Gayb bilinebilir mi?

Evliyaullahın, Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, bir kısım emarelere istinaden ileriye mâtuf bazı haberler vermeleri öteden beri hep olagelmiştir. Kütüphanemde bulunan, iki yüz sene evvel yazılmış bir divanda, Ankara’nın pâyitaht olacağını anlatan bir şiir vardır; orada remizlerle, başında “A” harfi olacak, sonra şu harf olacak, sonra şu harf olacak, pâyitaht İstanbul’dan gidecek ve orada kurulacak deniyor. Dahası,

EKREM ERDEM 27 Aralık 2019 BLOG

Evliyaullahın, Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, bir kısım emarelere istinaden ileriye mâtuf bazı haberler vermeleri öteden beri hep olagelmiştir. Kütüphanemde bulunan, iki yüz sene evvel yazılmış bir divanda, Ankara’nın pâyitaht olacağını anlatan bir şiir vardır; orada remizlerle, başında “A” harfi olacak, sonra şu harf olacak, sonra şu harf olacak, pâyitaht İstanbul’dan gidecek ve orada kurulacak deniyor.

Dahası, o işin tarihine dair emareler de vardır. Hâlbuki âyet ve hadislerde böyle bir bilgi yoktur. Fakat kalb, vahye mazhar olduğu gibi ilhama da mazhardır. Dolayısıyla ilhama mazhar olan insanlar gayba dair bir kısım haberleri Allah’ın (celle celâluhu) bildirmesiyle bilebilirler. Hiç kimse kendi kendine gaybı bilemez. Bazı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat uleması böyle bir iddia sahibinin küfrüne hükmetmişlerdir. Bazı kimseler, Allah’ın bir kısım emarelerle bildirmesiyle hâdiseleri televizyon ekranından seyrediyor gibi sırasıyla haber vermişlerdir ki, tarih boyunca o haberlerin pek çoğunun gerçekleştiği hep görülmüştür.
Bununla beraber bazı kimseler Kur’an-ı Kerim’den ya da bazı hadislerden, dünyanın geriye kalan ömrüyle alâkalı, ebced hesabına dayanan bazı istihraçlarda bulunarak, Ümmetimden bir taife, kıyamet kopuncaya kadar hak ve hakikate sahip çıkacaktır.”

Sahih hadisinden bir kısım hükümler çıkarmışlardır ki, bunlara kat’i nazarıyla bakılmamakla beraber yabana da atılmaması gerekir. Şu husus da iyi bilinmelidir ki, ihsan-ı ilâhî, insanlardaki nankörlüklerle bazen inkıtaa uğradığı gibi, musibetler de –insanların güzel bir teveccühü sayesinde– gelirken yolda kalabilirler. Meselâ Cenâb-ı Hak Ninova halkına musibet takdir etmiş, bunu da halkın başında bulunan Yunus’a (aleyhisselâm) haber vermişti. Hazreti Yunus, kavmi içinde kalıp bu belâya maruz kalmak istemediğinden dolayı, kendi içtihadı neticesinde oradan ayrılarak bir gemiye binmiş, daha sonra gemidekiler tarafından denize atılmış ve bir balık tarafından yutulmuştu. Bu, onun hakkındaki rivayetlerin hulâsasıdır. Peygamberleri ayrılınca, Ninovalılarda kendilerine büyük bir musibetin geleceği kanaati hâkim olmuş ve bunun üzerine
toplanıp el ele vererek günlerce Allah’a istiğfar ve tazarruda bulunmuşlardı.
Onların bu küllî teveccühü üzerine Cenâb-ı Hak bir bulut mahiyetinde onları çepeçevre saran musibeti bertaraf etmiş ve ufuklarını açmıştı. Yunus (aleyhisselâm) böylece, ümmetine takdir olunan belânın geri çevrildiği tek peygamber olma şerefiyle serfiraz oldu.

Evet, kendilerine belâ gelmiş de geriye çevrilmiş tek cemaat Ninova halkıdır. Bu meseleyi teyit eden sahih bir hadis-i şerifte Efendimiz ashab-ı kirama, “(Siz şu şartları hâiz olarak yaşarsanız) hilâfet yetmiş küsur sene devam edecektir.” buyurmuş, aradan belli bir zaman geçtikten sonra da, “Hilâfet benden sonra otuz senedir.” demişlerdir. Demek ki daha sonra kendisine onların şartlara riayet edemeyecekleri, dolayısıyla da hilâfetin yetmiş değil otuz sene süreceği bildirilmişti. Cenâb-ı Hak “kaza”sını bazen “atâ”sıyla bozar ve verdiği hükmü infaz buyurmaz. Bu durum, fâil-i muhtar olan Cenâb-ı Hakk’ın ihtiyarının tezahürüdür. Hazreti Âdem (aleyhisselâm), evlatları arasında Hazreti Dâvûd’u (aleyhisselâm) çok muhteşem bir konumda görür. Hazreti Dâvûd’un ledünniyatı, yeryüzünde hilâfetin mazhariyeti olması cihetiyleydi. O, yeryüzünde Allah’ın iltifatının maddî-mânevî temsilcisiydi ve çok önemli bir verasete sahipti. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) dışında nebiler arasında böyle bir durumu ihraz eden ya yoktur ya da çok azdır.

Hazreti Âdem, bu ihtişam içinde gördüğü Hazreti Dâvûd’un ömrünün ne kadar olduğunu sorar; atmış sene olduğunu öğrenince o kadar ömrü ona az bularak, “Ya Rabbi! İzin verirsen ben ömrümden kırk seneyi Dâvûd’a vermek istiyorum.” der. Allah da Hazreti Dâvûd’a kırk sene ömür ilâve eder. Sonra Azrail (aleyhisselâm) Hazreti Âdem’in ruhunu almaya geldiğinde “Benim daha kırk senem yok muydu?” diye sorar. Azrail de “Sen onu Dâvûd’a vermiştin.” buyurur. Görüldüğü üzere Cenâb-ı Allah, Hazreti Âdem’in duasını kabul etmiş ve atâsıyla Hazreti Dâvûd’un ömrünü kırk sene uzatmıştır. Biz buna esrar-ı ilâhiye içinde atâ-i ilâhî diyoruz. Bundan senelerce evvel bir kısım ehl-i istihraç, “Bu sene Ramazan-ı Şerif’te bir fereç (baskı ve sıkıntılardan kurtulma) bekliyoruz.” dediler. Daha sonra bunlardan birine neden fereç gelmediği sorulunca, “Camilere bid’atlar girdiği için fereç gelirken geriye gitti.” dedi.

Demek ki ihsan-ı ilâhî bazen bizim nankörlüğümüzle geri dönebiliyor. Bilinmesi gereken bir diğer husus da makro âlemle normo âlem arasındaki sıkı münasebettir. Mesela, güneşin etrafındaki gezegenler filan şu kadar senede farklı bir keyfiyet göstermişlerse buna paralel olarak hayat-ı içtimaiyede de bir kısım gelişmeler değişik hüviyette arz-ı dîdâr edegelmiştir. Makro âlemin sırlarına vâkıf bir kısım ehl-i tahkik, içtimaî hayata dair haberleri, “Allahu a’lem” (Allah en doğrusunu bilir) demek kaydıyla dile getirebilir. Soruda temas edilen hususa gelecek olursak, bugün küfür artık kendi devrini tamamlamıştır. Küfrü temsil edenler arasında huzursuzluklar baş göstermiş, mâbud edindikleri objeler birer birer yıkılmaya başlamıştır. Bu şartlar muvacehesinde Cenâb-ı Hakk’ın, İslâmiyet’i insanların kalbine koymak suretiyle mü’minlere bir fütuhat ihsan etmesi mümkündür. Biz ister ve dua edersek, Cenâb-ı Hak da lütfeder. Soruda geçen “Mü’minler dikkatli olmalıdır.” ifadesinden anlaşılan şey, çok dua, tevbe ve istiğfar etmek, paçaları sıvayıp köylere, kentlere kadar gidip Allah’ı ve Resûlullah’ı anlatmak olmalıdır.

Bana göre de eğer dâhilde sürtüşme olmazsa Cenâb-ı Hak her an bize gerçek keyfiyetiyle Müslümanlığı lütfeder. Bize gelecek olan fetih bir gün yoldan geriye dönerse kat’iyen bilinmelidir ki bu, birtakım sabit fikirlerle hareket eden, nefsini seven, hodgâm bir kısım politikacıların cemaat-i İslâmiye arasında
meydana getirdikleri sürtüşmeden ötürüdür. Eğer İslâmiyetin gerçek keyfiyetiyle insanların gönüllerinde taht kurmak üzere gelişini görmek istiyorsak, nefse muhabbetle değil, Hakk’a muhabbetle hareket etmeli, kusur ve kabahatimizi yüzümüze karşı söyleyen insanlarla bile iş yapmalıyız. Bizi pohpohlayan, omuzlarında gezdiren riyakârlarla beraber olursak kendimiz battığımız gibi İslâmiyet’i de batırırız.

* * *

Editör: EKREM ERDEM