Fetret Devri nedir?

Fetret Devri nedir?

 Evet, Hz. Mesih’in getirdiği esaslar unutulup, onunla gelen ışık hüzmelerinin Efendimiz’e (sav) kadar ulaşamadığı o dönemdir ki, insanlık o dönemde karanlıklar içindedir veya o dönemdir ki, Hz. Mesih ile Efendimiz’in (sav) aydınlıkları birbirine bitişememiş ve arada karanlık bir boşluk kalmıştır ve işte bu boşluk devresi fetret devri, bu karanlık devrede yaşayan insanlar da fetret devri

EKREM ERDEM 08 Ocak 2021 BLOG

 Evet, Hz. Mesih’in getirdiği esaslar unutulup, onunla gelen ışık hüzmelerinin Efendimiz’e (sav) kadar ulaşamadığı o dönemdir ki, insanlık o dönemde karanlıklar içindedir veya o dönemdir ki, Hz. Mesih ile Efendimiz’in (sav) aydınlıkları birbirine bitişememiş ve arada karanlık bir boşluk kalmıştır ve işte bu boşluk devresi fetret devri, bu karanlık devrede yaşayan insanlar da fetret devri insanlarıdır.

Bu devrin insanları, ne tam manâsı ve orijiniyle Hz. Mesih’in getirdiği dini anlamış, onun envar ve esrarından istifade edebilmiş ne de vahyin aydınlatıcı tayfları altında ilerleyerek Efendimiz’e (sav) ulaşabilmişlerdir. Ancak, bunlar, gidip bir puta tapmamış, herhangi bir putu kendilerine ilâh edinmemiş iseler, Allah’a (cc) inanmamış olsalar dahi affedilecekleri mevzuunda icma vardır. Efendimiz (sav)’in anne-baba ve dedesinin bu akide itibariyle affa mazhar olacakları kesindir; zira onlar da fetret devri insanlarıdır. Vakıa, bir hadislerinde Efendimiz (sav), anne ve babasının ihya edilerek kendisine îmân ettiklerini söylemiştir. Hadîs, hadîs kriterleri açısından zayıf olmasına rağmen, İmam Suyutî gibi, Allah Resûlü’yle 20 küsur defa yakazaten görüşen büyük bir müceddid bu hadîsi kabulle, Allah Rasûlü’nün anne ve babasının îmân ederek kurtulduklarını ifade etmektedir. Gerçi İmran b. Husayn’ın babası olan Husayn’a Allah Rasûlü: “Senin baban da benim babamda cehennemde” demişti. Husayn Resulullah’a “Sen mi hayırlısın baban mı?” deyince Allah Rasûlü de ona bu cevabı vermişti. Ancak bu durum, o sözün söylendiği zamana münhasırdır ve daha sonra Allah Rasûlü, anne ve babasının kabrine gelip duâ etmiş ve Cenab-ı Hakk’tan (cc) onların kendi ümmeti içine girmeleri talebinde bulunmuştur. İşte bu duâ, Allah (cc) tarafından kabul edilmiş ve Allah Rasûlünün hem annesi hem de babası îmân ederek ümmet-i Muhammed arasına dahil olmuşlardır.

Aslında, mevzua esas teşkil eden cevap açısından mes’eleyi bu hadîse dayandırmaya bile gerek yoktur. Zira ister Amine validemizin, isterse Efendimiz’ in (sav) muhterem pederleri Abdullah’ın, puta taptıklarına dair hiçbir delil yoktur. O devrede çeşitli muvahhidlerin olduğu ve bunların asla putlara tapmadığı ve Hz. İbrahim’in dini üzere yaşadıkları bilinen gerçeklerdendir. Hem bunlar fetret ehlidir. Ve bütün fetret devri insanları bu şartlar altında ehl-i necattır. Fetret insanları Cennete girecek de Efendimiz’in (sav) anne ve babası bundan mahrum edilecek; olacak şey mi bu?

Hem, hiç bir şeyi zayi etmeyen, insanın bedenine giren maddî atom ve elektronları dahi zayi etmeyerek ahirette onlara kıymet ve değer verip, onları âhiretin bâki binasında kullanacak olan ve abes işten, israf etmekten münezzeh bulunan Allah (cc) Efendimiz’in (sav) maddi yapısının dünyaya gelmesine vesile anne-babasını hiç zayi edip cehenneme atar mı?..

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, o devirde yaşayan Zeyd bin Amr gibi-ki Hz. Ömer’in amcasıydı-Varaka b. Nevfel gibi insanlar da zayi olmayacaklardır. Onlar vicdanlarında bir olan Allah’ı (cc) duymuş ve inanmışlardı. Belki inandıkları Allah’a (cc), “Allah’ım” diyemiyor hatta bu ismi de bilemiyorlardı; ama, manâ olarak böyle bir Allah’a (cc) inanıyorlar ve dualarını ona yapıyorlardı. Efendimiz’ in (sav) gelmesine yakın, hava o kadar yumuşamıştı ki, Efendimiz (sav) bir yüksek basınçla âdeta onların iklimini tesir altına almıştı. Sanki bir yağmur geliyordu da, bu yüce ruhlar ellerindeki his, duygu, hafi, ahfa âletleriyle gelecek bu İlâhî yağmuru önceden seziyorlardı. Seziyor ve etraflarındaki insanları müjdeliyorlardı. Şefaat atmosferi o kadar geniş olan Allah Rasûlü ümit edilir ki, kendisini böyle candan ve yürekten istikbâl eden bu insanları da unutmaz ve âhirette, ellerinden tutarak onları da kendi nûrlu ve mutlu dünyasına yükseltir ve saadetlerine vesile olur. Bu müşahhas zevat gibi, fetret karanlıklarını, hanîf olarak aydınlıkta yaşayanların yanında, fetret devrinde bulunan insanlar, eğer açıktan bir puta tapmaları söz konusu değilse, biz onların da kurtulacaklarına inanıyoruz. Bu, mes’elenin düne bakan yönüdür. Bir de bugüne bakan yönü var ki, soruda ele alınan husus da bu olsa gerek.

Kelam kitaplarının anlattığına bakılırsa, devrimize fetret devri, bu devrin insanına da fetret insanı demek oldukça zordur. Ne var ki, mes’eleyi hemen sarıp sarmalayıp bir tarafa bırakmak, hem ehl-i sünnet ve’l-cemaatın görüşüne hem de Cenâb-ı Hakk (cc) ‘ın engin rahmetine karşı saygısızlık olsa gerek…
Biz, öyle bir devir idrak ettik ki-hele başka memleketlerde-İslâm güneşi tamamen söndürülmüş, kalplerden Allah Rasûlü’nün güzel ismi silinmiş ve ilim adına ortaya konan her şey, âdeta birer yalancı dil gibi Allah’ı (cc) inkarda kullanılıyordu. İrfan yuvalarından Marifet-i İlâhînin solmaz renkleri fışkıracağına, küfrün ziftli çehresi hortlatılıyordu. Binbir hikmetle îmâna payanda olması gereken ilim, îmân kalesini enkaz haline getirmede âdeta bir dinamit vazifesi görüyordu. İşte, gençlik, böyle bir küfür gayyası ve dalâlet anaforu içinde mescid ve mabedin yolunu bütün bütün unutmuştu. İlim mahfillerini ellerine geçiren bir şirzime-i kalîl, gözlerini kendi mefâhirlerine kapamış ve hep batının türküsünü söylüyordu. Kimisi tekamül nazariyesiyle insanımızın hilkat ve yaratılış hakkındaki düşüncelerini bozuyor; kimisi Freud’un libidosu ile milletin ruh ve dimağlarını cinsiyete bağlı gösteriyor ve her şeyi şehvetten bir dünya içinde çözmeye çalışıyor. Kimisi de serserilik ve baş kaldırma felsefesiyle milleti ifsad ediyordu. Bu sistemlerden her biri, bazen toptan, bazen de münferiden, milletimizi ve bizimle aynı çizgiyi paylaşan diğer milletleri kıskacına alıyor, zehirliyor, özünden uzaklaştırıyor ve serserileştiriyordu. Yıllarca, bir baştan bir başa bütün ülkede gazete, mecmua ve kitaplar da hep aynı havayı estirdiler. Bu itibarla, günümüz insanı, bütün bütün fetret devrinin dışında kabul edilemez. Aksi düşünce, vakalara ve realitelere göz yummak olur.

O devrede yaşanan olaylardan birini naklederek neslin maruz kaldığı mahrumiyeti göstermek isterim: Bir arkadaş, gençlere sohbet ediyor. Dinin ulvî meselelerini şerh ve izahla başlayan sohbetin mecrası bir ara günlük hâdiseleri dile getirmeye kayıyor. Komünist blokun yaptıkları ve yapmak istedikleri bir bir sıralanıyor. O sırada, sohbet dinleyen gençlerden biri heyecanla “Bu insanları kesmeli, paramparça etmeli, hepsini öldürmeli” gibi laflar ediyor. Fakat bir köşede oturmuş derin bir vecd ve iştiyakla söylenenleri dinleyen ve ilk defa böyle bir havayı teneffüs etmekte olan başka bir genç biraz evvelki heyecanlı gence, aynı heyecanla ve yangın görmüş bir insan telaşıyla şöyle karşılık veriyor: “Arkadaş, öldürelim diyorsun. Bak eğer dün bu dediğini yapmış olsaydın, ben talihsiz bir insan olarak onların arasında ölüp gidecektim. Çünkü dün ben de onların arasındaydım. Fakat görüyorsun ki, bu gün bu temiz ve nezih arkadaşların içindeyim.. dünden bu güne yerden göğe bir mesafe kat ettim. Ve şunu kasemle temin edebilirim ki, sizin karşı cephe dediğiniz insanlar arasında benim gibi kurtuluş bekleyen binlerce insan var! Onlar sizden tokat değil, şefkat bekliyorlar. Eğer onlara el uzatırsanız, onlar da sizin gibi olacaklar. Esas vazife, öldürmek midir diriltmek mi?” Bu sözler orada bulunanları rikkate getirdi ve hıçkıra hıçkıra ağladılar. Evet, biz, böyle bir nesil gördük ve onların dalâleti karşısında kanlı göz yaşları döktük. Bunların bir çoğu masumdu. Müspeti bilmediğinden menfiye takılıp kalmıştı. Bunları fetret devri insanı saymamak, şahsen bana, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) geniş rahmetine zıt gibi geliyor…

Buhari ve Müslim de şöyle bir hâdise nakledilir:

Esirler getirilmiştir. Esirler arasında bir kadın vardır. Durmadan sağa sola koşuyor ve gördüğü her çocuğu alıp bağrına basıyor.. ve aradığı çocuğun o olmadığını görünce, onu da bırakıyor, yine aramaya koyuluyor. O esnada, Allah Rasûlü de bu manzarayı göz yaşları içinde seyrediyor. Nihayet kadın aradığını buluyor ve onu, iliklerine kadar şefkat kesilmiş bir duyuş ve hissedişle bağrına basıyor. Söz Sultanı, kadını, yanında bulunanlara gösteriyor ve soruyor: “Şu kadın bağrına bastığı evladını ateşe atar mı?” Cevap veriyorlar: “Hayır, Ya Rasulallah, bu şefkatli kadın çocuğunu aslâ ateşe atamaz.” Ve Allah Rasûlü hikmet gamzeden bir edayla: “Allah (cc) o kadından daha şefkatlidir” buyurdular.

Binaenaleyh biz de biraz müsamahalı düşünmek zorundayız. Bunu söylerken merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet gösterip Cennet havariliği yaptığımız zehabına varılmasın. Mes’eleye, ehl-i sünnetin umumî prensipleri zâviyesinden ve (İnne rahmetî sebekat alâ gadabî) adesesiyle bakmak istiyoruz.
Bir de bu mes’elenin bize bakan yönü vardır ki çok önemlidir: Biz gençlerimize, onları doyuracak şekilde hakikatları takdim edemedik. Hem kendi gençliğimizi ihmal ettik hem de bizim götüreceğimiz mesajlara su ve havadan daha muhtaç bütün dünya gençliğini… Çok kısa bir zamanda dünyanın dört bir yanına elimizdeki hakikatları duyurmaya muvaffak olan sahâbî ve onlardan sonra gelenlerin çalışma ve gayretlerine çalışmalarımızı kıyas ettiğimizde, nasıl bir atâlet ve tembellik içinde olduğumuzu daha iyi anlamış oluyoruz. Onlar, gece-gündüz ellerindeki hakikatlara muhtaç sîne ve gönül aradılar ve bunu hayatlarına gaye ve ideal yaptılar! Burada yine bir arkadaşımızın başından geçen şu hâdiseyi nakletmeden geçemeyeceğim:

Bu arkadaşımız, Almanya’ya gitmişti. Orada hak ve hakikatlara tercümanlık yapıyordu. Evlerinde pansiyoner olarak kaldığı evin genç sahibi, gün geldi, bu arkadaşımızın dırahşan çehresi ve temiz nasiyesinin tesirinde kaldı ve o da nurdan o halkaya girdi. Gün geçtikçe malumatını artırıyor ve her geçen gün dinî hayatında mesafe kaydediyordu. Bir gün hidayetine vesile olan arkadaşla sohbet ederken kendini tutamıyor ve ona şunları söylüyor:
-“Vallahi seni çok seviyorum, çünkü benim kurtuluşuma sebep oldun. Ama sana aynı zamanda çok kızıyorum. Çünkü eğer sen bu eve iki-üç ay evvel gelmiş olsaydın, benim babamın da hidayetine vesile olacaktın. Hayatını ahlâkî değerler itibariyle tertemiz geçirmiş olan babam, maalesef İslâm’ın güzel yüzüyle tanışamadan gitti ve hidayete eremedi. Buna da senin bu gecikmen

sebep oldu..”
Aslında bu feryat bütün bir dünyanın feryadıdır. Muhatap ise bütün Müslümanlardır. İşte, mes’elenin bir de bize bakan ifritten böyle bir yönü var… Acaba biz, Müslüman olarak bize düşen vazifeyi yapabildik mi? Yapmadı isek bize de sorulacak çok şey var demektir.
* * *

Editör: EKREM ERDEM