Sanki mutlu olmayı seçince, haksızlığı tercih ediyorum gibi gelmişti bana. Veya haklı olmak için çalışmaz isem haksız olacakmışım, haksızlığı kabullenecekmişim gibi… Siz ne dersiniz bu konuda? Belki de mutluluk ve hak kavramlarının sınırlarını çizmek gerekir öncelikle. Mutluluk bireyin kendisine bakar. Kendisini bilmesi, tanıması, hayattan beklentisi ile ilgilidir. Sahip oldukları ile mutlu olamayan bir kişiyi, mutlu
Belki de mutluluk ve hak kavramlarının sınırlarını çizmek gerekir öncelikle. Mutluluk bireyin kendisine bakar. Kendisini bilmesi, tanıması, hayattan beklentisi ile ilgilidir. Sahip oldukları ile mutlu olamayan bir kişiyi, mutlu edebilecek hiçbir şey yoktur. Hak ise muhataba bakar. Muhatap haksızlığa uğradığını hissediyor ise orada haksızlık vardır.
Bir gün dostum, birbiri ile nerede ise taban tabana zıt iki kavram söyleyerek hangisi daha önemli demişti. Ben de, siz birisini seçin, ben diğerinin daha önemli olduğunu ispat edeyim diye karşılık vermiştim. Farklı bakış açıları, imkanlar, kabiliyetler ve belki binlerce kritere göre haklılık ortada bir kavramdır. Bu nedenle, haklılık davası bir savaş gibidir. Ve savaşın kazananı olmaz. Bazen dostlardan haklısın sözünü duyarız da, memnun oluruz, içimiz kıpırdar. Ancak ne kadar yürek acısı ile söylendiğini bilemeyebiliriz.
Yunus Emre’nin hayatının anlatıldığı Aşkın Yolculuğu dizisinde Şeyh Taptuk Emre, adalet masumiyeti aramaktır demekte. Düşündüm, tarihte bir sürü medeniyet kurulmuş ve zamanla hükmü verilmiş, neye göre ? Bu konuda en önemli kriter adalet olmalı. Masumiyetin bulunması, hükmü verilenlerin, akrabalarının ve bu toplumu oluşturan tüm insanların vicdanlarının bu hüküm hakkında rahat olmalarıyla mümkün olmalı. Tabii ki bunun için, suçluyu cezalandırmak yerine, suçu önlemek üzere gerekenler yapılmış olmalı. Aç, açıkta kimse olmamalı, adalet en kısa sürede sağlanmalı, insanların bir iç huzursuzluğunda başını omzuna yaslar gibi, dizini dizine vererek sakinleşeceği hacı ağabeyleri olmalı…
Haklılık iddiasi yaparken düştüğümüz bir yanılgı, göz yumduğumuzda haksızlığın artacağına dair inancımızdır. Durum gerçekten böyle midir ? Hz İsa’nın, topluluğun bir kadını cezalandırmak istemesine karşılık, “ilk taşı en masum olan atsın” buyurmasını nasıl değerlendirmeli ? Ortada bir suç veya suçlu var ise bizim masum olduğumuzu iddia edebilmemiz ne kadar reel olabilir ki?
Allah’ın rahmetinin sonsuzluğu, insanlığın buna ihtiyacına işaret olabilir. Buna göre diyebiliriz ki, affetme, suçu önleme adına en önemli kriterlerden birisidir.
İnanın bunları söylemesi, yazması çok kolaydır. Kendi nefsimi susturabilmek için delil ararım. Biraz dikkat edebilsek, haklılık adına konuştuğumuz şeylerin genelde sonuç olduğunu görebiliriz. Birisi birisine çok büyük bir kötülük etmiş, af mı edeceğiz? Cezalandıralım ki bir daha insanlar böyle bir kötülük etmeyi düşünemesinler (!) benzeri laflar bile duyarım, bazen içimden de geçiririm. Öncelikle böyle bir tezin hiçbir altyapısı, geçerliliği yoktur. Tarihte kötülük en ağır bir şekilde cezalandırılmıştır. Anında, çoluk çocuğu ile birlikte, ama önlenememiştir.
Gücümüz yettiğince kendimize konfor alanı oluşturmaya çalışıyorsak eğer, gücü yetenin yettiğince suç işlemesine zemin hazırlıyor olabiliriz. Belirli bir derece imkanlarımız var ve bu imkanlarımızı hayatı kolaylaştırmak için kullanmıyorsak eğer, daha az imkanı olanları köleleştiriyor olabiliriz. Ve farkında olmadan daha fazla imkanı olanlara kölelik yapıyor olabiliriz.
Belki yanılıyor olabilirim ama insanları mutlu eden şeyin suçluyu cezalandırmak değil, haklı olmak olduğunu düşünmekteyim. Çok ciddi bir haksızlığa uğramış olsak da özür dilendiğinde arkamızı dönüp gidebiliriz veya affedebiliriz.
Haklı olmak neden mutlu eder ki insanları? Oysa haklı olmak için tüm gücümüz, imkanlarımız, aklımız veya akılsızlığımız, anlayışımız veya anlayışsızlığımız ile haykırınca, muhatabımızın kalbindeki titremeden gök ehlinin rahatsız olduğunu bilebilsek… mutlu olur muyduk ?