İlhadın bu kadar ön almasının sebebi nedir?

İlhad: Düşüncede, inkâr, Hakk’ı kabul etmeme ve bir ateizm; tasavvurda, sınırsız hürriyet ve alabildiğine serâzât olma hâleti; amel ve davranışlarda ise, bir ibâhiye (yasak tanımama ve aklına estiği gibi yaşama) keyfiyetidir. Düşüncede ilhad, nesillerin ihmali, ilim ve ilim yuvalarının sû-i istimâli neticesinde serpilip geliştiği gibi, daha sonra arz edeceğim bir kısım hususlardan destek alarak da,

EKREM ERDEM 16 Nisan 2021 BLOG

İlhad: Düşüncede, inkâr, Hakk’ı kabul etmeme ve bir ateizm; tasavvurda, sınırsız hürriyet ve alabildiğine serâzât olma hâleti; amel ve davranışlarda ise, bir ibâhiye (yasak tanımama ve aklına estiği gibi yaşama) keyfiyetidir.

Düşüncede ilhad, nesillerin ihmali, ilim ve ilim yuvalarının sû-i istimâli neticesinde serpilip geliştiği gibi, daha sonra arz edeceğim bir kısım hususlardan destek alarak da, hız kazanmakta ve yaygınlaşmaktadır.

Bir toplum içinde ilhadın ilk yeşerdiği vasat, serpilip geliştiği atmosfer, cehâlet ve kalbsizliğin hâkim olduğu atmosferdir. Kalbi ve ruhu beslenemeyen kitleler er geç ilhadın pençesine düşerler ve Hak yardımı olmazsa bir daha da kurtulmaları imkânsız gibidir… Bir millet, kendini meydana getiren fertlere, öğretilmesi ve inandırılması gerekli olan şeylerin, öğretilmesi ve inandırılması uğrunda, lüzumu derecesinde hassasiyet göstermezse, bilgisizlikten askıya alınan o fertler, kendilerine telkin edilecek her şeyi kabule hazır hâle gelmiş ve dolayısıyla da ilhada itilmiş olurlar.

İlhad; evvelâ, inanç esaslarına karşı alâkasızlık, umursamazlık şeklinde belirir. İçinde biraz da fikir ve düşünce serbestiyeti gamzeden bu tavır, ilhad ve inkâra destek olabilecek küçük bir emâre bulunca, hemen büyüyüp dal-budak salmaya başlar. İnkârın; ciddî, kayda değer ve ilmî hiçbir sebebi yoktur. Bazen bir ihmal, bazen bir gaflet, bazen de bir yanlış değerlendirme onu doğurabilir.

Günümüzde, bu hususların hemen hepsiyle helâk olmuş pek çok kimse vardır. Ancak, bunlar arasında, ehemmiyet derecesine göre baş sırayı alacakların tesiri, tahribi daha büyük olduğundan, biz de sadece onların üzerinde durmak istiyoruz.

Şunu da hemen arz edeyim ki, burada ilhad ve inkârın izâlesi ve bu hususta gerekli olan delillerin ortaya konması mevkiinde bulunmadığımızdan okuyucu bizden, mücelletlerle ifade edilebilecek şeyleri istememelidir. Aslında, soru-cevap sütunlarında, çok yüklü sayılan böyle derin bir mevzuun, tahlil edilemeyeceği de her hâlde takdir buyurulur. Kaldı ki, o hususta meydana getirilen şaheserler varken, yazılacak şeyler olsa olsa onların tekrarı olacaktır.

Sadede dönelim; günümüzde, her biri, ilâhî birer mektup olan eşya ve her biri kudret kaleminden çıkmış hâdiseler; tabir-i diğerle, tabiat ve onun kanunları, ilhada “meşcerelik” gibi gösterilmekte ve nesiller iğfal edilmektedir. Oysaki, şarkta ve garpta elli bin defa yazılıp çizildiği gibi tabiat kanunları, âhenkle işleyen bir mekanizma, istihsâli fevkalâde bol bir fabrika ise, bu âhenk ve ıttıradı; bu düzen ve istihsal gücünü nereden almıştır? Bir şiir gibi akıcı, bir mûsıki gibi ruhları okşayan tabiatın, bu ses ve soluğunu kendine ve rastlantılara vermek mümkün müdür?

Tabiat, zannedildiği gibi, inşa edici bir güce sahipse, kendinin nasıl varolduğunu, bu gücü nereden elde ettiğini izah edebilir miyiz? Yoksa “Kendi kendini yarattı?” mı diyeceğiz! Bu ne korkunç mugalâta, ne inanılmaz yalandır!..

Bu hilâf-ı vâkinin içyüzü şudur: “Ağaç, ağacı yarattı; dağ, dağı; sema, semayı…” Böyle bir mantıksızlığa “evet” diyecek bir fert çıkacağını zannetmiyorum. Ve şayet “tabiat” denilince, doğrudan doğruya “şeriat-ı fıtriye”deki kanunlar kastediliyorsa, bu da ayrı bir aldatmacadır. Zira kanun -eskilerin ifadesiyle- bir ârazdır. Âraz, cevherin varlığıyla var ve onunla kâimdir. Yani, bir mürekkebin, bir organizmanın heyet-i umumiyesini, onu tamamlayan bütün parçaları, bir arada düşünmeden, onlarla alâkalı kanun mefhumunu tasavvur etmek mümkün değildir. Başka bir ifade ile, kanunlar varlıklarla kaimdirler. Neşv ü nemâ kanunu bir tohum ve çekirdekle; cazibe kanunu, kütleler arasındaki değişik münasebetler veya hayyizle kâimdir. Bunları çoğaltmak mümkündür. O hâlde, varlıkları düşünmeden kanunları düşünmek ve hele, o kanunları varlığa menşe ve esas saymak tamamen bir hokkabazlık ve diyalektiktir. Sebeplerin varlığa esas ve kâide olması da, bundan daha az garip değildir. Doğrusu, bin bir hikmet ve incelikleri ihtiva eden şu âlemi, hiçbir ilmî kıymeti olmayan sebepler ve rastlantılarla izaha kalkışmak, oldukça gülünç ve gülünç olduğu kadar da ilimlerin butlânını iddia gibi bir tenakuz ve hezeyandır.

Müller’in denemeleri, sebeplerin yetersizliği ve tesadüflerin aczini ilân ederken, ilimler konuşmuş ve ilim hükmünü vermişti. “Sovyetler Birliği Kimya Enstitüsü”, Oparin başkanlığındaki 22 senelik çalışmasıyla, kimyevî kanunların ve kimyevî reaksiyonların varlığa ışık tutmaktan çok uzak bulunduğunu da -yine ilimler ve ilim adamları- söylüyordu.

Bugün yıllarca ilim mahfillerinde tecrübevî (pozitif) bir hakikat gibi tedris edilen “evolüsyon ve transformizm”, yeni ilmî buluşlar ve genetikle alâkalı gelişmeler karşısında, artık fantezi birer nazariye hâline gelerek tarihe malzeme olmadan başka hiçbir kıymet-i ilmiyeleri kalmamıştır. Ne acıdır ki, bu yetersiz ve mevsimlik vâhî meseleler hâlâ tamamen muallâkta olan, kültürsüz, mesnetsiz ve kaidesiz zavallı neslimizin ilhadını netice vermektedir.

Bereket versin ki, diğer yanda buna muhâzî olarak, duygu ve düşüncelerimizdeki zedelenmeleri giderecek, kalbî ve ruhî yaralarımızı tedavi edecek bir kısım eserler de, piyasaya sürülmeye başlamıştır. Ve artık bugün, tabiat ve sebepleri hakiki yüzleriyle aydınlığa kavuşturan kitapların, doğu ve batı dilleriyle yazılmış yüzlercesine hemen her yerde rastlamak mümkündür. Kendi dünyamızda yazılanları bir mizaç inhirafı olarak yadırgasak bile, “Niçin Allah’a İnanıyoruz?” gibi kitapları dünya efkârına arz eden yüze yakın batılı kalem, hiç olmazsa bu türlü müstağripleri düşündürmelidir!..

İlmî muhit ve atmosferin bu kadar aydınlığa kavuşmasından sonra, ilhadın bir mizaç inhirafı, bir inat ve peşin kararlılık ve biraz da çocuk ruhluluk olduğunu söylersek, mübalâğa etmiş olmayız. Ne var ki gençliğimiz, henüz kendini idrak edemediği, ruh dünyasıyla bütünleşemediği için; yukarıda işaret ettiğimiz, bir kısım müzelik ve tamamen fantezi düşünceleri, ilmî gerçekler zannederek aldanmadan da bütün bütün kurtulmuş sayılmaz.

Bunun içindir ki, günümüzde artık doğruyu öğrenme ve öğretme seferberliği her türlü mükellefiyet ve vecibelerin üstünde bir ağırlık kazanmıştır. Bu yüce vazifenin görülmeyişi ise, toplumda telâfisi imkânsız uçurumlar meydana getirecektir ve getirmiştir de. Belki de, yıllar yılı gerçek ızdırabımızın asıl sebebi de budur. Bizler kalb ve kafa izdivacına yükselmiş, kendi içinde derinleşmiş; öğretme aşkıyla yanıp tutuşan muzdarip mürşitlerden mahrum bir kısım talihsizleriz. Ümit ederiz ki, gerçeğin öğreticileri, bu köklü ve beşerî vazifeyi yüklensinler ve bizi asırlık ızdıraplarımızdan kurtarsınlar!

İşte o zaman nesiller düşünce ve tasavvurda istikrara kavuşacak, yanlış düşüncelere kapılmaktan, sarkaç gibi, sağa-sola gidip gelmelerden ve sık sık yer değiştirmelerden kurtulacak, kısmen dahi olsa ilhaddan korunmuş olacaklardır. Netice olarak diyebiliriz ki; düşüncede neslin ilhadı, tamamen bilgisizlikten, terkip kabiliyetine sahip olamamadan, kalb ve ruh gıdasızlığından kaynaklanmaktadır. Zira insan, çok iyi bildiğini -ve hele meziyetleri de varsa- sever; bilmediğine karşı ise, düşman kesilir; en azından alâkasız kalır.

Şimdi, başımızı kaldırıp, raflarda ve vitrinlerde sergilenen kitaplara ve o kitaplarla bize anlatılan fikirlere ve tanıtılan şahıslara bakalım. O zaman, sokaktaki çocuğun neden “Apaçi” kıyafetine girdiğini; neden kendini “Zoro”ya benzettiğini ve nasıl “Don Juan” kesildiğini anlama imkânını bulacağız. Bahsettiğim şeyler, gerçeğe ışık tutan bir iki misaldir. Siz tahrip edici bu unsurların içtimâî ve iktisadî hüviyette olanlarını da eklediğiniz zaman, iliklerinize kadar ürpereceğiniz daha bir sürü şeyle karşılaşabilirsiniz.

Dünden-bugüne insanımız, kendisine iyi olarak tanıttırılanı sevip arkasına düştü. Tanıyıp bilmediklerine karşı da, hep yabancı ve alâkasız kaldı. Şimdi bizlere, onun azgınlaşan ruhu karşısında, kendisine neler götürebileceğimizi düşünerek, bundan sonra olsun, onu boş bırakmamak ve aydınlık yolu göstermek düşüyor.

Neslin ilhada sürüklenmesi ve inkârın yaygınlaşmasında ikinci mühim âmil de gençlik fıtratıdır. Onların sınırsız hürriyet arzuları, doyma bilmeyen iştihaları ve Ankâ gönülleri bir muvazenesizlik ifadesi olarak hep ilhadı benimsemektedir. Bu serâzât gönüller, “Peşin bir dirhem lezzeti, ilerde batmanlarla elem ve ızdıraba tercih ettiklerinden”; acınacak âkıbetlerini hazırlama yolunda, şeytanın önlerine sürdüğü sûrî zevk ve lezzetlere pey çekmekte ve kendini ateşe atan kelebekler gibi, uçup uçup ilhada düşmektedirler.

Bilgisizlik, kalb ve ruh gıdasızlığı gibi hususlar arttıkça, madde ve cismâniyet yüceltici duygulara galebe çalmakta ve Faust’un bir toyluk neticesi özünü Mefisto’ya kaptırdığı gibi, zavallı gençler de gönüllerini şeytana kaptırmaktadırlar. Evet, ruhlar ölü, kalbler fakir, akıllar alabildiğine hezeyan içinde ise, ilhad mecburî istikamet demektir. İnanç, mes’uliyet duygusu, ısrarlı kalb, ruh terbiye ve tehzîbi ise, gençliğin diri kalmasının en büyük teminatıdır. Yoksa, şeytanın hevâ-i nefislerine musallat olduğu bir topluluk, hezeyandan hezeyana düşecek, durmadan mihrap ve kıble değiştirecek ve her “nev-zuhûr” felsefeyi bir halaskâr olarak alkışlayacak ve bir dâye sayıp kendini onun kucağına atacaktır.

Sabah kalktığında nihilizme alkış tutacak; öğlene doğru Marksist-Leninist sisteme selâm duracak; ikindiye doğru existansiyalizme pey çekecek ve belki de, akşam karanlığıyla beraber Hitler’e ait türküler söyleyecektir. Ama, hiç mi hiç, kendi ruh köküne, ulu millet ağacına, onun asırlık meyvelerine; kültür ve medeniyetine dönüp bakmayacaktır.

Tasavvur dünyası bu denli bozulmuş bir neslin, hevâ ve hevesten kurtulması, zihin ve düşüncede istikamete ermesi oldukça müşkül, belki de imkânsızdır.

Onun için, neslimize, bugüne kadar varlığımızı ona borçlu olduğumuz esaslardan müteşekkil bir terminolojinin belletilmesi ve fikir hayatında sistemli ve müstakîm düşünceye ulaştırılması şarttır. Yoksa, bu maymun iştahlılık ve:

“Bu hissizlikle, cemiyet, yaşar derlerse pek yanlış:
Bir millet göster, ölmüş mâneviyâtıyla sağ kalmış.”
 (M. Akif)

İlhada diğer bir sâik de, her şeyin mubah görülmesi, “ibâhîlik” ve mevcut her şeyden istifade edilmesi düşüncesidir. Dünya nimetlerinin bütününden kâm alma felsefesine dayanan bu anlayış, bilhassa günümüzde sistemleştirilerek bir felsefî mektep hâline getirilmiştir. Bize doğru gelirken, ilk defa “libido” ile sarsılan ve ırgalanan hayâ hissimiz. J.P. Sartre, A. Camus’la yerle bir edilmiş ve harabeye döndürülmüştür.

İnsanı insanlığından utandıran ve daha çok çöplüğe benzeyen bu “ruh sefaleti” felsefesi, nesillere, “İnsanın gerçek yanını aydınlığa kavuşturan bir düşünce sistemi.” diye arz ve takdim edildi. Evvelâ, bütün Avrupa gençliği, daha sonra ise, taklitçi dünya, hipnoz edilmiş gibi bu akıma koştu. İnsanlık, onda, komünizmle güdükleşen benlik ağacının, yeniden serpilip gelişeceğini ve kendi kendine ereceğini zannediyordu. Heyhât! O, son bir kere daha aldatıldığının farkında değildi.

İşte, Yaratıcı’yı kabuldeki, haramlar ve mubahlar inancı böyle alabildiğine soysuzlaşmış ve yılışıklaşmış neslin, her şeyden kâm alma felsefesine ters geldiği için; o, kendini ilhadın kucağına atmakta ve onda Hasan Sabbah’ın yalancı cennetlerini bulmaya çalışmaktadır.

Geleceğin basiretli sevk ve idarecileri, mürşit ve muallimlerinin, ilhadı durdurma adına nazar-ı itibare alacakları mülâhazasıyla yukarıdaki hususları arz ettik. Yoksa, ne serserilik ve hezeyanın sebepleri bunlardan ibarettir, ne de buna karşı yapılması gerekli olan tahşidat söylenenlere münhasırdır.

Başlayan bu yeni dönemde, milletimizin kendi kendini feth ve keşfetmesi dileğiyle!…

* * *

Editör: EKREM ERDEM