed” devâm etmeyeceği muhakkaktır.. tabii manâ köküyle münâsebetini devâm ettiriyorsa “İlâ nihâye” kuruyup gitmesi de. Her millet gibi biz de, bir târihî engebeye takılıp sendeledik, hatta belki yüzü koyun kapaklandık.. bunları inkâra mecal yok.. yok ama, Yaratan’ın inâyetiyle dirilip toparlanacağımızda da şüphe edilmemelidir. Elverir ki, sînelerimizde, hayattan kâm almaktan daha ziyâde biraz da başkaları için yaşama arzusu yeşerebilsin. Ve meflûç insanlar gibi tir tir titreyen irâdelerimiz, yeni bir “Ba’sü ba’del- mevt”le canlansın, canlansın ve irâdesinin yaradılış gâyesini ortaya koysun.

Biz, düşmanlarımızın sarsmasıyla değil, kendi iç sarsıntılarımızla yıkıldık.. ve yine kendi sînelerimizde tutuşturacağımız korla ve vicdanlarımızda kaynayıp köpüren vârolma aşkıyla dirileceğiz…

* * *

Editör: EKREM ERDEM