Soru: “Kudret, melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Melekût ciheti ise her şeyde parlaktır, temizdir. O cihet, vasıtasız kendi Hâlık’ına müteveccihtir. Burada zerre, Güneş’e kardeş olur.”[1] deniliyor. Eşyanın mülk ve melekût cihetleri arasındaki farkın akla nasıl yaklaştırılacağını izah edebilir misiniz?
Makrosu, mikrosu ve normosuyla gözümüzle gördüğümüz, duyularımızla algıladığımız, duygularımızla kavrayabildiğimiz, tecrübe sahamıza giren veya girecek olan, ister teleskop, ister mikroskopla veya başka bir aletle tespit edebileceğimiz her şeye “mülk âlemi” denir. Bu mülk âleminin ötesinde, gözle görülemeyen, kulakla duyulamayan, elle dokunulamayan fakat nazarî olarak intikal edilen ve ilmen bilinen ayrı bir âlem vardır ki, o da kanunlar âlemi olan “melekût âlemi”dir. Sebeplerin, illetlerin, hikmetlerin, maslahatların ve faydaların nuranî keyfiyetleriyle cereyan ettikleri bu âleme de “melekût âlemi” denir. Esasen insan, eşyanın tecrübeye girmeyen bu yönüne ancak mârifet ve ledünnî ilmiyle muttali olabilir. Mesela, bir buğday tanesini elimize aldığımızda bunun bir kabuk ve nişasta yığınından ibaret olduğunu görürüz. Bunun alt köşesinde de ukde-i hayatiye diyebileceğimiz rüşeym vardır. Rüşeym, bir taraftan aşağıya doğru kök salarken bir taraftan da yukarıya doğru başağa yürür. Kabuk, rüşeym ve unlu kısım… bunların hepsi eşyanın mülk cihetine aittir. Fakat bir stoplazma içinde belli bir hücre yapısına sahip bulunma, bunun içinde belli bir kısım kanunların hükümfermâ olması, vazifeleriyle DNA ve RNA ise –bir yönüyle– eşyanın melekût cihetini ifade ediyor denebilir. Evet, melekût yönünde bu tür görülmeyen kanunlar, bir de bu yetişmeyi meydana getiren zâhirî kanunlar vardır.
İsterseniz meseleyi biraz daha açalım. İlim, bize bir buğday tanesinin çekirdeğini yarıp başını dışarıya çıkardığı zaman, etrafını teftiş ettiğini ve bu oluş ve doğuşla dış hâdiseler arasında çok sıkı bir münasebetin olduğunu söyler. Tohum, yumurta, tane, hücre… bir doğum yapmak için sancılanır. İşte bu doğum sancısıyla tohum, başını ihsaslar âlemine çıkarır ki, bu dış âlemle tohum arasında çok sıkı bir münasebetin hükümfermâ olduğu açıkça görülmektedir. Zira filiz başını çıkarınca dış âleme göre vaziyet alır. Şayet ilk plânda havası, nemi vb. şartlarıyla ortam iki başak çıkarmaya müsaitse o tohumdan iki başağa yürür. Şayet ortam iki başak çıkmasına müsait değilse, yani toprak iki başağı besleyemeyecekse, havalar iki başak için nâmüsaitse tohum, çürümemek ve ikisini de yok etmemek için âdeta, مَا لَا يُدْرَكُ كُلُّهُ لَا يُتْرَكُ كُلُّهُ “Tamamı elde edilmeyen şeyin tamamı terk edilmez.”[2] fehvasınca bir tane başak çıkarır. Bu suretle kökten tek bir sap çıkar ve büyür. Hava aynı durumda devam ederse, kök, o tek başağa dâyelik yapar. Şayet birden bire havalar güzelleşirse bu defa da o temeldeki doğum yukarıya şifreler göndermek suretiyle “Başağı çoğalt!” komutu verir. Böylece tek sap üzerinde bazen iki, bazen de üç başak oluşur. Çünkü ortam buna müsaittir. Ayrıca bazen vasatın durumuna göre iki tane başakta yedi-sekiz tane arpa veya buğday oluşur. Görüldüğü gibi dış ortamla bu doğuş, diriliş ve oluş arasında çok sıkı bir münasebet vardır ve bütün bunlar mülk yönüyle alâkalı hususlardır.
Buna mukabil başağın doğuşunun melekût yönüne intikal ettiğimizde, onun da kendini şartlara göre ayarladığını görürüz. Bu ayarlama bir kanundur ki, biz buna sevk-i ilâhî diyoruz. Böyle dış vasatla tohum arasındaki, tecrübeye girmeyen ve mikroskopla dahi doğru tespit edilemeyen hayretengiz münasebetin tesis edilmesine etki eden duruma da “melekût” diyoruz.
Aynı şeyi rahime giden bir sperm için de düşünebiliriz. O, mülk cihetiyle bir asker gibi yumurtaya doğru koşar. Öbür tarafta da onu kabullenmeye hazır, âdeta zifaf odası hâlinde müheyya bir rahim ve içeriye girecek damada izzet ü ikramda bulunacak, hüsn-ü istikbâl gösterecek bir yumurta onu beklemektedir. Ayrıca bu zavallıcığın, kuyruğunu sallaya sallaya yumurtaya gidebilmesi için kaygan bir zemin lazımdır. Bundan dolayı rahat gitsin diye zemin sulanır. Bir de içine girebilmesi için yumurtanın hüsnükabul göstermesi lazımdır. Zira biliyoruz ki, başka zamanlarda, hususiyle yumurta döllendikten sonra gelen ecnebilere karşı kabuk bunu içeriye bildirmekte ve yeni gelenlere de kapı kapanmaktadır. Burada da görüldüğü gibi spermin gelişi, yumurtanın ona göre şekil alışı ve onu içeri aldıktan sonra başkalarına kapıyı kapaması gibi işlemlerin hepsi esrarengiz şeylerdir.
Evet, telkîhin (dölleme) bir mülk, bir de melekût yönü vardır. Mülk yönü, yumurtayla spermin bir araya gelmesidir. Bu bir araya gelmeden sonra bir canlı, rahm-i mâderin (ana rahmi) duvarına yapışıp orada Allah’ın (celle celâluhu) izniyle beslenmektedir. İşin melekûtî yönüne gelince, esasen âciz bir varlık olan sperm, kendi yürüyeceği vasatı hazırlayamayacağı gibi, yumurtanın kabuğu da, zarı inceltip sperm içeriye girdikten sonra başkalarına karşı “ret!” hükmünü izhar edemez. Sonra rahimin, duvarlarını çeşitli protein, vitamin, demir, kömür, bakır… gibi maddelerle besleyerek spermin gelmesine hazır hâle gelmesi sırlı hususlardır. Bunların farklı aletler yardımıyla müşâhedemize giren kısmına “mülk”; esbap olarak bunları meydana getiren hususlara da “melekût” diyoruz.
Yaratmanın o kadar parlak ve o kadar şeffaf olan sırlı yönüne indiğimiz zaman, “Yaratıcı kim?” sorusuna cevap hemen ortaya çıkıyor: “Yaratan Allah’tır (celle celâluhu).” Yaratmada ilâhî hikmet çok açıktır. İşte bundan dolayıdır ki, ceninin ana karnında safha safha teşekkül edişini anlatan âyetleri sırasıyla okurken, bütün bunları hikmetle yapan Allah hemen akla geliverir. Bu âyetin hem nüzulü esnasında hem de daha sonraları bunu ifade eden birkaç hâdise olmuştu. Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mü’minûn Sûresi’ndeki insanın yaratılışını anlatan âyetler[3] nâzil oluyordu. Sıra âyetin fezlekesine gelmişti ki, hem ifadenin selâsetinden (akışından) hem de nazarı melekût cihetine tam müteveccih olması sayesinde Hazreti Ömer, âyet henüz hitama ermeden, فَتَبَارَكَ اللهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ “Ahsenü’l-hâlikîn (Mükemmel Yaratıcı) olan Allah ne mübarek ve müteâldir.” deyivermişti.[4] Zira, bütün bu işler O’nun müdahalesi olmadan yapılamaz. Bu seyir ve böyle mükemmel yaratma ancak O’na hastır. İşte bu da eşyanın mülk ve melekût yönünün ayrı bir ifadesidir.
Cenab-ı Hakk’ın kudret, irade, sem’, basar… gibi sıfât-ı sübhâniyesi, yaratma mevzuunda eşyanın hem mülk hem de melekût tarafına müteveccihtir. Eşyanın dışı ve kabuğu olan mülk tarafı, bir bakıma iç müdahalenin yani melekût keyfiyetinin semeresi ve neticesinden ibarettir. Tohumu tohum, spermi sperm, yumurtayı yumurta yapan ilâhî kanunlar vardır. Bu kanunlar bütün şeffafiyeti ve parlaklığı ile doğrudan doğruya Destgâh-ı Kudret’ten, Kudret Tezgahı’ndan çıkmaktadır. Sebepler söz konusu olduğunda mülk yönü söz konusudur ama bu kat’iyen Cenab-ı Hakk’ın tasarruf dairesinin dışında değildir. Aslında eşyanın melekût yönündeki kanun ve nizamlara müdahale bir oluş, bir doğuş ve bir diriliş meydana getirmekte ve kudret-irade taallukuna dayanmaktadır. Bu ince sırdan ötürüdür ki, Eş’arîler tekvîn sıfatını kabul etmez, kudret ve iradenin taallukundan ibaret olan bir tekvîn ve tekevvün mülâhazası ileri sürerler.
Elimizle havada bir rakam çizdiğimizde havada, parmak hareketimize göre bir kısım titreşimler oluşur. Şayet bunun bir aletle tespit edilmesi mümkün olsaydı, hakikaten kâğıda yazdığımız gibi rakamlar görülürdü. Belki bir gün bir el sallamayla meydana gelen rakamları resimle tespit etme imkânı da mümkün olabilir. Şimdi ben bu hareketi yaptığım zaman, orada bir ben ve hareketim, bir de orada meydana gelen bir rakam vardır. Esasen eşyanın melekût yönü, burada bu parmağın hareket etmesi ve bu yazı yazma fiilidir. Rakamın orada görülmesi, belki buradaki parmak hareketine terettüp eden bir semere ve bir neticedir. Onun için, tohum tanesi içinde Allah’a (celle celâluhu) bağlı bir neşv ü nema kanunu, yine sperm içinde Allah’ın yarattığı çocuk dünyaya getirme kanunu vardır. Bu kanun, tatbikata konduğu zaman bir netice meydana gelmektedir. Fakat biz bu netice üzerinde bir sebep perdesi görmekteyiz. Burada bir kısım gafillerce hadiseyi zâhirî esbaba vermenin mümkün olduğu zannedilebilir. Ama bu, haddizatında bir müessirden müteessir olma ve bir Sanatkâr’ın sanatından ibarettir.
* * *
Editör: EKREM ERDEM