Gözde yaş gönülde heyecanım

Bir büyük şöyle der ve bu sözlerini sıkça tekrar ederdi: “Ne ilmim var ne âmâlim Ne hayr u tâata kaldı mecalim Garîk-i isyanım çoktur vebalim Acep rûz-ı mahşerde n’ola halim.” Gözyaşları, ihlaslı ve samimi insanlar için, başka bir ifadeyle, daima ciğeri ve bağrı yanan insanlar için bir boşalma ameliyesidir. Âdeta, sînesinde cehennem korları ve içi

EKREM ERDEM 06 Ağustos 2021 BLOG

Bir büyük şöyle der ve bu sözlerini sıkça tekrar ederdi:

“Ne ilmim var ne âmâlim
Ne hayr u tâata kaldı mecalim
Garîk-i isyanım çoktur vebalim
Acep rûz-ı mahşerde n’ola halim.”

Gözyaşları, ihlaslı ve samimi insanlar için, başka bir ifadeyle, daima ciğeri ve bağrı yanan insanlar için bir boşalma ameliyesidir. Âdeta, sînesinde cehennem korları ve içi cayır cayır yanarken, onun duyguları dışa, göz yaşı şeklinde dökülür. Onun içindir ki, Allah Rasûlü tarafından, cehennemle göz yaşı arasında bir muvazene kurulmuştur. Cehennem kıvılcımlarının mahşerde insanları kovaladığı zaman, Cibril elinde bir bardak su ile görünür. Ve Allah Rasûlü ona sorar: “Elindeki nedir?” Cibril’in cevabı şu olur: “Mü’minlerin göz yaşı.. cehennemi söndürsün diye!”..

Başka bir hadîslerinde bu muvazeneyi şu sözleriyle ifade ederler.. “İki göz cehennem ateşi görmez: Düşmana karşı nöbet bekleyen ve Allah (cc) korkusundan ağlayan gözler”. Evet, Cehennemin korkunç kıvılcımlarını söndürecek ancak göz yaşıdır. Allah Rasûlü bu ve benzeri hadîsleriyle, dışa karşı mücadele ve mücahede eden insanın bu durumuyla,içe karşı mücadele yapan ve nefsiyle yaka paça olan, bu yüzden de göz yaşı döken insanın amelini aynı mütalaa ediyor. Kur’ân-ı Kerim, ağlayan insanların durumunu bir ibret vesilesi olarak nakleder. Ayrıca, az gülüp çok ağlamayı, kazanılan günahlar karşısında iki büklüm olmayı emreden nice âyetler vardır.

Ruh inceliğinin şâhidi durumunda olan göz yaşının her damlası, bir rikkat ürpertisidir ki, Cennetteki kevserlere denk kıymete sahiptir. Göz yaşının kuruması cidden acınacak bir zavallılık örneğidir. Allah Rasûlü, şeytandan sığındığı gibi, kurumuş gözden Allah’a (cc) sığınmaktadır.
Keşke her mü’min kendini sıkı bir kontroldan geçirip, bu acı hakikatı itiraf ederek şöyle diyebilseydi: Ne ilmim var, ne âmâlim; ne hayr u tâata kaldı mecâlim. Ne gözümde yaş, ne de yürekte dermanım. Ve ne de irade de ferim…
Ve yine, keşke her mü’min kendini şuna ikna edebilseydi: Ben bir hiçim. Eğer Cenab-ı Hakk’ın (cc) bir kısım lütûflarına mazhar olmuşsam, bunlar benim liyakatımdan değil, aksine muhtaç oluşumdandır. Benim bu müflis hâlim Cenab-ı Hakk’ın (cc) rahmetini ihtizaza getiriyor ve bütün bu lütuflar da onun için geliyor. İnsanın kusurlarından sıyrılmasının ilk yolu, kusurun kusur olarak bilinmesidir. Bu bilmeyi daima bir ürperti takip etmelidir ki, insan kusurlarından kurtulmayı becerebilsin.

Îmâna ait meseleleri sevmek.. küfür, isyan ve günahtan nefret etmek, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) insanlara ve bilhassa mü’minlere verdiği en büyük nimetlerdendir. Bu sayede insan imanda ve insan olmada zirveye doğru tırmanır ve onu aşağıya doğru çekmek isteyen her türlü engel ve engebeden kurtulur. Âyette bu husus bir nimet olarak şöyle anlatılır: “Fakat Allah (cc) size imanı sevdirmiş; ve onu kalplerinize zînet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu Allah’tan (cc) bir lütuf ve nimettir. Allah (cc) Alîmdir, Hakîmdir” (Hucurat/7-8).

Allah (cc) inananlara imanı sevdirmiş ve kalplerinde imanı süslü göstermiştir. Onlar iman adesesiyle baktıklarından dolayı, sanki Cenneti, hurileri ve hepsinin ötesinde Cenab-ı Hakk’ın (cc) cemalini görüyor gibidirler. Eğer âyetteki ifadelere muhatap sahabî ise, zaten onlarda bu hâl değişmeyen karakter haline gelmişti. Onlar îmana ait bütün meseleleri, ibâdete müteallik bütün hükümleri, delicesine seviyor; küfürden ve küfre götüren şeylerden de alabildiğine nefret ediyorlardı. Onlar imanları sayesinde daha dünyada iken Cennete girmiş ve Cennet ikliminde yaşamaya başlamışlardı bile.. onlar için tekrar küfre dönmek ise, Cehennemde cayır cayır yanmayı Cennette reftâre dolaşmaya tercih etmek olurdu. İşte onlar bu sayede rüşde erenlerden olmuşlardı. Ve bu da, Rabb’in büyük ihsan ve lütufları arasında sayılması gereken nimetlerdendi…
Evet, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, insan kusurlarını hissedebiliyor ve onları görüyorsa, hatalardan sıyrılma adına ilk adımı atmış demektir. Ve eğer insan kendini kusursuz görüyor ve Müslümanlık adına, yapılması lazım gelen her şeyi tam ve eksiksiz yaptığı zan ve kanaatını taşıyorsa, o da yavaş yavaş batıyor demektir.

Bir insanın kusurunu bilmesi kadar büyük irfan olmaz. Kusurunu itiraf edeni müjdelemeli ki, bu haliyle o kurtuluşa doğru ilk ve en çalımlı adımını atmıştır.
Sıyam, kıyam, gönül heyecanı ve göz yaşı denilen şeyler insanın mânevî hayatını kurup inşa edeceği esaslardır. Elbette bunlara ilave edilecek hususlar da vardır. Meselâ insanın malıyla fedakarlık yapması, günümüzde farzlar ötesi farz durumunda olan cihad da bulunması gibi meseleler, mânevî çatının vazgeçilmez rükünleridir.

Bunlardan biri eksik olursa, insan, namazın rükünlerinden birini eksik yapmış gibi, Cenab-ı Hakk’ın (cc) rahmetiyle rezonans olamaz. Rabbimizin rahmetiyle tam temasa geçmemiz ve aynı frekanstaki alıcı verici durumunu elde edebilmemiz için, O’nun bize, ferdî, ailevî ve cemiyet hayatımıza dair teklif ettiği bütün emirlerini arızasız ve kusursuz yerine getirmemiz icab etmektedir. Aynen bunlar, bir kilidin içine giren anahtarın dili gibidir. Dişlerden bir tanesinde herhangi bir arıza, bir bozukluk bulunsa, diğer bütünü uysa ve tutsa bile kapıyı açamazsınız. Ne olursa olsun, mükellefe düşen şey “kilide göre anahtar” deyip, sebepler planında sorumluluklarını kusursuz yerine getirmektir.

Aslında kulluğun manâsı da budur. Evet, kulluk bir ısrar ve kapıda durup beklemedir. Kul kapıda duracak, belki de bir ömür boyu kapının açılmasını bekleyecek; fakat hiçbir zaman kapıyı terk etmeyecektir. Hem de ilk günkü iştiyakı hiç eksilmeden, ülfet ve alışkanlıklar aşkını, şevkini alıp götürmeden, ibâdetleri ruhsuz birer jimnastik haline getirmeden.. ilk günkü tazelik, ilk günkü havf ve reca ile dopdolu olarak zamanla yarışmak, işte gerçek kulluk! Kurân’ın âyetleri bize bunu öğretiyor: “İman edenlerin Allah (cc)’ı anma ve O’ndan inen gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalbleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid/16).

Bu âyetin ilk muhatabı durumunda olan sahabenin, her an yenilenen atmosferini ve her defasında sanki gökten mânevî birer sofra inmiş gibi, hep ter-ü taze şeylerle yüz yüze gelmelerini, bunun ruhlarda hasıl edeceği değişiklik ve metafizik gerilimi de nazara alarak bu ifadeye muhatap olmaları düşünülürse, âyetin bize hitap etme yönü daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Zira onları ülfete götürecek şartlar henüz tamamlanmış değildi. Durmadan yeni âyetler nazil oluyordu. Ve onlar, İslâm adına her şeyi orijinalitesiyle yaşıyorlardı. Meselâ bir gün ezan sesini ilk defa duyuyor, onun heyecan verici nefesiyle camiye koşuyorlardı. Bir başka gün Allah Rasûlü onlara yeni bir tesbih ve dua öğretiyor; bu sefer de zindeliklerini onunla sürdürüyorlardı…
Buna rağmen, yine de âyet onları ikaz ediyor ve onlardan kalb heyecanı ve gözyaşı istiyordu.

Eğer heyecanlarımız, iç burkuntularımız ve göz yaşlarımız, Kurân’ın talep ettiği ölçüde ve onun istediği keyfiyette değilse, bizim kendi kendimizi kınamamızdan ve levm etmemizden daha normal ne olabilir ki?
Evet, boyunduruğun yere konduğu şu dönemde, din-i mübin-i İslâm’ı i’lâ etmek için koşup cihad etmiyor veya edemiyorsak; küfrün savleti altında ezildiğimiz bir dönemde, hakkı batılın satvetinden kurtarmak için uykularımız kaçmıyor ve ciddi bir ızdırap duymuyorsak, kınanacak birisi varsa o da biziz. Ve bu mevzûda herkes kendini ayıplamalı ve kendine levm etmelidir.
Biz bu kapının azat kabul etmez köleleriyiz. Hizmet kapısından asla ayrılamayız. Zaten gidecek başka kapı mı var ki ayrılıp oraya gidelim? Sonuna kadar diretecek ve asla bu kapının eşiğinden yüz çevirmeyeceğiz.
Allah’ın (cc) veli kullarından biri, senelerce Rabb’e kullukta bulunur. Nice müritler yetiştirir. Yetiştirdiği her müridin bir gün gelir ki gözünden perde açılır ve şeyhinin durumunu müşahede eder. Ne acıdır ki Levh-i Mahfuzda şeyhleri “Şakî olarak” yazılmaktadır. Bir bir onu terke derler. Sonunda sadece sadık bir mürit kalır. Durumu çok iyi bilen; fakat bir ders daha vermek için sabırla olanları seyreden şeyh bu müride sorar: “Arkadaşların niçin dergâhı terk ettiler; artık gelmiyorlar.” Mürit, utanarak, hicap ederek cevap verir: “Efendim, der. Sizi şaki olarak gördüler ve onun için halkayı terk ettiler.” Şeyhin dudaklarında buruk bir tebessüm belirir. “Yavrum, der, ben onların daha henüz gördüklerini kırk seneden beri görmekteyim. Ama başka kapı mı var ki oraya gideyim?” Şeyhin bu sözü semayı ihtizaza getirir. Levha birden değişmiştir. Şimdi o, elden ele bir gül gibi koklanan bir mutlu ve bir said dir. Sahâbîden sonraki devirlerde, toprak öyle mümbit ve verimli hâle getirilmiştir ki, binlerce Allah (cc) dostu, Hakk (cc) yârânı yetişmiştir. Ve bunlardan hiçbiri o kapıyı terk etmemiştir.

Bak onlardan biri, İbrahim b. Edhem hazretleri ne diyor:
“İlâhî isyankâr kulun Sana geldi ve hep Sana gelir
Günahlarını itiraf eder ve Sana yalvarır
Affedersen bu Sen’in şanındır, Sana yakışır
Kovarsan, beni Sen’den başka kim affedebilir?”
Riya endişesi, eskiden beri en büyük zâtların da, içlerinden atamadıkları bir endişedir. Elbetteki onların riya anlayışı bizimkilerden çok farklıydı ama, yine de o endişe vardı. Bundan kurtulmanın belli yolları vardır: Evvela, yaptığımız her işe Rabbimiz muttali olduğunu ve içimizden geçenler dahil bütün amel, fiil ve düşüncelerimizin Cenab-ı Hakk (cc) tarafından bilindiğini hiç bir zaman unutmamalı ve daima her hareketimizi bizzat O’nun murakabesi altında yapıyor gibi yapmalıyız. Ayrıca, kalbimize hüşyarlık kazandıracak evrad, ezkar ve kitapları her an mütalâadan uzak kalmamak, bizi neticeye götürücü çareler arasında değerlendirilebilir.
Başka bir soruya cevap faslında, arîz ve amîk anlatılmış olan bu hususu oraya havale edip kısa kesiyorum.
* * *
Editör: EKREM ERDEM